John Locke gibi, James Madison gibi, Friedrich Hayek gibi, liberal demokrasinin önde gelen kuramcılarından olan bilim ve siyaset felsefecisi Karl Popper’in, başta faşizm ve komünizm olmak üzere özgürlükçü demokratik düzene karşı olan ideolojilerin acımasız bir değerlendirmesini ve eleştirisini yaptığı ‘Açık Toplum ve Düşmanları’ isimli özgün eserinin ‘Platon’un Büyüsü’ başlıklı bölümünün hemen önünde yer alan iki özlü söz var. Bunlardan birisi Atinalı Perikles’e, diğeri Platon’a ait.
Popper’in açık toplumdan yana olduğunu ifade ettiği Perikles, ‘Bir politikayı ancak bir kaç kişi ortaya koyabilir, ama hepimiz onu yargılayacak ve yürütecek yetenekteyiz’ demekte, yani yönetim şekli olarak demokrasiyi tercih etmektedir.
Perikles’ten yaklaşık seksen yıl sonra yaşayan, Popper tarafından açık toplum düşmanı olarak nitelendirilen Platon, ‘İlkelerin en büyüğü, erkek-kadın hiç kimsenin öndersiz kalmamasıdır. Kimsenin aklı kendi girişkenliği ile iş becermeye alışmamalıdır: İster gayretkeşlikten gelsin, ister oyun olsun diye. Savaşta da, barışta da herkes gözünü önderine dikmeli ve sadakatle onun ardından gitmelidir.
En küçük işlerde bile herkes önderini izlemelidir. Ancak önderi öyle buyurduğunda kalkmalı, yürümeli, yıkanmalı, yemelidir. Bir sözcüklükle, herkes, kendi ruhunu, bağımsız hareket etmeyi hayal edemeyecek ve böyle hareket etmek yeteneğini büsbütün yitirecek biçimde alıştırarak eğitmelidir’ demekte, yani kişi kültünü esas alan demokrasi karşıtı tek adam/tek lider yönetimini savunmaktadır.
En küçük işlerde bile herkes önderini izlemelidir. Ancak önderi öyle buyurduğunda kalkmalı, yürümeli, yıkanmalı, yemelidir. Bir sözcüklükle, herkes, kendi ruhunu, bağımsız hareket etmeyi hayal edemeyecek ve böyle hareket etmek yeteneğini büsbütün yitirecek biçimde alıştırarak eğitmelidir’ demekte, yani kişi kültünü esas alan demokrasi karşıtı tek adam/tek lider yönetimini savunmaktadır.
Perikles’in ve Platon’ un az yukarıda ifade ettiğim sözleri, hepimizin her gün katkı yapması gereken demokrasiden yana olan ve olmayan iki ayrı yaklaşımı ortaya koymaktadır.
Bu bağlamda, açık toplumdan yana olan Perikles’in anlayışına göre, yönetimde birden çok kişi, yani halk olmalıdır. Platon’un yaklaşımına göre, yönetimde, hikmetinden sual olunmaz bir lider ile ona kayıtsız şartsız tabi ve teslim olan bir halk yığınının bulunması yeterlidir. Buna göre Perikles yönetim biçimi olarak demokrasiden yana tavır koymakta, Platon ise totaliter bir yönetim biçimini tercih etmektedir.
Amin Maalouf, ‘Yüzüncü Ad’ isimli romanında, halka çeki düzen vermenin peşinde olan, tek doğru etrafında halkı biçimlendirmeyi amaçlayan, demokrasi ve açık toplum düşmanı Platon’cu toplum mühendisliği anlayışını: ‘Senin için iyi olan, başkaları için de iyidir; gerçek senin elindeyse, yolunu yitirmiş koyunları doğru yola getirmen gerekir, hangi yolla olursa olsun’ sözleri ile metaforik biçimde ifade eder.
Amin Maalouf’un kullandığı bu metafor, Michel Foucalt’ın iktidar teknolojisinin gelişiminde önemli bir yere sahip olduğunu ifade ettiği ve özellikle İbraniler tarafından geliştirilen ve kullanılan ‘pastoral iktidar’, yani halkın yararına olan iktidar geleneğinin bir türü olan ‘çoban-kral’ anlayışına dayanır.
