Yaklaşık bir ay önce “Hukuk Felsefesi” isimli bir kitap yazmaya başladım. Bu kitabı yazmaya başlamamın tek nedeni değil belki ama en önemli nedeni, öğretim görevlisi olarak görev yaptığım Ankara Bilim Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde, bu akademik yılda Hukuk Felsefesi dersini verecek olmamdır.

En geç bir ay içerisinde bitirmeyi planladığım bu kitap için yazdığım önsözü, aşağıda sizinle paylaşıyor ve size iyi okumalar diliyorum. Saygılarımla.

ÖNSÖZ

Bana eski çağ bilimlerini öğrettiler bir izbe sokağında…yalnızlığımı geçirdim ben orada. Öte dünyadanım ben, göreceğim bir iş yok burada.”

Bu sözler, şiirde sembolizmin en önemli temsilcilerinden birisi, belki de en önde geleni olan Fransız şair Arthur Rimbaud’a ait. Bu Rimbaud’un bu sözleriyle yazmaya başlamamın nedeni, birilerin eski çağ bilimlerini bana da öğretmiş olması ya da ilgi duyduğum için bunu benim az ya da çok öğrenmiş olmamdır.

Kökü eski çağa, kadim Yunanistan’a ve Roma’ya kadar giden bir eski çağı bilimi olan felsefeye ilgim bundandır, bundan dolayıdır. Bu kitabı bunun için yazdım.

Rimbaund gibi ben de yalnızım. Ama Rimbaund’un söylediği gibi ben yalnızlığımı, bir izbe sokağında geçirmedim. Zira Mevlana’nın söylediği gibi “yanımda kimse olmadığından değil benim yalnızlığım, yalnız olduğumu söyleyeceğim kimse olmadığından yalnızım ben.” Öyle olduğum için de ben yalnızlığımı, başka yerlerde ve zamanlarda, sessiz gecelerde, sabahın erken saatlerinde çalışarak, yazarak, müzik dinleyerek, kitap okuyarak geçirdim, geçiriyorum.

Rimbaud gibi ben de “başka bir dünyadanım.” Ama onun gibi bu dünyada yapacak bir işim yok demiyorum. Zira benim daha yapacak işim, çok işim var, “…giderayak işlerim var bitirilecek…” diyorum. Yapılacak, bitirilecek o işlerden biri de bu kitabı yazmaktı. Onun için yazdım bu kitabı.

Yalnızım demekle yanımda kimse yok demek istemedim. Aksine yanımda çok, pek çok insan var. Ama yalnızlığımı söyleyecek, söylesem de duyacak, anlayacak çok fazla kimse yok. Yine yalnızım demekle, başkalarından iyiyim ya da kötüyüm, eksiğim veya fazlayım demek de istemedim. Sadece başkalarından, çok sayıda başka insandan farklı olduğumu ifade etmek için söyledim bunu. İnsanların çoğunun beni anlamaması, anlayamaması, pek çok insanı da benim anlamamam, anlayamamam ondandır.

Ondan olsa gerek, birçok insan bana yetmiyor ya da ben pek çok insana yetmiyorum. Benim bu durumum, şu küçük fıkrada olduğu gibi bir şey yani: “Yavru bir kutup ayısı bir gün babasına, ailelerinde normal bir ayı olup olmadığını sormuş. Babası olmadığını söylemiş ve sorun nedir diye sormuş. Bunun üzerine yavru kutup ayısı: ‘Mademki bizim ailede normal bir ayı yok, peki o zaman ben neden üşüyorum.’ Bunu anlamak için sordum diye yanıt vermiş.

Ya da benim durumum, Nazım Hikmet’in, “Dünya ve insanları yüreğimde sır/İlmimde muamma değildirler./Ben kurtarıp kellemi nida ve sual işaretlerinden,/Büyük kavgada/Açık ve endişesiz/Girdim safa./Ve dışında bu safın/Toprak ve sen/Bana kâfi gelmiyorsunuz./Halbuki sen harikulâde güzelsin/Toprak sıcak ve güzeldir” dediği gibi bir şey. Yani toprak, sen, o ya da bir başkası bana kafi gelmiyorsunuz.   

