Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencileriyle, yani geleceğin avukatları, yargıçları, savcıları, akademisyenleriyle birlikteydim dün. Genç meslektaşlarımla Avukatlık Mesleği üzerine bildiklerimi, biriktirdiklerimi paylaştım. Çok önemli, çok bilinmeyen şeyler değildi paylaştıklarım. Ama öylede olsa bildiklerini öğretmeyi, bilmediklerini öğrenmeyi görev bilen benim için çok keyifli, çok zevkli bir paylaşımdı. İlginizi çeker diye düşündüğüm için, hazırladığım, bir kısmını ise özet olarak sunduğum konuşmamın tamamını sizinle de paylaşmak istedim.
‘Sevgili Gençler,
Hepinizi sevgi ve saygı ile selamlıyorum. Beni buraya davet eden, sizinle buluşturan Atılımcı Hukukçular Topluluğu’nun Sayın Başkanı’na ve üyelerine teşekkür ediyorum.
Sizin için hazırladığım konuşmam yaklaşık 30 dakika kadar sürecek. Konuşmam bittikten sonra kalan süreyi soru cevap olarak değerlendireceğiz.
Konuşmama avukat olmanın, avukatlık mesleğinin en önemli özellikleri olan bağımsızlık, özgürlük, özerklik kavramları üzerine bir şeyler söyleyerek başlayacağım. Daha sonra avukatlık mesleğinin neden önemli ve işlevsel olduğunu anlatacağım. Bunların yanısıra insanlık tarihinin en eski, en kadim mesleği olan avukatlık mesleğinin tarihsel gelişimi üzerinde duracağım.
Söyleyeceğim şeyler çok önemli şeyler değil, hepinizin bildiği şeyler. Ama içten şeyler, içimden gelen şeyler. Tolstoy’un söylediği gibi ‘İçtenliği olmayan bir konuşmanın değeri de olmadığına’ inanan bir insan olarak içten şeyler, içtenliğine inandığım şeyler. Lütfen böyle kabul edin. Söyleyeceklerimi telkin olarak kabul etmeyin, söyleyeceklerime katılmasanız dahi içtenliğime inanın.
Değerli Gençler,
Biz insanları diğer canlılardan ayıran en önemli özelliğimiz aklımız ve vicdanımızdır. Aklımız olduğu için düşünür, bilgi ve deneyim sahibi olur, karar veririz. Vicdanımız olduğu için neyin haklı, neyin haksız, neyin adaletli, neyin adaletsiz olduğunu anlar, haksızlığın, adaletsizliğin karşısında dururuz. Aklımızın, vicdanımızın rehberliğinde yaşamımızı sürdürmek, bilgimizle, deneyimlerimizle hareket etmek, hem insani özelliklerdir, hem de özgür ve özerk birey olmanın asgari gerekleridir. Zira insan, akli yeteneğini kullanabildiği, vicdan ve bilgi sahibi olduğu, kendi kararlarını bizzat kendisi verdiği, bağımsız ve özgür biçimde yaşadığı, başkalarının yönlendirmesiyle hareket etmediği ölçüde birey olur. Onun için birey olmak, her şeyden önce özgür olmak, özerk olmak demektir.
Özgür ve özerk insan gerçeği algılamasını başkalarının emrine, talimatlarına, yönlendirmesine teslim etmez. Bilgisini, kendi doğru anlayışını başkalarının fikirlerine, tehditlerine, isteklerine, açık veya gizli planlarına, çıkarlarına kurban etmez. Böyle bir akla, böyle bir vicdana, böyle bir kişiliğe başka düşünceleri, görüşleri, çıkarları, planları olan birileri engel olmaya çalışabilir, bu kişi hapse atılabilir, işkence görebilir, hatta öldürülebilir, ama susturulamaz, bu kişinin bağımsızlığı, özgürlüğü, özerkliği elinden alınamaz.
Yurttaş, siyasi toplumun, yani devletin, bir dizi hak bahşedilmiş, ama aynı zamanda sorumluluk da yüklenmiş üyesidir. Onun için yurttaşlık, bireysel var oluşun kamusal yüzüdür.
Bireysel var oluş, yani birey olma toplumsallaşmayı gerektirir. Onun için birey olma sürecini tamamlayamamış insanlar, ne bağımsız olabilirler, ne özgür olabilirler, ne özerk olabilirler, ne de toplumsalaşabilirler. Böyle insanlar kendi kendilerini yönetemezler, başkalarının kendilerini yönetmesine izin verirler. Bu insanlar ne yaratabilirler, ne sorumluluk alabilirler, ne bir şeyleri değiştirebilirler, ne de kendilerini örgütleyebilirler.
