Hukuk Devleti İlkesi Gereğince Devletin Sorumluluğu
Hukuk devleti ilkesi gereğince devlet, vatandaşların devlete karşı güven duymasını sağlayan en önemli dayanaktır. Devletin her türlü eylem ve işleminin hukuka uygun olmasını zorunlu kılınması ve devletin bireylerin haklarını ihlal etmekten kaçınmasının zemini niteliğindedir. Hukuk devleti, yalnızca kanunların varlığı ile değil kanunların devlet tarafından doğru uygulanmasıyla hayat bulmaktadır. Bu bağlamda hukuk düzeninde çoğunlukla bireylerden üstün konumda olan devletin de bireylere karşı vermiş olduğu zararlardan dolayı ya da kendisine kuruluşundan itibaren yükletilen yükümlülüklerden dolayı sorumlu olması hukuk devleti anlayışının somut bir gereğidir.
Devletin sorumluluğu, idarenin kamu hizmetlerini yerine getirirken yaptığı hatalar, ihmaller veya haksız fiiller nedeniyle ortaya çıkan zararların tazmin edilmesiyle karşılık bulmaktadır. Devletin sorumluluğu, ilk defa 1961 Anayasası’nın 114. maddesinde “İdare kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.” suretiyle yer almıştır. Benzer surette 1982 Anayasası’nın 125. maddesinde “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır” şeklinde yer almaktadır. Bu şekildeki sorumluluk anlayışının varlığı, kişilerin devlete karşı olan güvencelerini pekiştirmekte ve devletin vatandaşlara karşı sorumluluk taşıyan bir yapı olarak şekillenmesini sağlamaktadır. Bu sayede devletin keyfi kararlar alması engellenecek; kişiler haklarının ihlal edildiği takdirde devletin yargı mercileri önünde incelenmesini ve gerektiği hallerde kişilerin zararlarını tazmin ettirme hakkı tanınacaktır. Bu sorumluluğun bir diğer sonucu ise devletin tüm organlarının ve görevlilerinin, hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı olarak hareket etme zorunluluğuna sahip olması ve devlet gücünü kötüye kullanılmasını önlenilmesidir. Danıştay, devletin hukuki sorumluluğunu “kamusal faaliyetler sonucunda, idare ile yönetilenler arasında yönetilenler zararına bozulan ekonomik dengenin yeniden kurulmasını, idari etkinliklerden dolayı bireylerin uğradığı zararın idarece tazmin edilmesini sağlayan bir hukuksal kurumdur. Bu kurum, kamusal faaliyetler sebebiyle yönetilenlerin malvarlığında ortaya çıkan eksilmelerin ya da çoğalma olanağından yoksunluğun giderilebilmesi, karşılanabilmesi için aranılan koşulları, uygulanması gereken kural ve ilkeleri içine almaktadır.” şeklinde tanımlamıştır[1].
Devletin sorumluluğu, tıpkı kişilerin sorumluluğu gibi farklı sorumluluk tiplerine ayrılmaktadır: Bunlar karşımıza kusur (hizmet) sorumluluğu ve kusursuz sorumluluk olarak çıkmaktadır.
