Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece’ Aşık VEYSEL

BİR İHTİMAL DAHA VAR O DA ANLAMLI YAŞAMAK MI DERSİN?

Ah, bana toprak ver, yıldızlı gökyüzünün altında geniş topraklar

Beni tel örgülerin ardına hapsetme

Atımı, sevdiğim vahşi kırlarda sürmeme izin ver

Beni tel örgülerin ardına hapsetme

Bırak kendim gibi olayım, akşam esintisinde

Ve dinleyeyim kavakların mırıltısını

Beni sonsuza kadar sür istersen ama senden ricam

Beni tel örgülerin ardına hapsetme

Bu dizeler Amerikalı şair Robert Fletcher’a ait. ‘Çakal Kelly’ isimli bir kovboyun, kendisini yakalamak için peşinde olan şerife ‘Don’t Fence Me In / Beni Tel Örgülerin Ardına Hapsetme’ diyerek yalvarışını anlatır.

Kreşendo günlerimi yaşamaya başladığım günden beri kimi lüzumsuz insanlara, işlere ve konulara ayırdığım zamandan çok daha fazlasını bunlardan uzak durmaya ve daha çok kendime zaman ayırmaya başlayan ben, tıpkı Çakal Kelly gibi kendimi tel örgülerin ardına hapsetmemek için kırlara, dağlara, ağaçların ve kuşların olduğu yerlere giderim. O yerlerde bir başıma dolaşır, bir ağacın gölgesinde oturup gökyüzünü seyreder, kuşların ve rüzgarın sesini dinler, bütün bunları yaparak daha bir kendim olurum. Özgürlüğün tadını çıkardığım, özgürlüğümün değerini hissettiğim böyle zamanlarda, beni tel örgülerin ardına hapsetmeyen, hiç kimseye mecbur ve muhtaç bırakmayan hayata, hayatıma, sevdiğim kaderime şükreder, Cahit Sıtkı’nın dizeleriyle ‘Her mihnet kabulüm yeter ki / Gün eksilmesin penceremden’ diyerek yaşadığım her güne teşekkür ederim.

Amerikalı müzisyen Cole Porter, Robert Fletcher’in yukarıda yer verdiğim şiirinden güzel bir kovboy şarkısı yapmış. Bu şarkıyı Bing Crosby, Ella Fitzgerald, Roy Rogers gibi seçkin sanatçılar seslendirmiş. Yıllar, yıllar önce her üç sanatçıdan da ayrı ayrı dinlediğim bu şarkıyla benim yeniden buluşmam, Amerikalı psikanalist/yazar Irvin D.Yalom’un ‘Günübirlik Hayatlar’ isimli kitabı sayesinde oldu.

Her üç sanatçının da şarkıyı yorumlama ve icra etme tarzı gerçekten çok güzel. Ama benim en çok beğendiğim yorum, YouTube aracılığıyla sadece dinleme değil, görsel olarak da izleme olanağı bulduğum Roy Rogers’ın, bir yandan Çakal Kelly’nin ‘Trigger’ adındaki atını sürüp bir yandan da şarkıyı söylediği videoda yer alan şovu/görsel icrası oldu.

İlk kez ‘Nietzsche Ağladığında’ isimli romanıyla tanıdığım, sevdiğim ve bütün eserlerini okuduğum Yalom, ‘Günübirlik Hayatlar’ isimli kitabında, tedavisini üstlendiği hastalarının hikayelerinden yola çıkarak, bir yandan kendi kişisel bozgunlarını, diğer taraftan nasıl her günün tadını alabileceğimiz anlamlı bir hayat sürebileceğimizi, insan hayatının kaçınılmaz sonu ve hatta en trajik geçeği olan ölümün ne ifade ettiğini anlatıyor.

Ölüm olgusunu, ‘Ölüm Korkusunu Yenmek’ isimli çalışmasında, ‘Dünyadaki en mucizevi şeyin, çevresindeki insanların birer birer öldüklerini görmesine rağmen hiç kimsenin kendisinin öleceğine inanmaması olduğunu’ yazan meşhur Hint Destanı Mahabharata’nın yaklaşımıyla, her satranç oyununun sonunda olduğu gibi ‘Oyun bittiğinde, oyun nasıl biterse bitsin bütün taşlar aynı kutuya konur’ diyen İtalyan atasözü çerçevesinde ele alan Yalom, yaşadığımız ve yaşayacağımız hayatı bu iki tercih arasında uzlaştırmaya çalışıyor.