Böyle oldukları, iş odaklı, hizmet odaklı olmadıkları, söylem odaklı, slogan odaklı oldukları için, anonim her söylemi akıllarının ve vicdanlarının süzgecinden geçirmeden benimserler, kendi dillerinde yeniden üretirler. Kendilerini, yaptıkları işle, ürettikleri ve yarattıkları değerlerle değil, ırk, inanç, köken, ideoloji gibi aidiyetlerle tanımlarlar. İdeoloji merkezli, sınıf merkezli, din merkezli, grup merkezli, parti merkezli, iktidar merkezli, muhalefet merkezli düşüncenin ve söylemin marjlarına kolayca itilirler.
Toplum yaşamı sivil ve bireysel katılımı gerektirmekle, ancak birey olma sürecini tamamlamış olan yurttaşlar; sahip oldukları haklar, yetkiler ve eğer bilincinde ve farkında iseler, taşıdıkları sorumluluklar ölçüsünde yaşadıkları toplumun sivil hayatına katılabilirler, sağlıklı, dinamik bir sivil toplumun oluşmasına, gelişmesine, kalkınmasına, demokratikleşmesine katkı yapabilirler.
Bütün bunları avukatın, avukatlık mesleğinin en önemli özelliğinin, karakterinin bağımsızlık, özerklik, özgürlük olduğunu ifade etmek için söyledim. Özgür olmak, özerk olmak, bağımsız bir karaktere sahip bulunmak, elbette ve her insan için, başkaca meslek sahibi olan insanlar için de gerekli olan, sahip olunması gereken bir özelliktir. Ama en çok kamu görevi yapanlar için, kamusal yetki kullananlar için gerekli olan bir özelliktir. Hakim, savcı, avukat olanlar veya olmak isteyenler için ise ‘olmaz ise olmaz’ bir özelliktir.
Değerli Gençler,
Çağımızın yaşayan en önemli bilgelerinden olan Noam Chomsky, ‘Umutlarım ve sezgilerim o yöndedir ki, tatmin edici ve yaratıcı çalışma insanın temel ihtiyaçlarından birisidir’ diyor ve şöyle devam ediyor: ‘Bir güçlüğün üstesinden gelmenin, bir işi iyi yapmanın, belli bir hüner ile ustalık göstermenin hazzı da hem gerçek ve önemli, hem de tam ve anlamlı bir yaşamın vazgeçilmez bir parçasıdır. Aynı sözler, başkalarının genellikle bizim çapımızı aşan başarılarını anlayıp onlardan yararlanma ve başkalarıyla işbirliği içinde yapıcı çalışmalara girme fırsatları için de geçerlidir.’
O halde avukat, yargıç, savcı veya akademisyen de olsanız ya da bir başka işi veya mesleği de yapsanız, mesleğinizden, yaptığınız işten haz almanız, tam ve anlamlı yaşamanız için işinizi iyi yapmanız, işinizde hüner ve ustalık göstermeniz, doyurucu ve yaratıcı bir çalışma içinde olmanız, başkalarının başarılarını anlayıp takdir etmeniz, onlardan yararlanmanız ve başkalarıyla işbirliği içinde çalışmanız gerekir.
Değerli Gençler,
Paris Barosu önceki Başkanlarından Rousse’ya göre avukat; ‘Bütün memleketlerin yerlisi, bütün yüzyılların çağdaşı’dır.
Rousse’nun son derece isabetli olan bu tespitinden hareketle demek gerekir ki; tüm insanların dünyevi güçlerden ve ülkelerden özgürlük ve adalet konusunda doğru dürüst davranış standartları beklemeye, insan haklarına saygılı olmalarını istemeye hakları vardır.
Bu standartların, hukukun ve insan haklarının kasti veya gayri ihtiyari ihlallerine tanıklık etmek ve cesaretle karşı koymak avukatların ve baroların en önde gelen görevidir.
Onun için avukatlar, tam da Edward Said’in entelektüel tanımında işaret ve ifade ettiği gibi, belli bir kamu için ve o kamu adına mesajı, görüşü, tavrı, felsefeyi ya da tanıyı temsil etme, cisimlendirme, ifade etme yetisine sahip bireyler olmak zorundadırlar.
Mesleklerinin yüklediği bu sorumluluk avukatlara; kamunun gündemine sıkıntı veren, unutulan, sümen altı edilen sorunları getirmek, slogan, ortodoksi ve doğma üretmektense bunlara karşı çıkmak, kolay kolay hükümetlerin, muhalefetin, kimi derneklerin ya da cemaatlerin adamı olmamak, hukuk ve insan hakları ihlallerine tanıklık ve bunlarla mücadele etmek görevlerini yükler.