Kusur (Hizmet) Sorumluluğu
Kusur sorumluluğu, idarenin yapmakla yükümlü olduğu bir kamu hizmetinin kuruluşunda, teşkilatın yapısında, personelde ya da işleyişinde gereken emir, direktif ve talimatların verilmemesi, nezaret ve denetiminin yapılmaması, hizmete özgülenen araçların yetersiz, elverişsiz, kötü olması, hizmet için gereken tedbirlerin alınmaması, geç, vakitsiz hareket edilmesi veya hiç faaliyette bulunulmaması sonucu oluşan bir takım aksaklık, aykırılık, bozukluk, özensizlik, eksiklik ve sakatlık olarak sayılmıştır[2]. Danıştay’ın belirlemiş olduğu ve yukarıda sayılmış olan bu durumlarda kişilerin doğan zararlarının tazmin edilmesi hizmet kusuru kapsamında idarenin yani devletin sorumluluğu olarak ifade edilmiştir[3]. Keza Danıştay da bu sorumluluğu “İdare, yürütmekle yükümlü olduğu kamu hizmetlerini yerine getirirken, gerekli teşkilatı kurmak, bu teşkilatın ayni, şahsi ve mali imkân ve araçlarını hizmete hazır tutmak, hizmetin ifası sırasında hizmetin zamanında ve gereği gibi işlemesine devamlı olarak nezaret etmek ve hizmetin işleyişini kontrol etmekle sorumludur. Gerek hizmetin ayni, şahsi ve mali imkân ve araçlarının temin ve ifasındaki kusur, gerekse temin edilen bu araçlarla ifa olunan hizmetin geç işlemesi, gereği gibi veya hiç işlememesi; idareye, zarar gören kimselerin bu sebeplerle doğan zararlarını tazmin sorumluluğunu yükler” şeklinde ifade etmiştir[4]. Bu anlamda hizmet kusuruyla doğan zararı, özel hukukumuzdaki kast, dikkatsizlik, ihmal veya özensizlikten doğan kusur sorumluluğuna benzetmek mümkündür. Hizmet kusuru; hizmetin geç işlemesi, hizmetin kötü işlemesi ve hizmetin hiç veya yetersiz işlemesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Sağlık hizmetlerinde sık sık karşılaşılan bu durumlar başta hekim ve sağlık personelinin yeterli sayıda olmaması, araç ve gereçlerin eksik ya da bakımsız kalması, hasta sayısının yoğunluğu gibi sebeplerden kaynaklanmaktadır. Danıştay, ortaya çıkan zararlarda genel olarak kusur sorumluluğunu uygulamaktadır[5].
Anayasanın 129. maddesinde “Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir.” denilmek suretiyle hizmet kusurundan doğan davalarda idarenin kamu görevlileri yerine geçerek zararı gidermesinin ardından kendisine sorumluluk yükletilen kamu görevlisinin zararı karşılaması da ele alınmıştır.
Demek ki devletin kusur sorumluluğundan anlamamız gereken, devletin yapmakla yükümlü olduğu ve yerine getirmesi gereken hizmetin ifası olarak anlaşılabilir. Bu yükümlülüğü ve hizmeti yerine getirirken çıkan her zararın kendisine yükletilmesi de mümkündür. COVID-19 açısından devletin kusur sorumluluğunu dikkate aldığımızda yeterli sağlık personelinin hizmete sunulmaması, ihtiyaca cevap verecek ilacın hastaya ulaştırılamaması ya da yanlış uygulama sonucu ölümlerin gerçekleşmesi pekala kusur sorumluluğunu gündeme getirmektedir.
Kusursuz Sorumluluk
Hukukun gelişmesiyle birlikte yaygınlaşan sosyal devlet anlayışı nedeniyle devlet kamu hizmetlerini sağlarken dezavantajlı olan gruplara destek ve olağanüstü durumlarda toplumsal refahı sağlamak zorundadır. Bu kapsamda devlet, kusurlu davranışı yani eylem ya da işlemi bile olmasa da meydana gelmiş olağan dışı zararlardan sorumlu tutulmaktadır. Devletin sorumluluğunda her ne kadar hizmet kusuru esas olsa da kimi durumlarda devlet zarar görenin zararını gidermek zorundadır. Özel hukukta yer alan sınırlı olarak sayılmış kusursuz sorumluluk hallerinin aksine devletin kusursuz sorumluluğu belirli ilkeler kapsamında şekillenmektedir. Bu ilkeler genel kabul itibariyle üç adettir: risk (hasar teorisi) ilkesi, kamu külfetleri karşısında eşitlik (nesafet ve hakkaniyet) ilkesi ve sosyal risk ilkesidir.
