Cumhuriyet, bir ulusun kendi kaderi üzerindeki iradesini hukukun temeline yerleştirdiği en büyük siyasal devrimdir. 29 Ekim 1923 yılında ilan edilen Cumhuriyet, yalnızca yönetim biçiminde bir değişimi değil, aynı zamanda bireyin öznesi olduğu bir toplum düzeninin inşasını ifade eder. Bu inşa sürecinde akıl, adalet ve hukuk birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak ele alınmıştır. Çünkü Cumhuriyet’in temelinde, iktidarın kaynağını kutsal ya da şahsi otoritelerden değil, hukukun üstünlüğü ve millet iradesinden alan bir anlayış vardır. Cumhuriyet’in 102. yılına girerken, bu tarihsel mirasın anlamı yalnızca geçmişi anmakla sınırlı değildir; aksine, geleceği hangi değerler üzerine kuracağımıza dair bir muhasebe zorunluluğu taşır. Bugün “hukuk devleti” ilkesi, yalnızca bir anayasal norm değil, Cumhuriyet’in yaşaması için vazgeçilmez bir teminattır. Zira bir devletin varlığı, ancak hukukla sınırlandığı ve yurttaşın haklarını güvence altına aldığı ölçüde meşrudur. Cumhuriyet’i kalıcı kılan da işte bu ilkedir: Egemenliğin kaynağını halkta, sınırını ise hukukta bulan bir düzenin sürekliliği.
Türkiye’nin yüz iki yıllık modernleşme serüveni, hukuk devleti idealinin her dönemde yeniden sınandığı bir süreçtir. Bu süreçte kimi zaman siyasal müdahalelerle, kimi zaman toplumsal kırılmalarla karşılaşılmış; ancak her defasında hukuka dönmek, sistemin kendini yenileyebilmesinin ön koşulu olmuştur. Bu nedenle Cumhuriyet, durağan bir miras değil, her kuşağın yeniden yorumlaması gereken dinamik bir sözleşmedir.
Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte Türkiye, yalnızca bir yönetim biçimini değil, aynı zamanda hukuk düşüncesinin temelini değiştiren bir zihniyeti benimsemiştir. Osmanlı’dan devralınan, dini meşruiyete dayalı mutlak monarşi anlayışı yerine; evrensel hukuk, insan hakları ve laiklik ilkeleriyle şekillenen bir düzen kurulmuştur. 1921 ve 1924 Anayasaları, halk egemenliğini merkeze alan yeni bir anayasal bilincin temel taşlarını oluşturmuştur. Egemenliğin kaynağını “millet iradesi” olarak belirleyen Cumhuriyet, böylece iktidarın sınırlarını belirleyen ilk kurumsal çerçeveyi de çizmiştir.
Hukuk devleti ilkesi, Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen reformların merkezinde yer almıştır. Çünkü Atatürk için hukuk, yalnızca toplumsal düzenin değil, aynı zamanda medeniyet seviyesinin göstergesiydi. Hukukun üstünlüğü, bireyin devlet karşısında güvenliğini sağlayan bir ilke olarak kabul edilmiş, bu amaçla yargı bağımsızlığı, kanun önünde eşitlik ve laiklik temel taşlar olarak benimsenmiştir. 1926 tarihli Türk Medeni Kanunu, kadının toplumsal statüsünü eşitlik ilkesine dayalı olarak yeniden tanımlamış; ceza, ticaret ve idare hukukundaki düzenlemeler ise devletin modernleşme sürecini hukuki bir çerçeveye oturtmuştur.
Cumhuriyet’in hukuk devleti anlayışı, yalnızca yasal normların varlığına indirgenemeyecek kadar derin bir felsefi içeriğe sahiptir. Bu anlayış, yasaların var olmasından çok, bu yasaların adalet ve insan onuru temelinde uygulanmasını esas alır. Bir başka ifadeyle, Cumhuriyet’in hukuk devleti ideali, şekilsel bir kanun devletinden çok, vicdanla bütünleşmiş bir hukuk düzenini ifade eder. Çünkü gerçek anlamda hukuk devleti, yalnızca devletin değil, toplumun da adalet fikrine bağlı kaldığı düzendir. Laiklik ilkesi ise bu hukuk düzeninin hem teminatı hem de özgürlük alanıdır. Laiklik, sadece din ve devlet işlerinin ayrılması değil, aynı zamanda bireyin inanç ve düşünce özgürlüğünün korunması anlamına gelir. Cumhuriyet, laiklik ilkesini benimseyerek hukukun nesnelliğini güvence altına almış; böylece hiçbir inanç, kimlik veya fikir, hukukun üstünde konumlanmamıştır. Bu durum, Cumhuriyet’in adalet anlayışını evrensel normlarla buluşturan en güçlü dayanak olmuştur.
