Eğitim ve öğrenim hakkının sınırsız olduğu, kimsenin bu haktan yoksun bırakılamayacağı, Devletin kamu hizmeti kapsamında her çocuğun, gencin ve bireyin eğitim ve öğrenim hakkını kullanmasına ilişkin şartları sağlamak zorunda olduğu, eğitim ve öğrenimin ne şekilde yapılması gerektiği konusunda Anayasa m.42 ile öngörülen usul ve esaslara uyulması gerektiği tartışmasızdır.

Esas itibariyle Devlet, eğitim ve öğrenim hakkından herkesi eşit yararlandırmalı, eğitim ve öğretimin şartlarını herkes için aynı kalitede hazırlamalı, en önemlisi de bir kamu hizmeti olan eğitim ve öğretimden herkesi ücretsiz yararlandırmalıdır. Ülke ve toplumun geleceği olan çocuklar ve gençler, herhangi bir ücret ödemeksizin eşit kalitede eğitim ve öğrenim görebilmelidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin asıl sorunu, eğitim ve öğretimi herkes için aynı kalitede ve bedelsiz sunamamasıdır. Bunun anayasal dayanağı, eğitim ve öğrenim hakkının bir sosyal hak olarak düzenlenmesinden kaynaklanmaktadır. Anayasa m.65’e göre,  eğitim ve öğrenim hakkı Devletin mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsü ile sınırlı şekilde korunmaktadır.

1965 yılından bu tarafa yasal dayanağa sahip “özel öğretim kurumları” kapsamında yer alan dershanelere baktığımızda; bir üst okulun veya yüksek öğretim giriş sınavlarına hazırlamak, istedikleri derslerde yetiştirmek ve bilgi düzeylerini yükseltmek amacıyla faaliyet gösteren özel öğretim kurumu olarak tanımlandığını, dershanelerin yanında kurs, özel eğitim okulu, motorlu taşıt sürücüleri kursu, öğrenci etüt eğitim merkezi, özel eğitim ve rehabilitasyon merkezi gibi yerlerin de “özel eğitim kurumu” olarak tanımlandığını görmekteyiz. Bu tanımların tümü, 5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu’nda yapılmıştır. Bu kurumlar, Anayasaya uygundur. Ancak eğitim ve öğrenimin devletin gözetimi ve denetiminde yapılacağını öngören Anayasa m.42, özel öğretim kurumlarının açılıp kapanması konusunda Devleti yetkilendirmiştir. Kanun koyucu, takdir yetkisini kullanmak suretiyle özel öğretim kurumlarını kapatabileceği gibi, nitelik ve şartlarını değiştirebilir veya özel öğretim kurumlarıyla ilgili sayı sınırlaması getirebilir.

Elbette temsili demokraside, “kanun koyucu” sıfatını taşıyan Türkiye Büyük Millet Meclisi toplumun bir ihtiyacını karşılamayan ve hukuki dayanağı bulunmayan yasal düzenleme ile dershaneleri kapatmamalıdır. Yeri gelmişken bir hususa işaret etmek gerekir. Dershanelerin yasal dayanağına son verme ihtimali bulunan kanun koyucu, çok değil kısa bir zaman önce, 30.04.2013 tarihinde yürürlüğe giren 6460 sayılı Kanunun 13. maddesinde, kanuna aykırı eğitim – öğretim kurumu açmayı suç sayan Türk Ceza Kanunu’nun 263. maddesini kaldırmıştır. Mevcut durumda, izinsiz eğitim ve öğrenim kurumu açmak suç değildir. 

Kanun, keyfi ve ihtiyaca cevap vermeyen gerekçelere konu edilemez. Esas olarak, çalışma ve sözleşme hürriyeti kapsamında özel eğitim kurumlarının açılması mümkündür. Bu kurumlar, çocukların ve gençlerin sağlıklarını tehlikeye düşürmedikçe veya kötü alışkanlıklar kazanmalarına yol açmadıkça, kapatılmaları gereken yerler olarak düşünülemez. Aksine bu kurumlar, eğitim ve öğrenime destek olmakta, çocukların ve gençlerin gelişimine de yardım etmektedir. Paralı öğrenim veya fırsat eşitliğinin bozulduğuna dair iddialar, eğitim ve öğrenimin hatalı uygulamalarından, istikrarsızlıktan, yeterli kaliteye sahip olmamasından, sınav sisteminden, bu sistemin yarışma kültürüne hizmet etmesinden kaynaklanmaktadır. Dershane, bunların doğal sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu sebepler olduğu müddetçe, adı değişebilir, fakat dershane kültürü devam edecektir.