İlk olarak risk ilkesi, yürütülen kamu hizmetinin barındırdığı külfetler haricinde kişilere tehlikeli faaliyetler veya kullanılması gereken tehlikeli araçlar nedeniyle özel bir külfet getirilmesi halinde ortaya çıkan zararları devletin tazmin etmesidir. Yine Mecelle’nin 86. maddesinde “Mazarrat menfaat mukabelesindendir. Yani bir şeyin menfaatine nail olan onun mazarratına da mütehammil olur.” şeklinde ifade edilen ve “bir şeyin menfaatine nail olan, onun zararına da tahammül etmelidir” anlamına gelen ilkeyle bu sorumluluk açıklanmaktadır. Bu kapsamda risk ilkesinden doğan zararlar ile söz konusu kamu hizmeti arasında nedensellik bağının kurulması yeterli görülmektedir.
Diğer bir ilke olan kamu külfetleri karşısında eşitlik ilkesine baktığımızda esasında kaynağı yukarıda detaylı izah edilmiş sosyal devlet ilkesi ve Anayasa’nın başlangıç kısmında yer alan “her Türk vatandaşının nimet ve külfetlerde ortak olması” ifadesinden esinlendiğini söylemek yerinde olacaktır. Buna göre genelde bayındırlık ve diğer zirai işlerde olmak üzere idarelerin kamu yararını gözetmelerine rağmen belli kişilerin bu yükü yüklenerek zararları olması halinde aradaki dengenin kurulması amacıyla devletin bu zararı tazmin etmesidir[6]. Bu ilke Danıştay tarafından da “Fedakârlığın denkleştirilmesi ilkesi veya kamu külfetleri karşısında eşitlik ilkesi; idarenin, nimetleri tüm toplum tarafından paylaşılan hukuka uygun eylem ve işlemlerinin külfetlerinin belli kişi veya kişilerin üzerine kalmamasını, uğranılan zararın idarenin bir kusuru olmasa bile tazmin edilmesini öngörmektedir. Fedakârlığın denkleştirilmesinden söz edebilmek için idarenin, kamu yararını gerçekleştirmek, toplumsal bir ihtiyacı karşılamak için hizmet yürütmesi ve bir faaliyette bulunmuş olması, idarenin, bu hizmetinden tüm toplum yararlanacak olmasına karşın davacıların bir külfet altına sokulmuş ve kamu yararı lehine özel bir fedakarlığa katlanmak zorunda bırakılmış olması gerekmekte ve bu şekilde bozulan kamu külfetlerinin dağılımındaki dengenin bir denkleştirmeyle yeniden kurulması gerekmektedir. Bu denkleştirme ise kamu yararını gerçekleştirmek için girişilen bu hizmet nedeniyle zarara uğramış olanların zararlarının idarece tazmin edilmesi suretiyle gerçekleşecektir.” şeklinde açıklığa kavuşturulmuştur[7]. Diğer bir anlatımla aslında vatandaşın devletin menfaatine uygun olarak kamu varlığının gelirine her zaman vergi ödemesi karşısında külfetin gerçekleştiği vakitte de kimi zaman bunun zarar meydana getirmesi şartıyla bir denkleştirmenin mevcudiyetiyle devletin bunu ortadan kaldırmasına fedakarlığın denkleştirilmesi veya kamu külfetleri karşısında eşitlik ilkesi denilebilmektedir.
Son olarak sosyal risk ilkesi incelendiğinde yine aynı kolektif sorumluluk içerisinde kimi zaman nedenselliğin hiç kurulmadığı ülkemizde özellikle terörden zarar görenlerin zararlarının karşılanması amacıyla yer edinmiş ve öngörülemeyen toplumsal şiddet barındıran olaylarda zarar gören kişiler için dayanak oluşturmaktadır. Danıştay bu ilke kapsamında nedensellik bağını hiç aramadan zararın "kamu hizmetinin yerine getirilmesi sırasında doğmuş olması" gerekçesini yeterli bulmakta olup zararların tazminine hükmetmektedir[8].