Pastoral iktidarda, çoban-kral, kendisine Tanrı tarafından emanet edilen sürünün esenliğinden sorumludur. Burada sürüden ayrılanları takip edip doğru yola getirmek, yani yeniden sürüye katmak, yola getiremediklerini ise yok etmek çoban kralın asli görevidir.
Modern dönemlerde çoban-kral rolünü oynayan siyasal seçkinlerin yaptıkları, antik çağda yapılandan çok farklı değildir. Sadece kullanılan araçlar farklıdır. Antik dönemde halkın esenliğinden sorumlu olan çoban-krallar, yoldan çıkanları doğru yola getirmek için değnek, sopa kullanmış iken, modern dönemlerde çoban kral rolünü oynayan kimi siyasal aktörler, kimi zaman beyin yıkama ve propaganda gibi yöntemleri, kimi zaman şiddet yöntemini, çoklukla da her iki yöntemi birlikte kullanırlar. Amaca ulaşmak için her araç meşrudur anlayışıyla hareket ederler. Onun için de, hak, hukuk, adalet, vicdan gibi pozitif değerlere ve erdemlere itibar etmezler.
Oysaki demokrasi, Popper’in yaklaşımı ile ve her şeyden önce, kimin yöneteceğinden daha çok, nasıl yöneteceği ile ilgili olan ve zorba yönetimlerden kaçınmayı mümkün kılan bir yönetim biçimi olmakla, devletin, kötü yöneticilerin şiddet kullanmadan yönetimden uzaklaştırılabilmelerini mümkün kılan bir yapı ve anlayış temelinde örgütlenen bir yönetim biçimidir.
Günümüzün önde gelen demokrasi kuramcılarından Giovanni Sartori’ye göre de, liberal demokrasi, yönetilenleri, yani halkı özgürleştirmek ve bu suretle zorbalıktan korumak anlamına gelen ‘demo-protection’ ve yine halkı yetkilendirmek suretiyle yönetime ortak etmek anlamına gelen ‘demo-power’ öğelerinden oluşur.
Halkı zorbalıktan korumak ve özgürleştirmek, siyasi iktidarın kullanılmasını sınırlandırmayı ve denetlemeyi, bu yolla yönetimde keyfiliği önlemeyi, siyasi iktidarı hukukla bağlamayı, yani anayasacılığı, yanı sıra sosyal politikalar ile desteklenen ekonomik ve hukuki rekabetin egemen olduğu açık piyasa ekonomisini, uluslararası standartlara ve sözleşmelere dayalı bir insan hakları rejimini/hukukunu, tamamı ile şeffaf bir kamu maliyesini gerektirir.
Yarışmaya, yani halkın tercihine dayanan liberal demokrasi sadece yukarıda ifade edilen hususları değil, bunlarla birlikte, farklı düşünce ve inançları kurucu unsur olarak kabullenmeyi, yani siyasi çoğulculuğu, karşı siyasi düşüncelerin ve felsefelerin kendilerini ifade etmelerini, bir siyasi parti içinde örgütlenmelerini, siyasi eşitliğe dayanarak gerçekleştirilen düzenli seçimleri gerektirir. Bütün bunlar, halkı yönetime ortak etmenin, diğer bir deyişle halkı yetkilendirmenin asgari araçlarıdır.
Halkı yetkilendirmenin aracı olarak saydığımız unsurların arasında yer alan siyasi partiler, hiç kuşkusuz siyasi rejimler ile demokrasinin de en önemli ve vazgeçilmez unsurlarındandır. Esasen, demokratik bir siyasi yaşam siyasi partiler olmaksızın düşünülemez.
Onun için usta siyaset bilimci Maurice Duverger; ‘Klasik anayasa hukukunu bilen, fakat siyasi partilerin işlevini bilmeyen kişi, çağdaş siyasi rejimler hakkında yanlış bir görüş sahibidir: siyasi partilerin işlevini bilen ve fakat klasik anayasa hukukunu bilmeyen kişi ise, çağdaş siyasi rejimler hakkında eksik ama doğru bir görüş sahibidir’ demiştir.