Zaman içinde, hukuk devleti ilkesi farklı toplumsal ve siyasal dönemlerde çeşitli sınavlardan geçmiş; ancak her defasında Cumhuriyet’in temel değerlerine dönüş, bir tür yeniden doğuşun işareti olmuştur. 1961 ve 1982 Anayasaları, hukuk devleti kavramını açıkça tanımlayarak bu ilkenin anayasal güvenceye kavuşturulmasını sağlamıştır. Özellikle yargı bağımsızlığı, temel hakların korunması ve idarenin yargı denetimine tabi olması gibi düzenlemeler, Cumhuriyet’in kurucu ideallerinin sürekliliğini göstermektedir.
Bugün, Cumhuriyet’in 102. yılında hukuk devleti ilkesi hâlâ bu ülkenin en güçlü pusulasıdır. Çünkü Cumhuriyet’in kurucu felsefesi, adaletin yalnızca bir kavram değil, her bireyin yaşam hakkının, özgürlüğünün ve onurunun teminatı olduğuna inanır. Bu nedenle Cumhuriyet, kendini her dönemde yeniden var eden bir hukuk bilinci olarak yaşar. Yüz iki yıldır yalnızca bir yönetim biçiminin değil, aynı zamanda bir hukuk bilincinin adıdır. Bu bilinç, devletin varlık nedenini vatandaşın onurunu korumakta gören bir anlayışa dayanır. Hukuk devleti ilkesi, geçmişten bugüne Cumhuriyet’in en güçlü dayanağı olmuş; hiçbir gücün hukukun üstünde yer alamayacağı fikrini anayasal bir ilke hâline getirmiştir. Bu yönüyle Cumhuriyet, egemenliği halka verirken, adaleti de halkın ortak vicdanına emanet etmiştir.
Hukukun üstünlüğü, yalnızca bir anayasal norm değil, toplumsal bir kültür meselesidir. Yasaların uygulanmasında eşitlik, yargının bağımsızlığı, idarenin denetlenebilirliği ve temel hakların güvence altında olması, hukuk devletinin yaşaması için zorunlu koşullardır. Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girerken bu ilkeler, birer tarihsel kazanım değil, gelecek kuşaklara devredilmesi gereken bir sorumluluk olarak karşımızda durmaktadır. Çünkü hukuk devleti, yalnızca mevcut kuşağın değil, gelecek kuşakların da özgürlüğünü korur.
Cumhuriyet’in kurucu aklı, hukuku bir iktidar aracı değil, bir özgürlük zemini olarak görmüştür. Bu anlayış, bugün de yol göstericiliğini sürdürmektedir. Zira adaletin zayıfladığı bir yerde Cumhuriyet’in ruhu eksilir; hukukun üstünlüğü korunduğu sürece ise Cumhuriyet kendini yeniler. Atatürk’ün “Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir” sözü, hukuk devleti idealinin en yalın ifadesidir: Devletin varlık sebebi, güçlüleri korumak değil, güçsüzü adaletin güvencesi altına almaktır. Bu nedenle Cumhuriyet’in 102. yılı, yalnızca geçmişe dönük bir anma değil, geleceğe yönelik bir taahhüttür. Her kuşak, Cumhuriyet’in hukuk düzenini korumakla, adaleti her yurttaş için erişilebilir kılmakla yükümlüdür. Çünkü Cumhuriyet’in gerçek anlamı, yalnızca 29 Ekim 1923’te kurulmuş bir rejim değil, her gün yeniden savunulması gereken bir hukuk ve vicdan düzenidir.
Av. Hazal BUDAK