Devletin Yaşam Hakkını Koruma Yükümlülüğü
Modern hukukta her bir bireyin yaşama hakkı korunmaya layık en yüce değer olarak görülmektedir. Yaşam hakkı hukukun güvenceyi aldığı vazgeçilmez ve mutlak bir haktır. Başta insan haklarına dair belgelerden İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 3. maddesinde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. maddesinde ve Anayasa’nın 17. maddesinde “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir” denilmek suretiyle yer verilmiştir. Demek ki insanın insan olmasından kaynaklı olarak tabii bir hakkı olan yaşam hakkı en değerli hakkıdır. Devlet çeşitli ajanlarıyla bireylerin yaşam hakkını korumakla yükümlüdür. Yaşam hakkının korunması, yalnızca fiziksel var oluşla değil, aynı zamanda yaşamın nitelikli ve onurlu biçimde sürdürülmesini sağlamayı da kapsamaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi içtihatlarında yaşama hakkının korunması bakımından devletin hem pozitif hem de negatif yükümlülüklere sahip olduğu kabul edilmiştir. Nitekim Anayasa Mahkemesi birçok kararında “yaşam hakkı kapsamında devletin sahip olduğu pozitif yükümlülükler, kamusal olsun veya olmasın, yaşam hakkının tehlikeye girebileceği her türlü faaliyet bakımından geçerlidir.” şeklinde belirtilmiştir[9].
Sağlık hizmetleri bakımından ise AİHM, Calvelli ve Ciglio/İtalya başvurusunda sözleşmenin 2. maddesinden doğan pozitif yükümlülüğün halk sağlığı özelinde uygulanacağını ifade edilmiştir. Davada devletin pozitif yükümlülüğü, hem özel hastaneler hem de devlet hastaneleri bakımından hastalarının yaşamlarını korumak için gerekli tedbirler almaya zorlayan düzenlemeler yapmalarını zorunlu kılması boyutuyla değerlendirilmiştir[10].
COVID-19 ve Alınan Önlemler
Dünya Sağlık Örgütü, COVID-19 11 Mart 2020’de pandemi olarak kabul etmiş ve küresel bir salgının başlangıcı olmuştur. Salgının bu denli hızla yayılması, dünya genelindeki tüm devletleri çeşitli önlemler almaya mecbur bırakmıştır. Bu çerçevede, birçok ülkede okulların kapatılması, seyahat kısıtlamalarının getirilmesi ve halka açık alanların yasaklanması gibi virüsün yayılmasını engellemeye yönelik tedbirler uygulanmıştır. Aynı zamanda sağlık tesislerine acil yatırımlar yapılmış ve sağlık sistemleri güçlendirilmiştir. Ülkemizde Sağlık Bakanlığı, COVID-19 salgınının başlangıcıyla hızlı bir şekilde organize olmuş ve tedbirler almıştır. Bu süreçte CEPI (Coalition for Epidemic Preparedness Innovations), salgın hastalıklara karşı aşı geliştirme çalışmalarını desteklemek ve hızlandırmak amacıyla kurulmuş bir girişim olup COVID-19’a dair hazırladığı raporda gelecekteki salgınlarla etkili biçimde mücadele edilebilmesi için ortak kusursuzluk sorumluluğa dayanan bir tazminat düzeni geliştirilmesini önermiştir[11].
Ülkemizdeki durumu değerlendirmek adına öncesinde sağlık hizmetlerinden dolayı doğmuş olan zararlarda devletin sorumluluğuna dair verilmiş olan yargı kararlarına bakmakta fayda bulunmaktadır.
Sağlık hizmeti bir kamu hizmeti olduğundan bu hizmetin sunulması esnasında doğabilecek zararlardan pekâlâ devletin sorumluluğuna gidilebilecektir. Danıştay tarafından mevzubahis duruma dair içtihatlarda 2015 yılından itibaren değişikliğe gidilmiştir[12]. Değişiklikten evvel Danıştay tazminat sorumluluğunun doğabilmesi için ağır hizmet kusuru aramaktaydı. Ardından gelen içtihatta ise “İdare hukuku ilkeleri ve Dairemizin içtihatlarına göre, zarar gören kişinin hizmetten yararlanan durumunda olduğu ve hizmetin riskli bir nitelik taşıdığı hallerde, idarenin tazmin yükümlülüğünün doğması için; zararın, idarenin hizmet kusuru sonucu meydana gelmiş olması gerekmektedir. Bünyesinde risk taşıyan hizmetlerden olan sağlık hizmetinden yararlananın zarara uğraması halinde, bu zararın tazmini, idarenin hizmet kusurunun varlığı halinde mümkün olabilir.” şeklinde hüküm kurulmuştur[13].