Duverger’in yukarıda yer verdiğim uyarı niteliğindeki sözlerini esas alarak demek gerekir ki; nispi ölçüde temsili nitelik taşıyan parlamentonun oluşmasına, kısmen de olsa siyasi iktidarın mutlakiyetçi monarkın elinden alınmasına ve oy hakkının giderek genişlemesine bağlı olarak, On Dokuzuncu Yüzyılda önce ABD’de, ardından İngiltere’de ortaya çıkan siyasi partiler, gerek geçmişte ve gerekse günümüzde, bir ülkenin siyasi rejimi ile o ülkede demokrasinin işleyişi, varlığı veya yokluğu hakkında bize fikir veren en önemli kuruluşlardır.
Siyasi partilerin, geride bıraktıkları iki yüzyılı aşkın süre içinde, kendi toplumlarına ve insanlarına yaşattıklarına baktığımızda; siyasi partilerin bulundukları ülkedeki siyasal rejiminin hem dostu, hem de düşmanı, o ülkede demokrasinin yaşamasının ve gelişmesinin veya bunun tam tersinin oluşmasının en etkili aracı olduğunu söylemek mümkündür.
Bu gerçeği gördüğü için ünlü Fransız kamu hukukçusu Georges Vedel ‘Demokrasi siyasi partiler olmaksızın yaşayamaz, ancak siyasi partiler yüzünden son bulabilir.’ demiştir. Hitler’in Nasyonal Sosyalist Parti’si, Mussolini’nin İtalyan Faşist Parti’si, Lenin’den Stalin’e miras kalan Komünist Parti, Talat ve Enver Paşaların İttihat ve Terakki Parti’si, Vedel’in tespitini doğrulayan yaşanmış trajik örneklerdir.
Amerikalı siyaset bilimci Prof. Robert A.Dahl, ‘Demokrasi ve Eleştirileri’ adlı kitabında, modern siyasi demokrasinin varlığı için -asgari usul- adını verdiği, aşağıdaki unsurları kapsayan bir liste sunmaktadır;
Seçilmiş görevliler. Yönetimin izlenecek politika ile ilgili kararları üzerindeki kontrol yetkisi, anayasal olarak, seçimle belirlenmiş görevlilere bırakılmalıdır.
Özgür ve adil seçimler. Seçilmiş görevliler, sık aralıklarla yapılan ve zor kullanmanın yaygın olarak görülmediği, adil bir biçimde yürütülen seçimlerle işbaşına gelmelidirler.
Kapsayıcı seçme hakkı. Pratikte, her yetişkin, görevlilerin seçiminde oy hakkına sahip olmalıdır.
Mevkii için yarışma hakkı. Pratikte bütün yetişkinler, yönetimde seçimle belirlenen mevkiler için seçilebilme hakkına sahip olmalıdır.
İfade özgürlüğü. Vatandaşlar, en geniş anlamıyla siyasal meseleler hakkında, ciddi bir ceza tehdidi altında olmaksızın, rejimin, sosyo-ekonomik düzenin ve yürürlükte bulunan ideolojinin eleştirisi de dahil olmak üzere, kendi düşüncelerini ifade edebilme hakkına sahip olmalıdır.
Alternatif enformasyon. Vatandaşlar, alternatif enformasyon kaynaklarına ulaşma imkanına sahip olmalıdır. Başkaca, alternatif haber kaynakları mevcut olmalı ve bunlar yasa ile korunmalıdır.
Örgütsel özerklik. Yukarda sıralananlar da dahil olmak üzere, vatandaşlar, diğer haklarını kullanabilmek için, siyasi partiler ve menfaat grupları da dahil olmak üzere, görece özerk kuruluşları ve örgütleri kurma hakkına sahip olmalıdır.
Yukarıdaki bölümlerde yer verdiğimiz teorik ilkeler, görüşler temelinde günümüz Türkiye’si üzerine bir değerlendirme yaptığımızda demek gerekir ki; 07 Haziran 2015 tarihinde yapılan seçimler sonucu oluşan parlamento çalışamaz durumdadır. 01 Kasım 2015 tarihinde yapılacak olan genel seçimlerin özgür ve adil şekilde yapılması ciddi tehdit altındadır. Zira seçim güvenliği yoktur, kalmamıştır.