Değerli Gençler,
‘Alkibiades I’ isimli eserinde Platon, bilge Sokrates’in siyasal yaşamına henüz daha yeni başlamak üzere olan ve bunun için de iktidara odaklanan genç öğrencisi Alkibiades’i, gelecekteki siyasal yaşamın sorumluluklarına hazırlamak için ona ‘kendine dikkat etme/kendine özen gösterme’ tekniğini öğretişini anlatır.
Çok uzun olan ve Sokrates’in ‘Genellikle kendimizle ilgilendiğimizi sanırız, ama gerçekte kendimizle ilgilenmediğimizi pek fark etmeyiz. Kendimizle ilgilenmek ne demektir, söyle bana? Bir insan kendisiyle ne zaman ilgilenmiş olur? İnsan kendisine ait şeylerle ilgilenirse, kendisiyle ilgilenmiş olur mu?’ sözleriyle başlayan diyalog, Sokrates’in ‘Alkibiades, mutlu olmak için, senin de, şehrin de edinmesi gereken şey iktidar değil, erdemdir’ sözleriyle sona erer.
Peki, erdem, aynı anlama gelen fazilet ne demektir? Erdem, ahlakın övdüğü, değer verdiği iyilikseverlik, alçak gönüllülük, hoşgörülülük, cömertlik, doğruluk gibi tüm iyi niteliklerin toplamıdır.
Alkibiades ile Sokrates arasındaki diyalogtan hareketle sözü getirmek istediğim husus, hukukçuların meslek ahlakı, meslek etiğidir. Buna göre işaret etmemiz gereken ilk husus: meslek etiği dediğimiz ilkeler toplamının, aslında yargıcın, savcının, avukatın, adalet hizmetinde görevli her bir çalışanın kendisiyle ilgilenmesi, kendisine özen göstermesi, kendisine dikkat etmesi gerektiği hususudur.
Bunun için de o kişinin önce insan olarak –kendini bil-mesi gerekir. Zira –kendini bil-meyen avukat da, yargıç da, savcı da, herhangi bir adalet çalışanı da kendisini iyi yapamayacağı gibi işini de iyi yapamaz. O halde adaletin, kamunun hizmetinde olan herkesin öncelikle edinmesi gereken şey ‘erdem’dir.
Bir kurallar sistemi olan ahlak, bağlayıcı olduğu kabul edilerek belirlenen norm ve değerlerin bir soyutlamasıdır. Gerek buyruklar, gerekse yasaklar aracılığıyla bize uyarıda ve çağrıda bulunan ahlakiliğin özünü, birey olarak bizim bu kurallara karşı duyduğumuz saygı oluşturur.
Ait olduğumuz toplumun zaptı altında olan bizler, yaşadığımız toplumun buyrukları, yasakları, normları, yani kuralları olduğunu erken yaşta öğreniriz. Ama asıl ahlaki kavrayış, bu nitelikteki kuralların dışarıdan dayatılan kurallar olarak değil de, bu kuralların içinde yaşadığımız toplumun tüm bireylerinin gerçekleşebilecek en fazla özgürlükten yararlanabilmelerini güvence altına alan unsurlar olduğunun anlaşılmasıyla ortaya çıkar. Bunu sağlayacak tek bir kural vardır, o da ahlaki kuraldır.
Gündelik hayatın pratiğinde ahlak, insanın karşısına sadece belli bir kültüre özgü farklılıkları vurgulayan bir olgu olarak, yani başkaca toplumsal ya da ulusal toplulukların anlam yorumlarının farkı olarak çıkmaz. Ahlak, sadece bireyin içinde büyüdüğü ve aktif olarak biçimlendirilmesine katkı yapmaya çağrıldığı topluluğun anlam ufkunu temsil etmekle kalmaz; ayrıca genel ahlak bağlamı içinde ve fakat toplumun sadece bir kısmı için geçerli olan alanda, ‘özel/kısmi ahlak’ biçiminde de ortaya çıkar.
‘Özel/kısmi ahlak’ biçiminde ortaya çıkan ve ‘meslek ahlakı/etiği/kuralları’ olarak isimlendirilen bu kuralları, o mesleğin kendisi ve mensupları üretir. Normları, o mesleği seçen ve yürüten herkesi bağlayan bu nitelikteki kurallar, genel ahlaki ilkeye, yani mesleğinde olabildiğince iyi olma ilkesine dayanır. Bu ilke gereğince, çalışmanın ve emeğin kendisine ayrı bir değer yüklenir. O meslek mensubu tarafından yapılan iş, sadece eksiksiz ve hatasız bir çalışma sürecini olanaklı kılan teknik kurallar aracılığıyla değil; aynı zamanda ve özellikle, diğer insanları doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilendiren ahlaki kurallar temelinde icra edilebilecek bir faaliyet olarak tanımlanır.