COVID-19 pandemisiyle başlayan dönemde ise aşı çalışmalarının sonucunda pandeminin etkileri önemli ölçüde azalıp ölüm oranları düşmesine rağmen bu süreçte devletin sorumluluğuna gidilebilecek kusurlu hallerden dolayı tam yargı davası açılabilecektir. Bu hususta ele alınacak ilk durum, salgında görevli hekim ve sağlık personelinin COVID-19 bulaşması sonucunda hayatını kaybetmesidir. Buna dair mesleki risk kavramına değinmek gerekirse mesleki risk, iş ortamında çalışanların sağlığını veya güvenliğini tehlikeye atabilecek durum şeklinde ifade edilebilir. Sağlık alanındaki en önemli risk ise bulaşıcı hastalıklardır. Pandemi döneminde de hekim ve sağlık personellerinin görevli oldukları kamu hastanelerde virüsten koruyucu önlemlerin yeterli ölçüde alınmamış olması durumunda Sağlık Bakanlığı’ndan; özel hastanelerde görevli hekim ve sağlık personelleri ise işverenleriyle birlikte özel hastaneleri denetleme yükümlülüğü bulunan Sağlık Bakanlığı’ndan maddi ya da manevi tazminat talep edebilmelidir[14].
Ele alınması gereken bir diğer can kayıplarının yaşandığı durum ise vaka sayısının hızla artmasının doğal sonucu olarak hasta kişilerin yaşamlarını kaybetmeleridir. COVID-19 vakalarının hızla artması, hastanelerdeki hasta yoğunluğunu artırarak yatak kapasitesinin, ventilatörlerin (solunum destek cihazı) ve diğer tıbbi ekipmanların yetersiz kalmasına neden olmuştur. Ayrıca, tıbbi malzeme ve ilaçlarda yaşanan tedarik sıkıntıları ve gecikmeler tedavi süreçlerini olumsuz etkilemiştir. Yoğunluk nedeniyle diğer acil sağlık durumları özellikle de kronik hastalıkların tedavilerini aksamasına neden olmuştur. Danıştay’ın geçmişte tedavide gecikme nedeniyle davacının ölümüne neden olunduğu olayında idarenin hizmet kusurunun bulunduğunu ve sağlık hizmetlerinin geç işletilmesi nedeniyle ölenin yakınlarına duydukları acı ve üzüntü sebebiyle manevi tazminine karar vermiştir[15]. Hastanede kendisine amniosentez yapıldıktan sonra hastanın vefat ettiği olayda hastane enfeksiyonundan kaynaklanan bu halde sağlık hizmetinin kötü işletilmesi nedeniyle hizmet kusurundan dolayı idareyi zarar tazminine hükmetmiştir[16]. Bir diğer kayda değer karar ise üniversite hastanesinde yenidoğan servisinde yeterli yatak bulundurulmaması ısrarla aranılmasına rağmen ek yatak konulamaması ya da diğer hastalarla yer değişimi gibi alternatif çözüm yolları aranmadan talebin geri çevrilmesi olayında hekimin kusuru olmasa bile sağlık hizmetinin işleyişindeki eksiklik nedeniyle hizmetin gereği gibi yürütülmemesi sonucunda hizmet kusurunun varlığı nedeniyle davalı idareyi zarar tazminine hükmetmiştir[17].
SONUÇ
Bir kişi, kamu sağlık hizmetlerinden yararlanırken, özellikle COVID-19 pandemisi sırasında hastanede tedavi görmüş veya sağlık hizmeti sunmuş bir kişinin yaşamını yitirmesi durumunda, idare tarafından hizmet kusuru söz konusu olabilir. Bu tür durumlarda, ilgili kişiler tarafından açılacak dava, tam yargı davası olarak nitelendirilmektedir. Tam yargı davaları, görevli ve yetkili idare mahkemelerinde açılacaktır. Bu bağlamda, davanın açılabilmesi için gerekli dava şartlarının sağlanması gerekir.
