ÖZET: Varlığı fayda-zarar düzleminde avukatlarca çokça tartışma konusu olan, yapılanma ve çalışma şekilleri nedeniyle eleştirilerin hedefi haline gelen baroların varlık sebebine ve önemine tarihi bir perspektifle değerlendirme getirilmeye çalışılmıştır.

Avukatlık mesleğinin tarihine bakıldığı zaman avukatların ve baroların çıkarması gereken çok sayıda ders olduğunu görüyoruz. Bunlardan en önemlisi de mesleğin korunmasında güçlü baronun ne denli önem arz ettiğidir. Çünkü dünya üzerindeki hiçbir meslek, örgütlü bir mücadele olmadan varlık kazanamamış ya da varlığını devam ettirememiştir. Avukatlık da bu mesleklerden biridir ki bugün ifa ettiğimiz meslek, bazı cesur avukatların, diktatörlere rağmen bir araya gelebilme iradesini göstermelerinin sonucu olarak varlık bulabilmiş ve varlığını günümüze dek sürdürebilmiştir.

1804 yılında avukatlar için “Onlar ihanetlere ve cinayetlere sebep olan birtakım fesatçılardır. Belimde kılıç taşıdığım sürece hiçbir zaman böyle bir kararnameyi imzalamayacağım. Hükümete dil uzatan bir avukatın dilinin kesilmesi isterim,” diyen Napolyon’a karşı mesleği koruyan ve yüceltenler, bir araya gelme iradesini gösteren avukatlar olmuştur ki modern baroların önünü açan 1810 Kararnamesi de bunun eseridir. Avukatlar çok iyi biliyordu ki tek başlarına verecekleri bir mücadele, bir baro çatısı altında verecekleri örgütlü mücadele kadar etkili olmayacaktı. Bu sebeple yurttaşın haklarını savunabilecekleri güce kavuşabilmek için evvela mesleğin gücünü arttırma yolunu seçmiş ve barolarını kurmuşlardır. İşte baro; savunmanın örgütlü sesi, avukatlığın korunduğu ve yaşatıldığı o köklü ve büyük örgüttür. Baronun avukatı koruyabildiği ölçüde yurttaşın savunma hakkı korunabilir.

Elbette ki güçlü savunma, diktatörler tarihinde açık tehdit olarak karşımıza çıkmaktadır. Yüzyıllar boyunca savunma mesleğine karşı sistematik itibarsızlaştırma çalışmaları da bu sebeple devam etmiştir. 1860 yılında Rusya’da Adliye Bakanı, savunma mesleğinin kurulması için hazırladığı yasa teklifini sunduğunda Çar I. Nikolas, “Ben Çar oldukça Rusya’da savunmana ihtiyaç yoktur. Biz onlarsız da pekâlâ yaşıyoruz,” demiş ve yasayı engellemiştir.

Bir başka örnekte ise kendisi de -her ne kadar çok kısa bir süre icra etmiş olsa da- avukat olan Lenin, Ekim 1917’de yayınladığı kararname ile mahkemeleri kaldırıp Halk Mahkemelerini kurmasının ardından, sabıkası olmayan, medenî haklardan mahrum olmayan Sovyet vatandaşlarının kendilerini koruyabileceğini ve kendilerine ait hukuk davalarında dava vekili olarak bulunabileceğini, bu sebeple ayrı dava vekilliğine gerek olmadığını kabul etmekle avukatlığa büyük darbe vurmuş, sistemin işlevsel olmaması üzerine 1918’de Devlet Savunma Sistemini kurarak Kollegium adlı maaşlı savunmanlar görevlendirmiş, avukatlığın tarihsel işlevine aykırı bu hâl tarzı da çökmüştür. 1917 yılında Rusya’da 13.000 olan avukat sayısı 1926’da 500’e düşmüştür ki bu da avukatlara ve savunmaya yönelik kıyımın göstergesi olmuştur.

