Türkiye toplumunun tüm alanlarda sahip olduğu çeşitlilik ve çoğulculuk artık kabına asla sığamayacak şekilde görünür hale geldi. Referandumdan çıkan “evet” sonucu Türkiye toplumunun kendi dinamikleriyle kendi ihtiyacına uygun yeni bir sistem yaratma çabasında önemli bir aşamaya işaret ediyor. Şimdiden sonra “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle anlayışını” yahut “cumhuriyetin 1923 yılındaki zinde gücü fetişleştirmesini” ideolojik olarak egemen kılmak mümkün gözükmüyor. Bugün yaşananları daha iyi anlayabilmek için kuş bakışı da olsa tarihsel sürece bir göz atmak gerekiyor.
Cumhuriyetin kuruluşuna yapılan atıf ve kuruluştaki zinde güçten kasıt tasarlanmış ve tanımlanmış cumhuriyet ulusu projesini gösteriyor. Cumhuriyet ulusu projesi Türkiye toplumunun her alandaki çok parçalılığını dışlayarak, bastırarak, yok sayarak bir bütünlük yaratma pratiği olarak hayata geçti. Bu bütünlüğün kitle tabanı olarak kendisine Türk demekle mutlu olacak etkin bir çoğunluğun yaratılması hedeflendi. Dikkat edilirse mutluluk sadece Türk olanlarla sınırlı olarak ifade edilmiyordu, Türk hissetmekle ilişkilendiriliyordu. Resmi asimilasyon politikasının özünü de bu yaklaşım oluşturuyordu. Bu nedenle bugün “kendini Türk hisseden büyük çoğunluğun” egemen olduğundan ve bu egemenliğin korunması gerektiğinden söz ediliyor.
Bunun için Cumhuriyet aydını, cumhuriyet kadını, cumhuriyet genci gibi model tipler üretildi. Eğitim sistemi cumhuriyet tipi yetiştirecek şekilde yapılandırılmıştı, halen daha bu yapısı sürüyor. Ancak tam burada “vatandaş” ve halk ayrımı cumhuriyet tipinin bilinç yarılmasının en etkili kanıtı olarak beliriyor. Cumhuriyet ulusu projesi cumhuriyet tipini yansıtan vatandaşlar yarattı ama bu süreç halkı ortadan kaldıracak seviyede başarılı olmadı. Yani halkın tümünü “vatandaşlaştıramadı.” Zaten başlangıçta da bu konuda kuşkular olduğu için Cumhuriyet’in siyasi yapısı kurulurken halkın çoğunluk iradesinin yaratacağı sorunlara karşı önlemler alınması ihmal edilmemişti.
Bu nedenle halkın siyasal yaşama etkisini minimum seviyede tutacak bir sistem tercihi yapıldı. Önce arkasında ordu olan tek parti enstrümanı ile sistemin işleyişi belli ölçülerde garanti altına alındı. Ama bir yandan çağdaş uygarlık seviyesini hedef gösterip öte yandan bu seviyenin en düşük ölçütü olan çok partili bir parlamenter sistemi tercih etmemek büyük çelişki olacağından bu yöndeki girişimlere açıktan set çekilmedi. Buna karşın Terrakiperver Cumhuriyet Fırkası daha fazla demokrasi talep eden, dinsel inançlara saygıyı esas alan ve özerk yönetimler öngören programı nedeniyle yedi ayda kapatıldı. Sistemi görüntüde çok partili yapmak adına siparişle kurulan Serbest Fırka halkın büyük ilgisi görülünce raydan çıkar endişesiyle nerdeyse başlamadan bitirildi. Demokrat parti pratiği ise sistem için büyük tehlikeleri ortaya çıkardı.
Nitekim 1961 Anayasa’sıyla çok partililiğin sistemin görüntüsü olmasını ve bunun için seçilmişlerin sistem üzerindeki etkilerinin minimum seviyede tutulmasını güvence altına alacak yapılar kuruldu. Sistemin asıl iktidarları olan ordu, yargı ve idari bürokrasi üçlüsü formel kurallarla ve oluşturulan kurumlarla her yönden sağlamlaştırıldı. Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hâkimler Kurulu, Milli Güvenlik Kurulu, Askeri Yargı 1961’de anayasal yapılar haline geldi.
Altmışlı yıllardaki TİP deneyimi, sosyal ve siyasal pratikteki gelişmeler nedeniyle sisteme 1971 ayarı verildi. Bu dönemdeki anayasa değişikliklerine bakıldığında Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hâkimler Kurulu ve Siyasi Partilere ilişkin hükümler ağırlığı oluşturdu. Görüldüğü üzere sistemin iç iktidarlarına yönelik tehditler siyasi partileri siyasette tümüyle etkisiz hale getirerek gideriliyordu. Ordu ve yargı gibi iç iktidarların süreçte ortaya çıkan zaafları da ilgili kurumlara müdahale edilerek ortadan kaldırılıyordu.
Nihayet son derece zalimce planlanmış 12 Eylül darbesinden sonra sisteme en büyük müdahale 1982 Anayasası ve 1983 Meclisinin başkanlık divanı oluşturuluncaya kadar milli güvenlik konseyi tarafından çıkarılan yasalarla yapıldı. 1924 ve 1961 anayasalarında değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez madde sadece “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” yönündeki ilk madde iken 1982 Anayasa’sı bunu ilk üç madde olarak genişletti. Bunların arasında devletin dilinin Türkçe olduğuna ilişkin hüküm de var. Oysa buna muadil hüküm 1924 ve 1961 Anayasasında “Devletin Resmi Dili Türkçedir” şeklindeydi. Ayrıca değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez bir hüküm değildi.