Dava sürecinde, tazminat miktarının belirlenmesi aşamasında, özel hukukta uygulanan tazminat hesaplama yöntemleri izlenir. Bu süreçte hâkim, bilirkişiye başvuracaktır. Bilirkişi raporları, genellikle hekim ve hastane hatalarından kaynaklanan zararların tespitinde kritik bir rol oynamaktadır. Buna ilişkin olarak Yargıtay da kararlarında TBK’nın 62. maddesine gönderme yaparak sağlık görevlisinin kusur oranı belirlenmeksizin oluşan meydana gelen zararın tamamından sorumlu kabul edilmesini ve davada kusuru belirtilen bir bilirkişi raporu olmamasını bozma nedeni saymıştır[18].
Kusursuz sorumluluk hallerinde genellikle bilirkişi raporlarına başvurulmaz; bu durumlarda sorumluluk daha çok doğrudan tespit edilmekte olup, kusurlu sorumluluk durumlarında ise Adli Tıp Kurumu raporlarına başvurulması beklenecektir. Kusurun belirlenmesinin ardından, hesap raporları konusunda adli yargıda olduğu gibi tazminat ilkeleri gözetilerek hesaplamalar yapılır. Buna ilişkin olarak Anayasa Mahkemesi ölüm ve bedensel zararlara ilişkin tazminatın nasıl hesaplanacağına dair verdiği kararda “Buna göre, idari eylem ve işlemlerden kaynaklanan ölüme ve vücut sakatlığına bağlı zararlardan dolayı idarenin sorumluluğu, itiraz konusu kuralın yürürlüğe girmesinden önce olduğu gibi yargı içtihatlarıyla oluşturulan kusur ve kusursuz sorumluluk ilkelerine göre belirlenecek, uğranılan zararın miktarı ise itiraz konusu kural uyarınca Borçlar Kanunu hükümlerine göre hesaplanacaktır.” şeklinde değerlendirmiştir[19].
Aktif ve pasif dönem ayrımları belirlenir ve hesaplama, olayın gerçekleştiği tarih itibariyle başlatılır. Ayrıca, adli tıp kurumu raporuna uyulması zorunlu olmamakla birlikte, tıp fakülteleri ve hastaneler tarafından hazırlanan raporlar da dikkate alınabilir[20].
Doğan zarardan dolayı her ne kadar devletin asli sorumluluğu olsa da dayanaklarının Anayasa’dan anlaşılacağı üzere ilgili sağlık personeline rücu edilmesi belli koşullar altında mümkündür. Sağlık personeline yükletilmiş tazminat sorumluluğu Kamu Zararlarının Tahsiline İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik’e göre idare tarafından tahsil edilecektir. Sağlık personeli, ödemesi gereken tazminat tutarına bu yönetmelik kapsamında itiraz da edebilir. Bu itiraz, ilgili idare tarafından haksız görüldüğü takdirde idare tarafından memur aleyhine asliye hukuk mahkemelerinde rücu davası açılacaktır[21].
(Bu köşe yazısı, Avukat Maşallah MARAL tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)
KAYNAKÇA
AKGÜL A., “İdarenin Sağlık Hizmetlerinden Doğan Tazmin Sorumluluğu Ve Danıştayın Yeni Yaklaşımı”, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi C. XX, Y. 2016, S.1, Ocak 2016.
BERBEROĞLU İbrahim, “Genel Hatlarıyla Devletin Hukuki Sorumluluğuna İlişkin İlkeler”, Danıştay Dergisi Y.40 S.124 2010.
ÇELİK Çelik A., Yargıda Ölüm ve Bedensel Zararlar Nedeniyle Tazminat Davaları, Seçkin Yayınları 2. Baskı, Ankara 2022.
DUVAN ÖZKAN A., “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 2. Maddesi Çerçevesinde Yaşam Hakkının Korunmasında Devletin Yükümlülüğü”, MÜHF-HAD C.24 S.2, Aralık 2018.
GÖZLER Kemal, İdare Hukuku, 3. Baskı, C.2, Ekin Yayınları, Bursa, Mayıs 2019.