Onun için pek çok insandan farklı teneffüs odalarım var benim. Hava almak istediğimde, kendimi dinlemek, dinlendirmek, gezdirmek, eğlendirmek, memnun etmek istediğimde, Amerikalı stres yönetimi ustası Arthur Gordon’ın “washing away your worries/üzüntülerinizi uzakta yıkayın” sözü gelir aklıma.

Öyle zamanlarda, atlarım arabama, alıp başımı uzaklara, kentin veya bulunduğum yerin dışındaki bir yerlere, kırlara, dağlara, ağaçlara, çiçeklere, kuşlara giderim. İçimi kırlara, dağlara, ağaçlara, çiçeklere, kuşlara döker, onlarla konuşur, onlarla arkadaşlık ederim. Kendimi gezdirir, canımın sıkıntısını böylece atarım üzerimden.

İstanbul’da öğrenci iken de kendimi çok gezdirir, üzüntülerimi uzakta yıkar, canımın sıkıntısını böyle atardım. Andre Gide’in “Senfoni Pastoral” isimli kitabındaki şu cümle gibi “Bilinmeyene bir bilet, gidiş-dönüş lütfen” der, nereye gittiğine bakmadan belediye otobüsüne veya halk otobüsüne biner; bir gün Fatih’e, bir gün Balat’a, bir gün Eyüp’e, bir gün, Topkapı’ya, Sultanahmet’e; bir diğer gün banliyö trenine atlayıp Cankurtaran’a, Samatya’ya, Florya’ya, Halkalı’ya; bir başka gün şehir hatları vapuruna binip yoğurt yemek için Kanlıca’ya, gezmek için Bebek’e, Kadıköy’e, Üsküdar’a, Beykoz’a, Adalar’a giderdim.

Fakülteden mezun olduktan sonra Ankara’ya geldiğimde, bazen Ankara Kalesi’ne gider, kalenin dar sokaklarında dolaşırdım. Sonra Çıkrıkçılar Yokuşu’nu gezerek aşağıya Anafartalar’a doğru inerdim. Anafartalar’da eski Adliye Sarayı’nın karşısındaki binaların kişilikli ve ustalık dolu mimari dokusunu seyrederdim hayranlıkla.

Bilmek istersen seni/Can içre ara canı/Geç canından bu anı/Sen seni bil seni!” diyen Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerini ziyarete gider, onun “Nâgehân ol şâra vardım/Ol şârı yapılır gördüm/Ben dahi bile yapıldım/Taş u toprak arasında” diyen manzumesinde ifadesini bulan, evrenin insanla birlikte oluştuğuna dair felsefesini anlamaya çalışırdım.

Ankara Baro Başkanı ve Türkiye Barolar Birliği Başkanı olduğum yıllarda, ara sıra kaçamak yapsam da, sevdiğim bu gezileri uzunca bir zaman yapamadım. Bu görevlerim sona erdikten sonra aslıma rücu ettim ve yeniden yapmaya başladım. Özellikle “kreşendo” dönemini yaşadığım bu günlerde daha fazla yapar oldum.

Dünyayı değiştiremiyorsan, dünyanı değiştirirsin. Hepsi bu!” diyor Stefan Zweig. Ben de “dünyayı değiştiremediğim için, kendi dünyamı değiştirir”; yazar Ali Faik Bak’ın “Renklerim Solarken” isimli o güzel kitabında yazdığı gibi, “Renklerimin solmaya başlamasından mı bilinmez, eskisi kadar tahammülüm kalmadı kötülere ve kötülüklere. En iyisi ben gideyim!” derim ve alır başımı bir yerlere giderim.

Gün olur Ayaş’a, Beypazarı’na, bazen bir kaç arkadaşımla birlikte Sarıyar Barajı’nın kenarındaki balıkçı dostlara gider, üç beş kadeh rakı içerim onlarla. Bir başka gün, Gölbaşı’ndaki Mogan Gölü’ne giderim. Gölün etrafında yürürüm. Sonra Haymana Yolu üzerinde hakim bir tepede durur, yukarıdan gölü seyrederim. La Martine’nin “Ebedi gecesinde bu dönüşsüz seferin/Hep başka sahillere doğru sürüklenen biz/Zaman adlı denizde bir gün bir lahza için/Demirleyemez miyiz?’ diye başlayan o güzel “Göl” şiirini terennüm ederim içimden. Kendimi böylece dinlendirir, böylece arıtır, temizler ve yenilerim.