Bugün de durum farklı değildir. Mesleğimiz giderek kan kaybediyor. Siyasal iktidarın baskıcı tutumunun artarak devam ettiği, avukatlık mesleğinin itibarının yerle yeksan edildiği, avukatların asgari geçim şartlarını bile sağlayamadığı, bağlı çalışan adıyla yumuşatılmak istense de işçileştirildiği, stajyer avukatların ucuz iş gücü olarak kullanıldığı, avukatların geçinemedikleri için intihar ettiği, can güvenliği sağlanamadığı için adliyelerde darp edildiği, icra mahallerinde katledildiği bir ortamda mesleği ifa etmek de giderek güçleşiyor. Hukukun siyasallaşmasını bırakın, siyasal iradece işgal edildiği bu atmosferde, hukuku ayakta tutan yegâne güç olan avukatlar, meslek sorunlarının içinde sıkışıp kalsın diye, hukuku ayakta tutamasın diye her türlü saldırının odağı hâline getiriliyor. Ancak tarihin her döneminde, yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen cübbesini iliklemeyen, savunmanın kutsiyetine ve mesleğin onuruna sahip çıkan, müvekkillerinin hakları için cansiparane bir şekilde çalışan avukatlar hep var olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Avukatları hep var eden ve var edecek olan yapı ise şüphesiz ki güçlü barolardır.

Böyle bir ortamda her bir avukatın bağlı olduğu barodan beklentisi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları mücadelesinde yalnızlaştırılan avukatlara sahip çıkması, meslek sorunlarının çözüm adresi olmasıdır. Zira bizler biliriz ki avukatın güçlü olmadığı yerde hukuk da güçlü olamaz. Avukatı güçlü kılması gereken ise -Napolyon’a karşı olduğu gibi- direnen avukat örgütleri, yani barolardır. Avukatların cesurca hukuk adına, hak adına, adalet adına mücadele edebilmesi için güçlü olması, arkasında da güçlü bir baro olması gerekir.

Ancak mesleğin sorunlarını çözmesi, avukatları ve avukatlığı koruması, en azından bu alanda mücadele etmesini beklediğimiz barolarımız, mücadele yönetimini ve sahasını salt politik eksene çekmiş, gündelik siyasetle meşgul olmuş, avukatları unutmuş, aslî vazifesini ihmal etmiştir. Yani tarihten ders alınması gerekirken, tarih tekerrür etmiştir. Bugün yapıları giderek zayıflayan baroların müdafaasına dönük mücadele azim ve kararlılığının ortadan kalktığı bu ortamın ikincil sorumluları, baroların yönetimlerinde bulunan, ancak asıl kimliğini unutarak avukatlık cübbesi yerine politikacı kisvesine bürünen avukatlardır. Tıpkı avukatlığı fiilen ortadan kaldırmaya teşebbüs eden ve savunmaya büyük darbe vuran dönemin ünlü avukatı Lenin gibi.

İnsan hakları mücadelesinin unutulmaz isimlerinden Av. Halit Çelenk’in, avukatlığı nasıl icra ettiğine dair sarf ettiği şu sözler, esasen baroculuk anlayışı bakımından da rehber niteliğindedir: “…Mahkemelerde görev yaparken, salt savunma görevini yapan ve savunmaya ağırlık veren, onun dışında savunma ile ilgisi olmayan birtakım konuşmalara, çabalara yer vermeyen bir görev anlayışı içinde çalıştım ve mümkün mertebe bilgilerim, araştırmalarım oranında davayı yürüttüm…”

İşte barolar da savunma mesleğinin icrası kapsamında, savunanları koruma ve yüceltme vazifesini, savunma ile ilgili bulunmayan konuşma ve çabalara yer vermeden icra etmelidir. Bu tutum sergilenmediği takdirde barolara yüklenen hukukun üstünlüğü ve insan hakları mücadelesinin belli siyasi veya ideolojik aidiyetlerin gölgesinde kalmasına, hak mücadelesinin siyasal mücadeleye evrilmesine sebep olunur. Böyle bir ortamda aynı siyasi veya ideolojik iklimi paylaşmayan avukatlar, güçlü baronun inşasında birbirlerine omuz vermek şöyle dursun, bilakis kendi ideolojik aidiyetlerinin hegemonyasını kabul ettirme çabasını sürdüren kişilere dönüşür.