KAĞITCIOĞLU M., PAKSOY M.S, “Aşı Nedeniyle Özellikle COVID-19 Aşısı Sonrasında Ortaya Çıkan Zarardan İdarenin Sorumluluğu”, MÜHF-HAD C.30 S.1, Haziran 2024.
TAŞCI B. İzzet, “Sağlık Hizmetlerinin Sunumunda İdarenin Tazmin Sorumluluğu”, Türk İdare Dergisi Y.94 S.494, Haziran 2022.
https://www.lexpera.com.tr/
https://www.anayasa.gov.tr/tr/kararlar-bilgi-bankasi/
https://karararama.danistay.gov.tr/
https://karararama.yargitay.gov.tr/
------------------
[1] Danıştay, 15. D., E. 2013/5356, K. 2016/3705,T. 23.5.2016.
[2] Danıştay 10. D., E. 2014/2613 K. 2018/103 T. 24.1.2018.
[3] GÖZLER Kemal, İdare Hukuku, 3. Baskı, C.2, Ekin Yayınları, Mayıs 2019, Bursa, s.1083.
[4] Danıştay İDDGK, E. 2012/1657, K. 2014/3421, T. 3.11.2014.
[5] KAĞITCIOĞLU M., PAKSOY M.S, “Aşı Nedeniyle Özellikle COVID-19 Aşısı Sonrasında Ortaya Çıkan Zarardan İdarenin Sorumluluğu”, MÜHF-HAD C.30 S.1, Haziran 2024, s.41.
[6] ÇELİK Çelik A., Yargıda Ölüm ve Bedensel Zararlar Nedeniyle Tazminat Davaları, Seçkin Yayınları 2. Baskı, Ankara 2022, s.253
[7] Danıştay 8. D., E. 2016/14574 K. 2020/3976 T. 1.10.2020
[8] BERBEROĞLU İbrahim, “Genel Hatlarıyla Devletin Hukuki Sorumluluğuna İlişkin İlkeler”, Danıştay Dergisi Y.40 S.124 2010,s. 15-16.
[9] Anayasa Mahkemesi, Salih Ülgen ve diğerleri, B. No: 2013/6585, 18/9/2014; Adem Ülgen ve diğerleri, B. No: 2013/6581, 25/2/2015.
[10] DUVAN ÖZKAN A., “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 2. Maddesi Çerçevesinde Yaşam Hakkının Korunmasında Devletin Yükümlülüğü”, MÜHF-HAD C.24 S.2, Aralık 2018, s.668.
[11] Kağıtcıoğlu/Paksoy, s.38
[12] AKGÜL A., “İdarenin Sağlık Hizmetlerinden Doğan Tazmin Sorumluluğu Ve Danıştayın Yeni Yaklaşımı”, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi C. XX, Y. 2016, S.1, s.279
[13] Danıştay 15. D. 12.12.2013, E:2013/4237, K:2013/10653; 23.1.2014, E:2012/12332, K:2014/116, 23.09.2014 E:2013/4116, K:2014/6354; 24.12.2014, E:2013/4440, K:2014/10032
[14] Çelik, s.435
[15] Danıştay 15. D. 04.03.2014, E.2013/3258, K.2014/1371.
[16] Danıştay 15. D. 17.04.2018, E.2013/11488. K.2018/3852
[17] Danıştay 15.D., T. 12.03.2014, E.2013/3865, K.2014/1691.
[18] Yargıtay 4. HD, T. 06.03.2019, E. 2016/16776, K. 2019/1236; Yargıtay 4. HD, T. 25.01.2018, E. 2016/4400, K. 2018/433
[19] Anayasa Mahkemesi, 22.10.2014 tarih ve E. 2014/94, K. 2014/160 sayılı Karar, RG 04.03.2015, S. 29285
[20] Çelik, s.583-587.
[21] TAŞCI B. İzzet, “Sağlık Hizmetlerinin Sunumunda İdarenin Tazmin Sorumluluğu”, Türk İdare Dergisi Y.94 S.494, Haziran 2022, s.356-358.