Mesleğin onurunu korumak amacıyla konulan kuralları çiğneyen, bu bağlamda temsil ettiği genel çıkarların yerine, kendi kişisel çıkarlarını koyan meslek mensubu, sadece kendi toplumsal ve mesleki prestijini yitirmekle kalmaz, aynı zamanda mesleğin kendisine de zarar verir.
Aristoteles’in ‘Nicomachean Ethics’ isimli özgün eserinde ‘Pratik, hem etiğin var olma koşulu, hem de onun hedefidir. O nedenle soylu olan üzerine, adil olan üzerine, kısaca sitede bilim üzerine verilen dersten yararlanmak isteyen kişi, soylu bir temel alışkanlığa sahip olmalıdır’ diyerek vurgu yaptığı üzere, pratiğin bilimi olarak ‘etik’, bilgi adına değil, eylem adına harekete geçen ahlakiliktir. Öyle olduğu için ‘etik’, kuram oluşturmak amacıyla geliştirilmiş olmadığı gibi, entelektüel zevklere ve züppeliklere hizmet eden düşünsel bir uğraş da değildir. Bütün bunlardan uzak bir pratik olarak ‘etik’, varlığını uygulamada, yani eylemde gösterir. Bu yönüyle ‘fiiliyat üretici bilgi’ olan ‘etik’ düşünce ile eylemin birlikteliğidir.
Bütün bunlardan hareketle demek gerekir ki, avukatlık, yargıçlık, savcılık, adalet çalışanı gibi kamusal hizmetlerin meslek etiğinin özünü oluşturan pratik, bütün bu mesleklerin günlük yaşam pratiğidir. Onun için yargıcın da, savcının da, avukatın da, her düzeydeki adalet çalışanının da, gerek kendi varlığının, gerekse mesleki yönden iyi olmasının koşulları hakkında aydınlatılmış bu günlük yaşam pratiğinin ahlakını iyi bilmesi ve bunu içselleştirmesi gerekir. Bu yapılmaz ise ne mi olur? Mesleğe ihanet edilmiş olur. Ve Sait Faik’in dediği gibi ‘Mesleğe ihanetle başlar her şey…’ Sonra arkası gelir; dostlarınıza, arkadaşlarınıza , ülkenize, başkaca şeylere ve değerlere ihanet edersiniz.
Sevgili Gençler,
Yargının asli unsurlarından olan bağımsız savunmayı temsil eden avukatlar, sadece hukuki sorun ve anlaşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesini ve hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasını sağlamakla görevli ve yükümlü değildirler.
Aynı zamanda laik bir entelektüel ve özgül bir kamusal role sahip avukatlar ve bireyler olarak; kamu için ve kamu adına mesajı, görüşü, tavrı temsil etmek, hakikati ifade etmek, ortodoksi ve dogma üretmektense buna karşı çıkmak, hükümetlerin ya da muhalefetin, büyük şirketlerin ve başkaca çıkar çevrelerinin adamı ve sözcüsü olmamak zorundadırlar.
Yine barolar, sadece, avukatlık mesleğini geliştirmekle, meslek mensuplarının yararlarını korumak ve gereksinimlerini karşılamakla, meslek düzenini, ahlakını, saygınlığını, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmakla ve korumakla görevli olmayıp; toplumsal değişime ve dönüşüme katkı yapmakla, bu amaçla, kurulu olanı, alışılmış olanı, bilineni, rahat şeyleri, insani ve toplumsal ilişkileri, becerileri sorgulamakla, yeniliğin ve değişimin motoru olmak için statüko bozucu olmakla yükümlü olan, olması gereken kuruluşlardır.
Barolar ve avukatlar, bütün bu işlevleri yerine getirebilmek için; zihinlerinde kendilerini de hedef alan kuşkucu bir ironiye yer vermek, çevrede dolaşmak, ayakta durup otoriteye cevap verebilecek kadar bağımsız, cesur, özgür ve özerk bir ruha sahip olmak, her türlü otoriteden gelen tehditlere karşı koyabilmek, hiç kimseye boyun eğmemek, kirlenen düşüncelerini değiştirebilecek, yeni şeyler keşfedecek kadar meraklı ve hevesli kalabilmenin yollarını bulmak zorundadırlar.
Barolar ve avukatlar sadece bunları değil, hakikati temsil etmek, bir haminin veya vasinin ya da başkaca bir otoritenin yönlendirmesine izin vermemek, toplumsal değişime ve dönüşüme öncülük edebilmek için yeni diller ve ruhlar icat etmek durumundadırlar.
