Uluslararası silahlı çatışmalar ve iç karışıklıklar, yalnızca doğrudan tarafları değil, bölgesel ve küresel düzeyde çok sayıda devlet ve uluslararası kuruluşu da etkilemektedir. Bu tür çatışmalarda, yalnızca taraflar değil, çatışma bölgesinin ötesindeki ülkelerde insani, siyasi ve hukuki sorumluluklarla karşı karşıya kalabilmektedir. Sivillerin korunması, ateşkes süreçlerinin izlenmesi ve insani yardımların sürdürülebilirliği açısından üçüncü taraf devletlerin ve/veya uluslararası örgütlerin daha aktif roller üstlenmesini zorunlu kılmıştır. Bu bağlamda, “garantör devlet” kavramı, çatışma çözümü ve barış süreçlerinde taraflar arasında güvence sağlayan bir aktörün varlığına işaret etmektedir.

Garantör devlet, uluslararası ilişkilerde ve özellikle çatışma çözümü süreçlerinde, taraflar arasında varılan bir anlaşmanın uygulanmasını güvence altına almak üzere belirlenen ve bu doğrultuda belirli yükümlülükleri üstlenen devlettir. Bu kavram, özellikle ateşkes, barış antlaşmaları ve özerklik statülerine ilişkin düzenlemelerde karşımıza çıkmaktadır. Garantörlük, çoğu zaman bir barış düzeninin tesisi ve devamlılığının sağlanması amacıyla tercih edilir; barışın tesis edilmesi ve sürdürülmesi yönünde hukuki ve diplomatik bir güven mekanizması oluşturur.

Türkiye’nin garantörlük rolüne ilişkin ilk somut çıkışlarından biri 2023 yılının Ekim ayında Kahire’de düzenlenen Barış Konferansı’nda dönemin Dışişleri Bakanı Hakan Fidan tarafından yapılmıştır. Bu toplantıda Türkiye, Gazze’deki insani krizi çözmek ve kalıcı bir ateşkes sağlamak adına uluslararası garantörlük mekanizması kurulması gerektiğini ve bu süreçte aktif rol oynamaya hazır olduğunu belirtmiştir.

Çatışmaların sona erdirilmesine yönelik olarak 25 Ekim 2023 tarihinde resmî düzeyde bir garantörlük mekanizması önerisinde bulunan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bu tarihte yaptığı açıklamada, teklif edilen garantörlük müessesesini, “meseleye en yakından kısa ve orta vadede gerçekçi çözüm getirmeye yönelik en somut, en tutarlı ve en etkili yöntem” olarak nitelendirmiştir. Aynı açıklamada, “insani, siyasi ve askerî varlıkla Filistin tarafının garantörlerinden biri olmaya hazır oldukları” vurgulanarak, irade sahibi devletlerin bu öneriye destek vermesi çağrısı yapılmıştır. Bu teklif, uluslararası hukuk bağlamında klasik anlamda bir garantörlük anlaşmasından çok, diplomatik girişimler çerçevesinde şekillenmiş siyasi bir pozisyon olarak değerlendirilmelidir. Türkiye’nin bu kapsamda üstlendiği rol, çatışmasızlık sürecinin takibi, insani yardımların güvenli bir şekilde ulaştırılması ve taraflar arası iletişim kanallarının açık tutulması gibi daha çok izleme ve koordinasyon görevlerine yöneliktir.

Garantörlük statüsü, çoğu zaman hukuki bir bağlayıcılık taşıyan uluslararası anlaşmalarla belirlenir. Bu statüdeki bir devletin rolü, yalnızca siyasi arabuluculukla sınırlı kalmayabilir; aynı zamanda askeri, diplomatik veya ekonomik müdahalelerde bulunma yükümlülüğünü de içerebilir. Bu müdahale, garantörlük anlaşmasının içeriğine, taraflar arasındaki mutabakata ve ilgili devletin ulusal ve uluslararası hukuk normlarına bağlı olarak değişiklik gösterebilir.

Garantör devletler, çatışmanın tarafları arasında oluşabilecek yeni ihlalleri önlemeyi, ortaya çıkan ihtilaflarda hakemlik yapmayı veya gerektiğinde müdahale etmeyi taahhüt ederler. Ancak bu müdahale yetkisinin sınırları ve niteliği, garantörlük anlaşmalarında açıkça belirtilmediği durumlarda uluslararası hukuk açısından tartışmalı hale gelebilir. Nitekim garantörlüğün sınırlarının belirsiz olması, zaman zaman devletler arası egemenlik çatışmalarını da beraberinde getirmiştir.