Baroların sahip olması gereken tek ve aslî ideoloji hukukun üstünlüğü, insan hakları ve avukat hakları olmalıdır. Bugün hukuk namına, adalet namına konuşabildiğimiz ne varsa borçlu olduğumuz Atatürk ilke ve devrimleri sahip olmamız gereken yegâne kılavuz olmalıdır. Avukat Ali Haydar Özkent’in “Avukatın Kitabı” adlı eserindeki şu satırlar, neden bu düsturu benimsememiz gerektiği konusunda yol göstericidir:

“Tanzimat’tan evvel arzuhalci (müzevir, ayak kavafı) idik. Muhzirlerin, müflislerin, Karamanlı ve İncesulu vekillerin bu kirli adlarını uzun müddet taşıdık. Tanzimat bizi “dava vekili” yaptı. Fakat bizi Muhami ve Avukat yapan milli idaredir. Cumhuriyet rejimidir. Dava vekilleri cemiyeti bir ışıktı. Milli idarenin çıkardığı Muhamat Kanunu bir Ay’dı. Eğer bugün Türkiye’de müstakil avukatlık müessesesi varsa, eğer bugün Türk avukatları iyi, namuslu, söz, vakar ve hatta refah sahibi yurttaşlar arasında bulunuyorsa, bunu bu iradeye borçludurlar. Çünkü Cumhuriyet, Avukatların yalnız refahını temin etmemiştir; mesleği kurmuş, Türk avukatının namusunu ve şerefini kurtarmış, onu layık olduğu mevkie çıkarmıştır. Bunu böylece kabul etmek ve söylemek meslek, vicdan ve namus borcudur.”

Peki, baroların gündelik siyasetle meşgul olmasından kasıt nedir? Burada söylenen apolitik/siyasetsiz barolar devşirmek midir, yoksa tek kutuplu bir siyasete peyk olunmasından duyulan rahatsızlık mıdır? Şüphesiz ki ikinci cevap referansımız olacaktır.

Avukatlık Kanununun 76. maddesi baroları, 110. maddesi ise Türkiye Barolar Birliğini, hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını korumakla da ödevli kılmaktadır. Nitekim avukatlık mesleğinin çıkış noktası da bu nevi ihlallere karşı direnişle başlamıştır. Sıradan bir vatandaş ağzıyla dahi durumu değerlendirecek olduğumuzda, kanunların Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden çıktığı, Meclis'i oluşturan vekillerin ise belli birer siyasi partinin ve ideolojik aidiyetin tarafı olduğu gerçeği karşısında, adaletin tecelli etmesi için mücadele edecek olan yapıların, pür bir siyasetsizlik içinde olmasını beklemek abesle iştigal olacaktır. Kanunlar dahi siyasi iradesinin tecellisi sonucu oluşurken baroların ve TBB'nin apolitik bir tutum ve tavır içinde olmasını beklemek akılcı değildir.

Ancak TBB ve Baroların tek tip bir ideolojik aidiyetin gölgesinde kalması da bağımsız savunmanın bağımlı bir görünüm kazanmasına yol açacak mahiyettedir. Bunu yakın geçmişte yaşanan iki örnekle açıklamakta yarar görüyoruz.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturma kapsamında Aykırı adlı haber yayın kanalının editörleri Furkan Uludağ, Serkan Kafkas ve Ajans Muhbir adlı haber yayın kanalının editörleri Serdar Sönmez ve Ümit Yasin Perinçek "halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yaymak" ve "halkı kin ve düşmanlığa tahrik" suçlamalarıyla tutuklandı. Yapılan soruşturmada, adı geçen şüphelilerin, "milliyetçi paylaşımlar" yapmakla suçlandıkları görüldü. İki yayın organının Suriyeli sığınmacılarla ilgili olarak yapmış oldukları haberlerin gerçek olmadığı hususu ise İletişim Başkanlığı tarafından ifade edildi. Ancak yapılan yargılama sonucu adı geçen sanıklar beraat etti. Basın ve ifade hürriyetine açıkça aykırı bir soruşturma sürecinde İletişim Başkanlığının bilirkişi rolünü üstlendiği bir durum hasıl olmuş, yapılan yargılamada verilen haberlerin gerçek olduğu hususu ispata kavuşmuştur. Tutuklu olarak gerçekleştirilen yargılamanın, CMK'nın amir hükümlerine aykırılık taşıması ise birçok yargılamada olduğu gibi bu yargılama da bir sorun teşkil etmiştir. Üstelik genel kanaat, söz konusu gazetecilerin, hükümetin Suriyeli sığınmacılar ile ilgili olarak devam ettirdiği politikanın aksi yönde bir siyasi bakış açısıyla yayın yapmalarından kaynaklı olarak tutuklandıkları yönündeydi.