Yüksek yargı iktidarının tamamen birbirini belirleme yöntemiyle dışa kapalı hale getirilmesi, ordunun sistem içindeki yerinin güçlendirilmesi, hükümetleri yönlendirme gücüne sahip idari bürokrasinin geliştirilmesi yoluyla sistemin iç iktidarları sağlamlaştırıldı. Başka deyişle vesayet rejimi, tüm garantörleri (vasileri) iyice güçlendirilerek, muhkem hale getirildi.
Kuruluşundan beri sistemin iç iktidarlarına temel lojistik desteği sağlayan egemen basın, 1980’li yıllarla birlikte medya gücüne dönüşerek sistemin iç iktidarlarının baş asistanlığı rolünü üstlendi. 1960 yılından beri beşi açık olmak üzere ordunun yaptığı tüm müdahalelerde egemen basının çok önemli rol oynadığı biliniyor. Türkiye’de büyük medya güçleri “basının dördüncü kuvvet olması” tezini batıda anlaşıldığı şekilde yasama, yürütme ve yargı iktidarlarını denetleyici anlamda muhalif bir güç olarak değil, tam tersine Türkiye’nin iç iktidarlarıyla birlikte hükmetme anlamında egemen bir güç olarak kabul ettiler. Bu nedenle hükümetleri kurma ve düşürme gücüne sahibiz demek cesaretinde oldular.
Özetle “cumhuriyet ulusu ideolojisi” bir ulus yaratma projesi olarak başarılı olamadı. Tarihsel ve sosyolojik gerçeklik karşısında başarılı olması da mümkün değildi. Ama bu ideolojiyi egemen kılan ve sürdüren bir devlet anlayışı ve bu anlayışa uygun bir sistem yaratıldı. Bu devlet anlayışı ve bu sistem; ordu, yüksek yargı ve idari bürokrasisinden oluşan elit iktidarların belirleyici olduğu, halkın “hatalı” tercihlerine karşı siyaset alanına yönelik her türlü tedbirin alındığı, ordunun müdahalelerinin milletin meşru direnme hakkı olarak tanımlandığı (ordu-millet özdeşliğinin esas alındığı), bir devlet pratiğini ortaya çıkardı.
Bu devlet pratiği, ordunun müdahaleleriyle yahut yargı kararlarıyla parlamentoyu etkisiz kıldı. İç iktidarların hukuk dışı eylemlerini soruşturma ve yargılamayı olanaksızlaştırdı. Devletle yurttaşın çekiştiği her alanda devletin kuruluş ideolojisinden yana tavır alan taraflı ve bağımlı bir yargı ortaya çıkardı. Hakların ve özgürlüklerin, sisteminin değişimine yönelik sonuçlar doğuracak şekilde talep edilmesinin ve kullanılmasının önüne geçen idari ve yargısal uygulamalar oluşturdu. Sistemi demokratikleştirme yönünde yasama faaliyeti yapmayı imkânsızlaştıran Anayasa Yargısı uygulaması geliştirdi. Türkiye’yi iptal edilmiş yasalar ve kapatılan siyasi partiler mezarlığına çevirdi.
Şimdi bu devlet pratiğinin güvenceleri olan kuralların ve kurumların yeni bir anayasa çerçevesinde değiştirilmesinin zorunlu hale geldiği bir döneme girdik. Bu değişim ancak çoğulcu ve özgürlükçü bir demokrasi yönünde olabilir. Ve ancak böyle olursa Türkiye Toplumunun ihtiyaçlarına yanıt verebilir. Değişimin nesnel koşullarını süreçte ortaya çıkan iktisadi, sosyal ve siyasal olgularda görmek mümkün. Küresel ve bölgesel gerçeklikler de Türkiye’de bu yönde bir değişimi zorluyor. Ancak değişimin sürecin doğal akışına bırakılması elbette söz konusu olamaz. Bu süreçte inisiyatif alan siyasi iradelere, sivil toplum girişimlerine, entelektüel faaliyetlere çok fazla ihtiyaç var. Ancak böyle olursa sonuç almak mümkün olabilir. Örneğin Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliklerini tümden iptal edememesinde, referandumdan evet çıkmasında süreçte değişim yönünde ortaya çıkan olguların yanı sıra, değişime yönelik giderek güçlenen taleplerin etkisi ve yoğun olarak yürütülen entelektüel faaliyetlerin rolü göz ardı edilemez.
Türkiye Toplumu, çok parçalı, çok kültürlü, çok kimlikli yapısını hesaba katan yeni bir bütünlük yaratmanın sancılarını yaşıyor. Tam da bu noktada referandumdan evet çıkması yürürlüğe giren anayasa değişikliğinin diğer sonuçları bir yana sistemi yeniden yapılandırmak bakımından iki önemli sonuç yarattı. Birincisi TBMM’nin yasama iktidarını kullanma gücü arttı ve yeterli konsesusla yeni bir anayasa yapmasının önündeki kurumsal veya kurala dayalı engeller büyük ölçüde ortadan kalktı. İkincisi önceki durumuna göre bağımsız ve tarafsız hale gelen yargı hem geçmişin hesabının sorulmasında hem yeni dönem yargılama faaliyetlerinde etkin bir konum edindi. Bu iki sonuç değişimin kendisi değildir ama değişim olanaklarını yaratmanın özü demektir. Bu nedenle bu günden sonra hem etkili bir yasama faaliyetine hem de etkili bir yargısal faaliyete ihtiyacımız var.