Bütün bunları yapabilmek için baroların ve avukatların, hem kendilerini, hem de toplumun kendisini; ‘klişelerle, aşınmış metaforlarla, bayat kullanımlarla çürümüş bir dilin zihinlerini uyuşturup edilginleştirmesine, bilinçlerinin üzerini kaplayıp, onu basmakalıp düşünceleri incelemeden, tartışmadan, sorgulamadan kabul etmeye ayartmasına izin vermemeleri‘ gerekir.
Sevgili Gençler,
‘Biz hukukçular, avukatlar köprüler kurmuyoruz, kule dikmiyoruz, motor yapmıyoruz, resim boyamıyoruz…Yaptığımız bütün işlerde insan gözünün görebileceği pek az şey var. Ama sorunları çözüyoruz; gerginliği gideriyoruz; hataları düzeltiyoruz; insanların yükünü üstleniyoruz; çabalarımızla barışçıl bir devlette insanların huzurlu ve adil bir yaşam sürmelerini mümkün kılıyoruz.’
Bu sözler 1924 yılında ABD Başkanlığı’na aday olan avukat John W.Davis’e ait. 16 Mart 1946’da New York Barosu’nun 75. Kuruluş Etkinlikleri kapsamında yaptığı konuşmada söylemiş bunları.
Bu sözlerin bir benzerini George Mason Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ronald Rotunda’da söylüyor. Şöyle diyor Rotunda; ‘Biz avukatlar, mühendisler gibi köprüler inşa etmeyiz; doktorlar gibi kemikleri onarmayız; mimarlar gibi bina tasarlamayız; ressamlar gibi resim yapmayız. Sadece insanların ellerinin bize dokunmasına imkan veririz. Eğer görevimizi profesyonelce, mesleğin onuruna uygun biçimde yaparsak, başka kişilerin yüklerini taşırız; insanları streslerinden kurtarırız; adaletin takipçisi oluruz; uygarlığın kaplaması olur ve onu daha da güçlendiririz.’
Her iki değerli hukukçunun söylediği gibi biz avukatlar, bina, araba, uçak yapmıyoruz, şiir ya da roman yazmıyoruz, karikatür çizmiyoruz, ama bunlar kadar, hatta bunların pek çoğundan daha önemli, daha değerli, daha anlamlı bir şey yapıyoruz. En önemli sermayemiz olan zamanımızı, bilgimizi, hayatın en önemli, en değerli hammaddesi olan, toplumdan gelen ve yine topluma giden insanlara tahsis ediyor, insanlara dokunuyor, insanları dinliyor, insanların sorunlarını paylaşıyor, yükünü üstleniyor, başka insanlarla olan hukuki sorunlarını çözüyor, adaletin gerçekleşmesine, hukukun üstünlüğünün egemen kılınmasına, toplum huzurunun, toplumsal barışın sağlanmasına ve sürdürülmesine katkıda bulunuyoruz.
Shakespeare’in ‘Hamlet VI’ isimli eserinin kahramanı Dick the Butcher/Kasap Dick, ‘eline gücü geçirdiğinde ilk yapacağı şeyin bütün avukatları öldürmek’ olduğunu söyler. Ahlaksız/berbat bir kişilik olan Dick the Butcher, aslında kendi kötü devriminin başarılı olması için tek yolun, hukuku yok etmek, bunun için de hukuku temsil eden herkesi, yani adaletin gerçekleşmesine katkı yapan yargıçları, savcıları, avukatları öldürmek olduğunu ifade etmek ister.
Kasap Dick’lerin, yani hukuku, adaleti ortadan kaldırarak kendi kötü devrimlerini gerçekleştirmek isteyenlerin önündeki en önemli engel avukatlardır.
Sevgili Gençler,
İslam Hukukunun büyük bilginlerinden olan İmam Şafi diyor ki; ‘Bütün Kuran inmeseydi ve sadece –Vel Asr- suresi inseydi yeterdi.’ Vel Asr suresinin anlamı şudur; ‘Zamanın üzerine yemin ederim ki, bütün insanlar hüsran içindedir. Şu üçü hariç: Hakka inananlar, Hakkı tavsiye edenler, iyi, güzel, doğru şeyi yapanlar ve sabredenler.’
Avukat olarak biz İmam Şafi’in dediği şey yapıyoruz. Yani hakka inanıyoruz, iyiyi, güzeli, doğru olanı yapmaya, sabırla yapmaya çalışıyoruz. Hukukun tanıdığı ve koruduğu yetki olan hakkı savunuyor, hakkı, hak sahibini temsil ediyoruz, Hakka ulaşmanın yolu ve aracı olan davaları mahkemelerin önüne biz getiriyor, adına karar denilen, içtihat denilen yargısal ürünlerin oluşmasını, bu yolla hukukun ilerlemesini, gelişmesini, hak sahibinin hakkı olanı elde etmesini, hakkına kavuşmasını biz sağlıyoruz.