Uluslararası hukukta garantörlük kurumu, çoğu zaman barış anlaşmalarının içine konulan hükümlerle veya ayrı bir uluslararası anlaşma ile tesis edilmektedir.

Tahıl Koridoru Anlaşması (2022): 22 Temmuz 2022’de Türkiye, Rusya, Ukrayna ve Birleşmiş Milletler tarafından imzalanan bu anlaşma, Karadeniz limanları üzerinden tahıl ve benzeri malların güvenli ihracatını sağlamak amacıyla yapılmıştır. Türkiye ve Birleşmiş Milletler, taraflar arasında imzalanan anlaşmada bir tür garantörlük fonksiyonu üstlenmiş, taraflar arasında oluşabilecek ihlallerin önlenmesine yönelik diplomatik denge mekanizması olarak hareket etmişlerdir. Bu, barış anlaşması içinde tanımlı bir garantörlük modeline örnektir.

Zürih Garanti Anlaşması (1959): Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık arasında imzalanan bu anlaşma, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasal düzeninin, bağımsızlığının ve toprak bütünlüğünün korunmasına ilişkin açık garantörlük hükümleri içermektedir. Anlaşmanın ikinci maddesinde garantör devletler, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasal yapısını garanti etme yükümlülüğünü üstlenmişlerdir. Anlaşmanın 4. maddesi, garantör devletlere, garanti edilen anayasal düzenin bozulması halinde, müşterek hareket mümkün olmadığında tek taraflı müdahale hakkı tanımaktadır. Bu hüküm, Türkiye’nin 1974 yılında gerçekleştirdiği Kıbrıs Barış Harekâtı’na uluslararası hukuk zemininde dayanak oluşturmuştur. Bu yönüyle Zürih Garanti Anlaşması, açık bir garantörlük yetkisi tanıyan ve gerektiğinde tek taraflı müdahaleye imkân sağlayan bağımsız bir garantörlük mekanizması örneği olarak değerlendirilebilir.

Devletlerin garantörlük kapsamındaki yükümlülükleri, çoğu zaman taraf olduğu antlaşmanın içeriğine ve bu anlaşmalarda yer alan açık hükümler doğrultusunda şekillenir. Gazze özelinde taraflar arasında imzalanmış kamuoyuna açıklanmış bir garantörlük anlaşması metni henüz bulunmamaktadır. Bu nedenle, Türkiye’nin garantörlük rolü, şu aşamada uluslararası hukuki bir yükümlülükten ziyade, siyasi ve diplomatik düzeyde destek sunan bir pozisyon olarak değerlendirilmektedir.

Türkiye’nin Gazze ateşkes sürecinde “garantör ülke” olarak konumlanması, bölgedeki barış çabalarına yönelik yeni bir sorumluluk alanı doğurmuştur. Her ne kadar bu rol kamuoyuna bir “garantörlük” sıfatıyla duyurulmuş olsa da, sürecin henüz uluslararası hukuk bakımından kurumsallaşmış ve netleştirilmiş bir garantörlük rejimine dayanmadığı görülmektedir. Klasik anlamda garantörlük, çoğu zaman bir barış anlaşması metnine açık hükümlerle eklenmekte veya bağımsız uluslararası antlaşmalarla çerçevelendirilmektedir. Mevcut durumda ise Türkiye’nin bu sıfatı; siyasi irade beyanı, diplomatik girişimler ve insani yardımlara erişimi kolaylaştırma hedefleri ile sınırlı bir kapsamda tanımlanmaktadır.

Bu yönüyle, Türkiye’nin üstlendiği rol henüz uluslararası hukukta tanımlı, bağlayıcı yetki ve sorumlulukları içeren bir statüye dönüşmemiştir. Ancak süreç ilerledikçe, bu pozisyonun gerek diplomatik teamül gerekse yazılı düzenlemeler çerçevesinde daha açık ve etkili hale gelmesi mümkündür. Uluslararası hukuk sistematiği açısından, bu sürecin nasıl yapılandırılacağı; sadece Türkiye’nin rolünün değil, aynı zamanda bölgedeki barışın sürdürülebilirliği ve taraflar arası güvenin tesisi bakımından da belirleyici olacaktır.

Av. Hazal BUDAK