Ne var ki basın hürriyeti konusunda her daim hassasiyetlerini dile getiren barolar ve TBB, bu süreçte tamamen sessizliğe gömüldü. Hemen her siyasi gelişmede bildiri yazıp imzaya açmaktan imtina etmeyen barolar, bu konuda tek kelimelik açıklama yapma yoluna dahi gitmedi. Hamas liderinin öldürülmesinde bile tepki alan açıklamalara imza atmaktan imtina etmeyen barolar, ihlal edilen birçok hak bulunan bu davada hukukun üstünlüğü ve insan hakları mücadelesi vermesi gerektiğini nedense unuttu (!).

İkinci dikkat çekici husus da son dönemde artarak devam eden "Baroların Ortak Açıklaması" konusudur. Kimi zaman 81 baronun ve TBB'nin ittifakla imzalayabildiği bu bildirilerin, sağ veya sol siyasetin keskin hatlarında gezdiği anlarda, imza sayısının azalmaya başladığını ve ortaklığın bozulduğunu görüyoruz. Baroların siyasal bir bakış açısıyla şekillenmesi, diğer mahallede yaşanan hak ihlallerine sessiz kalınması gibi bir sonuçla karşımıza çıkıyor. Öyle ki Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi'nin katledilmesine ilişkin yapılan açıklamalarda bile barolar ittifak edemiyor. Bu da konunun, siyasal bir düzlemde tartışmaya açıldığının açık göstergelerinden birini oluşturuyor. Milliyetçi / muhafazakar olarak tabir edilen -ki bu şekilde bir baronun anılması dahi problemlidir- baroların, Elçi'nin eski dönemdeki açıklamalarını referans alarak ve yerel dinamiklerin de etkisiyle Elçi hakkındaki bildirilere imza atmaktan imtina ettiğini gördüğümüz bu iklimde, baroların siyasallaşmadığı, yerel dinamiklerin yahut yönetime gelen isimlerin de etkisiyle ideolojik bir eksene kaymadığının iddia edilmesi hiçbir anlam taşımıyor. Barolar, bu konuda yöneltilen eleştirileri hassasiyetle değerlendirip özeleştiri yapmak yerine ise söz konusu sorunu dile getirenleri, apolitik olmakla suçlamayı tercih ediyor.

Üstelik numaralı baro sürecine sürüklenmemizin en temel etkilerinden biri de yargının her alanını siyasallaştıran mevcut yönetimin, baroları da siyasallaştırma ve kutuplaştırma iradesinden ileri gelmektedir. Bugün Ankara ve İstanbul'daki numaraları baroların da farklı bir siyasi sembolle baroculuk yaptıklarını kimse yadsıyamaz. Bu nedenledir ki siyasal barolar kan kaybetmeye mahkumdurlar ki numaralı baroların sadece hükümete yakın çevrelerce muteber kabul edilmesi de tarafsız ve bağımsız baroların bölünerek dahi sağlanamadığını gösteriyor.

Mesele insan hakları ve hukukun üstünlüğü için mücadele etmek olduğunda, referans olarak alınacak olan temel hukuk ilkelerinden öte siyasi düşüncelerin kurumsal kimliğimizi yıprattığı gerçeğini göz ardı edemeyiz. Bu hâlin, baroların, avukatlarla arasındaki mesafenin giderek açılması sorununu da beraberinde getirdiği açık. Nasıl ki kişiler kendilerini, ideolojik olarak ait hissetmedikleri partiye meyletmiyorsa, aynı ideolojik gerekçelerle meslek örgütünden uzaklaşmak, baroların tarihten bugüne devam ettirmek yükümlülüğü altında olduğu misyona zarar veriyor.

Güçlü bir savunma için güçlü barolar gerekli ve önemlidir. Ancak güçlü bir baro ancak hukuku ve insan haklarını referans alan bir anlayışla mümkün olur. Gündelik siyaset ise başta vatandaşlar olmak üzere avukatların dahi kuruma olan güvenirliğini sarsacaktır.

Baroların mutlak suretle fabrika ayarlarına dönmesi gerektiği unutulmamalıdır.