Yani çok şey yapıyoruz, çok hayati şeyler yapıyoruz. En önemli olan şeyi, yani ‘bu dünyada yaşama ayrıcalığı elde etmek için ödediğimiz bir kira olan insana hizmet etmek’ edimini yerine getiriyoruz.
Amerikalı stres yönetimi ustası Arthur Gordon ‘The Turn of the Tide / Gelgit Dönemeci’ isimli kitabında şöyle diyor: ‘Kişinin motivasyonlarının yanlış olması durumunda, hiçbir şeyin doğru olamayacağını anladım bir anda. İster postacı, berber, sigortacı veya ev kadını olun, isterse başka bir iş yapın sonuç değişmez. İşinizi sadece başkalarına hizmet ettiğinizi hissettiğiniz sürece iyi yapabilirsiniz. Başkalarına bir yararınız olmuyor ise eğer, işinizi iyi yapmıyorsunuz demektir.’
Biz avukatlar da işimizi, mesleğimizi iyi yapmaya çalışıyoruz. Müvekkillerimize hizmet ettiğimizi düşünerek yapıyoruz, onların acısını, duygularını hissederek yapıyoruz. Bu saikle, bu motivasyonla yapıyoruz, insana, insanlara yararımız olsun diye yapıyoruz.
Sevgili Gençler,
Sadece bugün değil, şimdiki zamanda değil, geçmişteki bütün zamanlarda da avukat olarak işimizi iyi yapmışız. Sadece müvekkillerimizin işini değil, toplumun, insanlığın işlerini de kendi işimiz olarak görmüş, kişisel ve mesleki sorumluluğumuz kapsamında kabul etmiş ve öyle yapmışız.
Bunu ben söylemiyorum, tarih söylüyor. Ben sadece tarihe tanıklık ediyorum. Dünya siyasi tarihinin incelenmesinden de anlaşılacağı üzere, başta Fransız İhtilali, Amerikanın Bağımsızlığı, dünyanın ilk yazılı anayasası olan Amerikan Anayasasının yapımı olmak üzere, devrim niteliğindeki pek çok eylemde, dünya tarihini değiştiren ve dönüştüren tüm siyasi olaylarda, gerek eylem, gerekse düşünce lideri olarak avukatlar vardır.
Benim bu söylediklerimi Amerikalı avukat Luis Land ‘Avukat’ isimli şiirinde çok daha güzel, çok daha somut olarak ifade ediyor ve şunları söylüyor:
Ben Avukatım.
Kaba gücün yerine merhameti, adaleti, hakkaniyeti koydum.
İnsanoğluna diğerlerinin hakkına, mülkiyetine, hürriyetine saygıyı;
Vicdan, ifade ve toplanma özgürlüğünü ben öğrettim.
Haklı davaların sözcüsü;
Yoksulun, mazlumun, dul ve yetimin savunucusuyum.
Çarşıda pazarda onuru sürdürürüm.
Halkın sevmediği, popüler olmayan davaların şampiyonu benim.
Zulmün, baskının, bürokrasinin düşmanıyım.
On Emre giden yolu ben hazırladım
Yunanistan’da kölelerin, Roma’da esirlerin özgürlüğü için ben savaştım.
Stamp Act’le ben mücadele ettim.
İnsan Hak ve Özgürlükleri Bildirgesi’ni ben yazdım.
Köleleri ben savundum.
Kölelik karşıtıyım.
Kölelikten Kurtuluş Bildirgesini yayımlayan bendim.
Her ülkede, her iklimde haini cezalandırır, masumu korur, düşeni kaldırır, adaletsizliğe ve vahşete karşı çıkarım.
Tüm savaşlarda özgürlük için savaşan bendim.
Halkın yaygarasına ve çoğunluğun despotluğuna karşı duran benim.
Adaletin gerçekleşmesini engelleyen önyargı olmasın diye zenginleri savunur; Yoksulun tüm hak ve imtiyazları teslim edilsin diye davasında ısrar ederim.
Irk, renk, sınıf, cinsiyet ya da din ayrımı yapmaksızın insanlığın eşitliği için çalışırım.
Hilebazlıktan, dalavereden ve sahtekarlıktan nefret ederim.
Adaletten ödün vermekten ya da menfaati zıt iki müvekkile hizmet etmekten yasaklıyım.
Geçmişin muhafazakarı, bugünün liberali, geleceğin radikaliyim.
Adaleti ve hakkaniyeti gerçekleştirmek için uzlaşmaya inanırım;
Aynı nedenle şekilciliğin ve kırtasiyeciliğin Gordion düğümünü kesip atarım.
Tüm buhranlarda insanlığın lideriyim.