Ölümü yadsımanın mutluluk arayışımızı baltaladığını, doğru olanın, hayatın gerçek anlamına uygun bulunanın, en korktuğumuz şeyle, yani ölümle yüzleşmek olduğunu yazan Yalom, bu yüzleşmenin ölüm korkusunu yenmemize yardımcı olacağına vurgu yapıyor. Böyle yapmakla zaman olarak sınırlı olan hayatımızın her anını çok daha bilinçli bir şekilde yaşayacağımızı ifade eden Yalom, devamla hayattaki önceliklerimizi ancak bu şekilde belirleyebileceğimizi, bizim için asıl önemli olan şeylerle ilgilenebileceğimizi söylüyor.

Yalom’un bu eğitici, öğretici, yol gösterici kitabına yönelik eleştirilerde de ifade edildiği üzere hepimiz bu hayatta bizi anlayacak, bize değer verecek birilerine ihtiyaç duyarız. Ama bundan daha önce farkına varmamız gereken çok daha önemli şeyler var hayatta. Kendimizi tanımamız mesela. İnsanları ve dünyayı anlamamız mesela. Hayatı, zorlukları, sürprizleri, acı tatlı anlarıyla bir bütün olarak kabullenmeyi, acılarımızla, başarılarımızla, başarısızlıklarımızla baş etmeyi öğrenmek mesela. Hayatı anlamlı kılmak, hayatımıza bir anlam katmak için başkalarının hayatına dokunmak, başkalarının hayatımıza dokunmasına fırsat vermek mesela. Hizmet verdiğimiz, görev üstlendiğimiz yer her neresi ise orada eser ve eserler bırakmak mesela. Ve elbette her şeyin bir sonu olduğu gibi hayatın da bir sonu olduğunu bilmek, ölümden korkmamak, ölmeden önce yaşadığımız hayatın hakkını vermek mesela.

Ölüm için duramadığımdan, / O nazikçe benim için durdu; / Araba yalnızca ikimizi taşıyordu / Ve Ölümsüzlüğü.’ Bu dizeler Emily Dickonson’a ait. Sanırım ölümün nezaketi üzerine söylenmiş tek doğru söz budur. Siz ona uğramasanız da, o bundan dolayı size hiçbir şekilde gücenmez ve nezaket gösterip bir gün mutlaka sizi ziyarete gelir.

Ne var ki Mahabharata Destanı’nın yazdığı gibi tarihsel dünyada hemen her şey ölüm yokmuş gibi işler. Bu dünyanın sakinleri olan biz insanlar da, ne yazık ki hiç ölmeyecekmişiz gibi sürdürürüz hayatımızı. Her an ölümü düşünmek, bu korkuyla yaşamak sağlıklı bir ruh hali ve yaşam tarzı değildir elbette. Ama hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşamak da hayatın akışına, aklına ve ruhuna aykırıdır.

Ölüm’ diyor Meksikalı yazar ve şair Octavia Paz ve şöyle devam ediyor; ‘yaşam sahnesindeki rol kesme/hava atma çabalarımızın pek işe yaramadığını gösteren bir aynadır. Eylem, unutkanlık hüzün ve umutlardan oluşan karmaşık bir hayat süreci içindeki insanın ölümünü – bir anlam ya da açıklama olarak değil de – salt bir son olarak görürüz. Ölüm hayatı tanımlar; bir kişinin ölümü ise o kişiyi belirler. Ölümlerimiz yaşadığımız hayatı aydınlatır. Ölümümüzde anlam bulunmuyorsa eğer, hayatımız da bir anlam yok demektir.