O nedenle, yani “kötülere, kötülüklere tahammülüm kalmadı, en iyisi ben gideyim” dediğim için; “dünyamı değiştirmek” için; “üzüntülerimi uzakta yıkadığım için; kendimi böylece dinlediğim, dinlendirdiğim, arıttığım, temizlediğim, yenilediğim, kitap yazmayı entelektüel bir faaliyet olarak gördüğüm ve benden geriye bir şeyler bırakmak istediğim için yazdım bu kitabı.

Bu kitabı yazmamın bir diğer nedeni de, öğretim görevlisi olarak ders verdiğim Ankara Bilim Üniversitesi Hukuk Fakültesi müfredatına, bu sene Hukuk Felsefesi dersinin seçimlik değil, ana ders/asıl ders olarak konulması, bu dersi benim verecek olmam nedeniyle öğrencilere derslerinde yardımcı olacak bir ders malzemesi sunmaktır.

Kuşkusuz Hukuk Felsefesi konusunda, benden çok daha yetkin, çok daha donanımlı, çok daha deneyimli, çok daha bilgili hukukçular ve hocalar, onlar tarafından yazılmış çok değerli makaleler ve kitaplar var. Bu kitabı yazarken, her biri bir diğerinden daha değerli olan bu eserlerden azami derecede yararlandığımı ve o nedenle bu eserleri yazan tüm meslektaşlarıma, hocalarıma minnettar olduğumu özellikle ifade etmek isterim.

Geride bıraktığımız analog çağın arkasından dijital çağı açanların en başında gelen Steve Jobs bir konuşmasında şöyle diyor: “Ben kullandığım dili ya da matematiği icat etmedim. Tükettiğim besinlerin çok azını üretiyorum, giysilerimin hiçbirisini ben dikmiyorum. Yaptığım her şey türümüzün diğer üyelerinin yaptıklarına ve üzerinde durduğumuz omuzlara bağlı. Ve çoğumuz türümüze bir şeyler sunarak karşılık vermek ve akıntıya bir şeyler katmak istiyoruz. Mesele bildiğimiz yolla yeni bir şeyler ifade etmeye çalışmaktır. Çünkü Boby Dylan şarkıları besteleyemeyiz, Tom Stoppard piyesleri yazamayız. Sahip olduğumuz yetenekleri derin duygularımızı ifade etmekte, bizden önce insanlığa katkıda bulunmuş kişilere minnettarlığımızı göstermekte ve akıntıya bir şeyler katmakta kullanmak isteriz.

Bu kitabı yazmak konusunda beni motive eden bir diğer neden de budur. Yani “Boby Dylan şarkıları besteleyemediğim, Tom Stoppard piyesleri yazamadığım için, bildiğim yolla, az çok bildiğim, biriktirdiğim hukuk yoluyla, derin duygularımı ifade etmek, benden önce insanlığa, ülkemize, ülkemiz hukukuna, hizmet etmiş olan, yazdıkları değerli kitaplarla ve makalelerle hukuk literatürümüze katkıda bulunan değerli hukukçulara, değerli hocalarıma minnettarlığımı göstermek ve akıntıya bir şeyler katmak” arzumdur.

Vereceğim derslerde öğrencilere rehber olması, yardımcı olması, destek olması için hazırladığım bu kitapta, büyük ölçüde ülkemize pek çok yetkin hakim, avukat, savcı yetiştiren, hocaların hocası Prof.Dr.Ernest Hirch’in “Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi” isimli kitabını esas aldım.

Kitapta, genelden özele doğru giden bir yol izledim, bu bağlamda, önce genel felsefi akımları, okulları, görüşleri, daha sonra hukuk felsefesini, hukuk felsefesinin temel kavramlarını, kurumlarını, teorilerini, okullarını, hukuk idesini, adalet kavramını ele aldım.    

Kitabımın, en başta öğrencilerimiz olmak üzere, hukuka, felsefeye, hukuk felsefesine, ilgi duyanlara yararlı olması en büyük dileğimdir. Bu kitabı yazmakla, eğer ben de “akıntıya bir şeyler” kattıysam, katabildiysem, en büyük mutluluğum ve ödülüm bu olacaktır.

Saygılarımla.