Dünyanın günah keçisiyim.
İnsanlığın haklarını avucumun içinde tutarım da, kendi haklarımı sağlamayı bir türlü beceremem.
Ben öncüyüm.
Geçmişten vazgeçecek, bugünü ve var olanı yıkmak isteyecek en son kişiyim.
Ben, adil hükümdar, dürüst yargılayıcıyım.
Mahkum etmeden önce dinler, herkes için en iyiyi araştırırım.
Ben Avukatım.
Sevgili Gençler,
Şimdi Luis Land’in bizi götürdüğü yere, yani geçmişe, yani avukatlık mesleğinin tarihine gidelim ve oradan devam edelim.
Hepinizin, hepimizin bildiği üzere, insanlık tarihinin ilk zamanlarında ‘zorbalıkla-kaba güçle’ eş anlamlı olan ve o şekilde uygulanan ‘hak arama özgürlüğü’, günümüzde başta anayasalar olmak üzere, yasalarla, uluslararası sözleşmelerle tanınan, düzenlenen, kullanılabilen ve güvence altında olan bir özgürlüktür. Hak aramanın bağımsız ve tarafsız bir kurum olan yargı yolu ile elde edilmesi, aşama aşama gelişen ve gerçekleşen bir hukuksal aydınlanmanın sonucudur.
Hak arama özgürlüğünün kullanılmasında ve korunmasında hukuki yardımda bulunan, bu amaçla bireyin yanında yer alan, bilgisini ve zamanını hak arayan kişi veya kişilere özgüleyen hak arama/savunma mesleğinin onurlu temsilcileri ise avukatlardır.
İnsanız. Her toplumda melekler olduğu kadar, şeytanlar da var. Birey olarak hepimizin sağlıklı, olumlu yanlarımız olduğu gibi, yanlışlarımız, eksiklerimiz de var. Onun için Fransızlar ‘Herkesin dolabında bir ceset vardır’ derler. Esasen, herkes melek olsa idi, hukuka, yasalara, avukat, yargıç ve savcılara gereksinme olmazdı.
Melek ya da şeytan olalım, suç denilen şey hiçbirimizin uzağında değil. Hiç suç işlememiş olmamız, ileride de suç işlemeyeceğimiz anlamına gelmez. Hepimiz her an bir suç isnadına, iftiraya maruz kalabilir, ya da hukuki bir çekişmenin tarafı olabiliriz. Bu gibi durumlarda, profesyonel bir desteğe, yani avukata gereksinmemiz olduğu açıktır. Esasen Charles Dickens’in özlü deyişi ile ‘kötü insanlar olmasaydı, iyi avukatlar olmazdı.’ Bütün bunları dikkate aldığımızda, savunma hakkının, bu hakkın takipçisi ve onun uzmanı olan avukatın önemi ve değeri ortaya çıkar.
Bu bağlamda işaret etmek isterim ki, her ne kadar Avukatlık Yasası’nın 34.maddesinde avukatlık görevinin kutsal olduğu yazılı ve savunmanın kutsallığı da kimi üstatlarımızın kullanmayı çok sevdikleri bir sıfat ise de, kanımca bu doğru değildir. Kutsallık, geleneksel yapılardan, muhafazakar anlayışlardan tevarüs ettiğimiz, aktardığımız bir anlayıştır. Değerli meslektaşımız Halil İnanıcı’nın da vurgu yaptığı üzere, geleneksel dönemin örgütlenme biçimi olan lonca anlayışı, diğer meslekler gibi avukatlık mesleğini de kutsallık ikonu ile denetimi altında tutmaya çalışmıştır. Aydınlanmayla birlikte geleneksel koşullanmalardan ve baskıdan kurtulan insan aklı, kendi yaşamının, kendi işinin, kendi mesleğinin ve tercihlerinin sorumluluğunu bizzat kendisi üstlenmiştir. Modernizmle başlayan bu süreçte insanı kutsallık ikonu ile denetlemek ve baskı altında tutmak mümkün olmamakla, avukatı da kutsallık ikonu ile denetlemek ve baskı altında tutmak hem mümkün, hem de doğru değildir.
Kaldı ki, kutsallık ve bundan türetilen kutsal devlet, kutsal adalet, kutsal savunma gibi kavramlar kurulu düzeni koruyan, otoriteyi koruyan kavramlardır. Oysaki avukatlık mesleği her türden iktidarla, otoriteyle, statükoyla sorunu olan bir meslektir. Öyle olduğu için avukat, devlete karşı, iktidara karşı, otoriteye karşı insanı, bireyi, hakkı savunan kişidir. Savunma ise kutsanması gereken bir iş ve faaliyet olmayıp, yaşam hakkı gibi, mülkiyet hakkı gibi, özgürlük hakkı gibi, emek gibi, üretim gibi saygı duyulması, değer verilmesi, korunması gereken, vazgeçilmesi mümkün olmayan üstün bir haktır. Temel bir insan hakkıdır.