Kamu otoritesi, alternatifi göstermedikçe ve dershaneye olan ihtiyacı azaltmadıkça, zorla ve yaptırımla eğitim-öğretim hayatına destek veren özel öğrenim kurumlarının önüne geçemez. Trajikomik durum da, bir taraftan dershaneciliği ortadan kaldırmak isteyen kamu otoritesinin, diğer yandan paralı eğitim-öğretim sistemine dayalı özel okulları ve vakıf üniversitelerini desteklemesidir. Sosyal hukuk devleti, topladığı vergileri temel olarak güvenlik, sağlık, eğitim-öğrenim ve adalet için harcar. Kamu mali gücünün yeterli olmadığı noktada, bunun çözümü eğitim-öğrenimin paralı hale dönüştürülmesi olamaz. Esas fırsat eşitsizliği budur. Sosyal devlet, eğitim-öğrenimi parasız hale getirmeli, getiremediği takdirde eğitim-öğrenime ihtiyaç duyup bedelini karşılayamayan herkesi eşit şartlarda eğitim-öğrenim hakkından yararlandırabilmelidir. İdeal eşitlik mümkün olamasa da, sosyal devlet bu uğurda çaba göstermekten asla vazgeçmemelidir. Eğitim ve öğrenim hakkının bir temel hak olarak tanımlanmayıp, sosyal hak olarak nitelendirilmesi, eksiklik ve eşitsizliklerin özrü veya mazereti olamaz.

Kanun koyucu, tüm bu gerekçelere rağmen dershaneleri kapatmak isterse, Anayasanın kendisine bu yetkiyi verdiğini; Türkiye Cumhuriyeti’nin, İktisadi ve Sosyal Kültürel Haklara İlişkin Sözleşme’nin dershaneleri destekleyen 14. maddesinin 4. fıkrasına çekince koyduğunu, bu nedenle Anayasa m.90/5’in, dershanelerin dayanağı olan yasal düzenlemenin yürürlülükten kaldırılmasının önüne geçemeyeceğini ifade etmek isteriz. Kaldı ki bu Sözleşme de, 13. maddenin diğer fıkralarında eğitim ve öğretim yetkisini devletlere tanımıştır. Çünkü devlet, uluslararası alanda ülke ve milletleri temsil eden kamu kudreti kullanıcısı ve toplum adına karar veren makam olarak kabul edilmektedir.

Güncel tartışmaya döndüğümüzde, dershanelerin kaldırılmasının gündeme getirilmesinin arkasında siyasi ve sosyal çekişmelerin olduğu ileri sürülmektedir. Geleceğimiz olan çocuklarımız ve gençlerimiz hakkında, siyasi ve sosyal çekişmelerden hareketle kararların alınmayacağını, bir toplumda eğitim ve öğrenimin çok önemli olduğunu, bu meselenin sübjektif istek ve tercihlere feda edilemeyeceğini ifade etmek isteriz.

Son olarak; her ne kadar Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kanun çıkarmak suretiyle dershaneleri kaldırabilmesi mümkün olsa da, bugüne kadar yasal zeminde hukuka uygunluk ve meşruiyet elde etmiş, eğitim ve öğrenim alanında faaliyet göstermiş, bir hukuk devletinde öngörülen şekil ve esas şartlarını yerine getirmiş dershane ve diğer özel eğitim – öğrenim kurumlarının kazanılmış haklarının olduğunu, bu kurumları kaldıracak bir yasal düzenlemeye karşı en azından kazanılmış/müktesep hak ihlali iddiasının gündeme geleceğini, bu gerekçe ile Anayasa Mahkemesi ve ardından İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ne başvurulabileceğini ifade etmek isteriz.

Hukuka ve hukuk kurallarına güven duygusunu sağlamak ve bu duyguyu korumak için birey, yürürlükteki hukuk sistemi ve hukuk kuralları yoluyla kazandıkları hakların korunacağına ve sahip olduğu hakların kesintiye uğramadan sürekli kullanılabilir halde bulunacağına inanmalıdır. Aksi takdirde, toplumda hukuk güvenliğinin sağlanabilmesi mümkün olamaz. Sahip olduğu hakların korunmasının ve kullanılmasının hukuk düzeni tarafından belirsizlik ve güvensizlik içinde tutulduğunu gören birey, hukuk düzeninin kendisini ve haklarını yeterli şekilde koruduğunu hissedemeyeceğinden, toplum düzeninin iyi ve istikrarlı bir şekilde işlemesinden de bahsedilemeyecektir. Toplum düzenindeki iyilik ve istikrarın sağlanmaması ve korunmaması, beraberinde düzensizliği, güvensizliği ve birçok sorunu ortaya koyacak, kişi hak ve hürriyetlerinin zedelenmesine sebebiyet verecektir.

Demokrasinin ve sosyal bir hukuk devleti olma esasının benimsendiği toplumda, bu temel esasların sadece kağıt üzerinde kalmaması ve istikrarlı toplum düzeninin sağlanabilmesi adına, hukuk sisteminde kazanılmış hak kavramının kabul edilmesine ihtiyaç duyulmuştur.

“Kazanılmış hak” kavramı, 1982 Anayasası’nda açık bir şekilde güvence altına alınan prensiplerden değildir. Anayasanın 2. maddesinde yer alan “hukuk devleti” ilkesinden ve kişi hak ve hürriyetleri ile ilgili genel anlayıştan yola çıkılarak, kazanılmış hakların korunması gerektiği düşünülmektedir.
    

(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan Şen tarafından www. hukukihaber. net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)