Daha şimdiden seçimin sonuçları üzerinde etkili olacak şekilde seçim sandıklarının belli yerlere taşınması yoluna gidiliyor olması bunun en somut kanıtıdır. Vatandaşların, en geniş anlamıyla siyasal meseleler hakkında, ciddi bir ceza tehdidi altında olmaksızın, rejimin, sosyo-ekonomik düzenin, yürürlükte bulunan ideolojinin eleştirisi de dahil olmak üzere, kendi düşüncelerini ifade edebilme hakkı engellenmiştir. Muhalif olanların bir kısmı tutuklu, diğer bir kısmı tehdit altında olmakla, konuşamaz, yazamaz durumdadır.
Havuz medyası olarak isimlendirilen yazılı ve görsel medyanın çok büyük bir kısmı siyasal iktidarın kontrolü altındadır. Seçimle gelen ama seçimle gitmeye pek niyetli ve gönüllü olmayan AK Parti’nin, seçime gidilen bu süreçte, sosyal paylaşım sitelerini kapatması, bazı haber ajanslarına baskınlar düzenlemesi, Türk Telekom bünyesinde faaliyet gösteren TTNET’in dijital platformu TİVİBU’daki bazı muhalif televizyon kanallarının yayınlarına son verdirmesi, bu kanalların sözleşmelerinin yenilenmemesi nedeniyle muhalif medya, çok büyük ölçüde susturulmuş, etkisiz hale getirilmiş durumdadır. Bütün bu yapılanlarla, yurttaşların alternatif enformasyon/haber kaynaklarına ulaşma olanakları hukuk dışı yollarla engellenmiştir.
Daha şimdiden seçimin sonuçları üzerinde etkili olacak şekilde seçim sandıklarının belli yerlere taşınması yoluna gidiliyor olması bunun en somut kanıtıdır. Vatandaşların, en geniş anlamıyla siyasal meseleler hakkında, ciddi bir ceza tehdidi altında olmaksızın, rejimin, sosyo-ekonomik düzenin, yürürlükte bulunan ideolojinin eleştirisi de dahil olmak üzere, kendi düşüncelerini ifade edebilme hakkı engellenmiştir. Muhalif olanların bir kısmı tutuklu, diğer bir kısmı tehdit altında olmakla, konuşamaz, yazamaz durumdadır.
Havuz medyası olarak isimlendirilen yazılı ve görsel medyanın çok büyük bir kısmı siyasal iktidarın kontrolü altındadır. Seçimle gelen ama seçimle gitmeye pek niyetli ve gönüllü olmayan AK Parti’nin, seçime gidilen bu süreçte, sosyal paylaşım sitelerini kapatması, bazı haber ajanslarına baskınlar düzenlemesi, Türk Telekom bünyesinde faaliyet gösteren TTNET’in dijital platformu TİVİBU’daki bazı muhalif televizyon kanallarının yayınlarına son verdirmesi, bu kanalların sözleşmelerinin yenilenmemesi nedeniyle muhalif medya, çok büyük ölçüde susturulmuş, etkisiz hale getirilmiş durumdadır. Bütün bu yapılanlarla, yurttaşların alternatif enformasyon/haber kaynaklarına ulaşma olanakları hukuk dışı yollarla engellenmiştir.
Bütün bu yapılanlar, adil ve eşit koşullarda yarışma demek olan, demokratik sistemin en önemli aracı, dönüştürücüsü olarak kabul edilen seçim hukukuna, seçim ahlakına, seçim etiğine aykırıdır ve de suçtur. Bu şekilde yapılacak seçimlerin üzerine daha şimdiden meşruiyetsizlik gölgesi düşmüş durumdadır. Yani hal ve gidiş iyi değildir, iyi olmamanın ötesinde ülkemizin ve demokrasimizin geleceği yönünden bugün içinde bulunduğumuz durum vahimdir, hazindir. Herkesin, ama en başta iktidar partisinin aklına başına toplamasında, yaşanan kaosu geleceğe taşımamasında ve bu kaos ortamının kronikleşmesinin önüne geçmesinde yarar ve hatta zorunluluk vardır.