Her insan, bu dünyadan ayrılıp giderken geride kalanlara bir miras bırakır. Bu miras ona ait anılar başta olmak üzere hayatta iken yaptıklarıdır. Zira hayat, garip anlarda insanın ruhundan içeri sessizce süzülüp gelen bazen hafif, bazen de ağır ve taşınması zor anılarla doludur. Ölen insan hayatta iken, sizin yalnız başınıza asla yapamayacağınız bir şeyi yapmış, yani hayatını sizin hayatınıza ve kalbinize dokundurmuş ise eğer, o sizin için gerçekten ağır ve hatta bazen taşınması zor bir anıdır. Sizin için o kişinin ölümündeki anlam budur ve bu anlam o anıların içinde saklıdır.

Hepimizinki günübirlik hayatlar; hatırlayanın, hatırlanandan farkı yok. Hepsi geçici. Hem anılar hem de onların öznesi ve nesnesi. Her şeyi unutmuş olacağın günler kapıda, her şeyin seni unutacağı günler yakın. Bil ki çok geçmeden hiç kimse ve hiçbir yerde olacaksın.’ Bu sözler Roma İmparatorluğu’nun bilge imparatoru Marcus Aurelius’a ait. ‘Düşünceler’ isimli kitabında söylüyor bunları. Doğru da söylüyor. Ama günübirlik hayatlar yaşayanlar için doğru söylüyor. Hizmet edenler, arkasında eser ve eserler bırakanlar için değil. Çünkü yapılan her hizmet, arkada bırakılan her eser, o hizmeti yapanı, o eserleri bırakanı, zaman ve uzam bağlamında kendisinden sonra gelen bir geleceğe bağlar. Bağlanılan bu gelecekte, daha sonra gelenler, o hizmetleri yapanları, o eserleri bırakanları, hiç kuşku yok ki övgüyle anacaklar, gösterilen çabalara ve yapılan fedakarlıklara saygı duyacaklardır. Zira hayatları ve hayatta yaptıkları anlam dolu olan bu insanların ölümleri de anlamlı olacaktır. Octavia Paz’ın ‘Ölümümüzde anlam bulunmuyorsa eğer, hayatımız da bir anlam yoktur’ demesi bundandır.

Hayat nehir gibidir, akar gider. O akıntıya bir şeyler katmak gerekir. Mucit buluşuyla, şair şiirleriyle, ressam fırçasıyla, bestekar besteleriyle o akıntıya bir şeyler katar. O katılan şey hem hayatın, hem de onu katanın kendisine ve hayatına yüklediği anlamdır. Sanatın uzun, hayatın kısa olması bundandır, bundan dolayıdır.

Hayatı anlamlı yaşadığı, arkasında büyük eserler bıraktığı için ölümünde de anlam olan, ölüme ‘belki de açma kapama düğmesi gibidir, tık diye gidiveriyorsun, ama işte bu yüzden Apple cihazlarına açma kapama düğmeleri koymaktan hiç hoşlanmadım’ diyerek bakan Steve Jobs ‘Beni motive eden neydi? diye soruyor ve şöyle devam ediyor; ‘Bence yaratıcı insanların çoğu, bizden önceki insanların çalışmalarından faydalanabildikleri için minnettar olduklarını ifade etmek isterler. Ben kullandığım dili ya da matematiği icat etmedim. Tükettiğim besinlerin çok azını üretiyorum, giysilerimin hiçbirini ben dikmiyorum. Yaptığım her şey türümüzün diğer üyelerinin yaptıklarına ve üzerinde durduğumuz omuzlara bağlı. Ve çoğumuz türümüze bir şeyler sunarak karşılık vermek ve akıntıya bir şeyler katmak istiyoruz. Mesele bildiğimiz yolla yeni bir şeyler ifade etmeye çalışmak – çünkü Boby Dylan şarkıları besteleyemeyiz, Tom Stoppard piyesleri yazamayız. Sahip olduğumuz yetenekleri derin duygularımızı ifade etmekte, bizden önce insanlığa katkıda bulunmuş kişilere minnettarlığımızı göstermekte ve akıntıya bir şeyler katmakta kullanmak isteriz. Beni motive eden buydu.

Hayatınızda ve ölümünüzde bir anlam olsun istiyorsanız eğer, akıntıya siz de bir şeyler katın. Zira hayat sadece var olmak değildir, bir şeyler yapmaktır. Shakespeare’in Hamlet’inin delirmeden önce ‘To be or not to be, that is the question / Olmak veya olmamak, bütün mesele bu’ demesi ondandır.