‘Eğer demokratik bir sistemde zulmün bir kaynağı seçimle gelmiş otokratlarsa, ikincisi halkın kendisidir’ diyor Hindistan asıllı Amerikalı siyaset bilimci Fareed Zakaria. Amerikan siyasi tarihinin izlenmesine ve değerlendirilmesine ışık tutan önemli yazıları içeren Federalist Belgeler’e ve özellikle James Madison ile 1800’lü yılların Amerika’sına ilişkin siyasi ve toplumsal gözlemleri içeren ‘Amerika’da Demokrasi’ adlı kitabın yazarı Tocqueville’e yollamada bulunan Fareed Zakaria devamla şunları yazıyor; ‘Demokratik yönetimin özünü çoğunluğun mutlak egemenliği oluşturmakla, demokraside baskı tehlikesi topluluğun çoğunluğundan gelir. Birey ve azınlık haklarının korunması için var olan ve bilinen önlemler alınmadığı takdirde, gelişmekte olan ülkelerin geride kalan son on yılda yaşadığı demokrasi deneyiminde görüldüğü üzere, çoğunluk, kimi zaman sessizce, kimi zaman gürültülü biçimde kuvvetler ayrılığı ilkesini eritir, insan haklarının kuyusunu kazar, hoşgörü ile adalet geleneklerini yozlaştırır.’
Üzülerek ifade etmek gerekir ki, Türkiye ne yazık ki bugün, Fareed Zakaria’nın yukarıdaki yazısında resmettiği bir süreçten geçmektedir. Bu durum ülkemiz için son derece hazin olduğu gibi, iktidara geldiği tarihten, 2010-2011 yıllarına kadar izlediği reformist ve özgürlükçü politikalar sayesinde Avrupa Birliği’nden müzakere tarihi alan, Türkiye’ye, Avrupa Birliği’ne ‘aday ülke olma’ statüsü kazanan, bu başarılarından dolayı neredeyse tüm dünya tarafından alkışlanan AK Parti’nin geldiği nokta açısından çok daha hazindir.
AK Parti, Hitler’in Nasyonal Sosyalist Parti’si, Mussolini’nin İtalyan Faşist Parti’si, Lenin’den Stalin’e miras kalan Komünist Parti, Talat ve Enver Paşaların İttihat ve Terakki Parti’si ve benzeri diğer siyasi partiler gibi tarihin çöplüğüne gitmek istemiyorsa eğer, tuttuğu yoldan derhal geri dönmeli, çok yara almış olan demokrasiyi, hukuk devletini restore etmelidir.
Dileğimiz elbette budur, böyledir. Peki, AK Parti bunu yapabilir mi? Bana göre yapamaz. Çünkü aklını, dengesini, bir zamanlar az çok sahip olduğu değiştirici, dönüştürücü gücünü ve kimliğini kaybetmiştir. Tam bir akıl tutulması içindedir.
Peki, ne olacak? Ülkeyi içinde bulunduğu bu kaotik ortamdan kim kurtaracak? Halk. Önümüzdeki genel seçim bunun için önemlidir ve Türkiye için kaçırılmaması gereken bir fırsattır. Demokrasinin en büyük nimeti seçimdir zira. Seçim daha iyinin geleceğinin güvencesi değildir elbette. Sadece böyle bir şansı ve umudu verir insanlara. Demokrasinin güzelliği de bundan dolayıdır. Halk bu seçimde tercihini ya demokrasi yönünde kullanacak ya da Türkiye’yi halen yönetmekte olan ‘çoban-kral’ yönetimini tercih edecektir.
‘Adem toprağı beller, Havva yün eğirir, peki centilmen kimdir? diyelim ve seçimlerin belirleyeceği centilmenin gelmesini bekleyelim.
Nasıl olsa ‘Mevlam neyler. Neylerse güzel eyler.’
(Bu köşe yazısı, sayın Av. Vedat Ahsen COŞAR tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)
(Bu köşe yazısı, sayın Av. Vedat Ahsen COŞAR tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)