Değerli Gençler,
Avukatlık yasamızdaki düzenlemeye göre, savcı ve yargıç ile birlikte yargılama faaliyetinin üç kurucu unsurundan birisi, ama bize göre asli unsuru olan savunma mesleğinin kökleri kadim Yunan’a kadar gider. Tarihin yazımlayabildiği kadarıyla ilk Baro Atina’da kurulmuştur. Dracon ve Solon Atina Barosu’nun ilk avukatlarıdır. Konsül olduğu zaman Cicero ve yine Cesar Roma Barosu’na kayıtlı avukattı.
Kaba gücün, işkencenin, engizisyonun egemen olduğu Ortaçağ’da avukatlık mesleği çok fazla bir gelişme gösterememiştir. Zira bu süreçte kanıtlar, işkence ve itirafla elde edildiği için savunma gereksiz kabul edilmiştir.
Avukatlık mesleği Rönesans ile birlikte yeniden gelişme göstermeye başlamıştır. Bu dönemde avukat, ‘Yumuşak, sakin, Tanrı’dan korkan, gerçeği ve adaleti seven kişi’ olarak tanımlanıyordu. Yine bu dönemde Fransa’da avukatlar mesleklerini ikamet ettikleri yer dışında da yaptıkları için ‘adaletin gezici şövalyeleri’ olarak isimlendiriliyordu.
16.Louis’in ‘Fransa Kralı olmasaydım, Bordeaux’da avukat olmak isterdim’ dediği rivayet edilir.
Montesquieu’nun, ‘Lettress Persanes’ isimli eserinin kahramanı olan yargıç şunları söyler: ‘Avukatlar bizim için canlı kitaplardır. Görevleri bizi, aydınlatmaktır.’
Sevgili Gençler,
Baroların ve avukatlık mesleğinin Türkiye’de oluşmasına zemin oluşturan en önemli aşama; felsefesi ve amacı hukuk yoluyla toplumu dönüştürme projesi olan ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında kabul ve ilan edilen 1839 tarihli Tanzimat Fermanıile onu izleyen 1856 tarihli Islahat Fermanı’dır.
Her iki fermanla birlikte başlayan hukuki ve toplumsal dönüşüme bağlı olarak 05 Nisan 1878 tarihinde İstanbul Barosu, 17 Haziran 1880 tarihinde İstanbul Hukuk Fakültesi kurulmuştur.
Türkiye’de çağdaş anlamda avukatlık mesleğinin başlangıcı, aynı zamanda ülkemiz aydınlanmasının başlangıcı ve tıpkı Tanzimat gibi hukuk yolu ile toplumu dönüştürme projesi olan Cumhuriyet’in kurulması ile birlikte olmuştur.
Engin dehası ile bizlerin önünü açan, sahip olduğu üstün donanımları ile tarihimizi hızlandıran Büyük Atatürk, Cumhuriyetin kuruluşunun ilk yılında ve daha henüz Cumhuriyetin ilk Anayasası olan 1924 Anayasası yürürlüğe konulmadan önce, avukatlık mesleğini Batı normlarına uygun biçimde düzenlemek amacı ile 03 Nisan 1924 tarihli ve 460 Sayılı Muhamat, yani Avukatlık Kanunu’nu çıkartmıştır.
Büyük Atatürk’ün Ankara Hukuk Fakültesi’nin açılışında yaptığı konuşmada yer alan ‘… Yeni toplum yaşamının kurucusu ve güçlendiricisi olmak amacıyla öğrenime başlayan sizler, Cumhuriyet döneminin gerçek hukuk bilginleri olacaksınız. Bir an önce yetişmenizi ve ulusun isteğini eylemsel olarak tatmine başlamanızı ulus sabırsızlıkla beklemektedir. Sizi yetiştirecek olan profesörlerin üzerlerine düşen görevi hakkı ile yerine getireceklerine eminim. Cumhuriyetin yaptırımı olacak bu büyük kurumun açılışında duyduğum mutluluğu hiçbir girişimde duymadım, bunu açığa vurmakla ve belirtmekle hoşnudum’ sözleri Atatürk’ün hukuka, yargıca, savcıya, avukata verdiği önemi ve değeri gösterir.
Değerli Gençler,
460 Sayılı Muhamat Yasası’nın, değişen dünya ve ülke koşullarına uygun olmaması ve gereksinimi karşılamada yetersiz kalması nedeni ile başlatılan çalışma sonucunda, özellikle kıta Avrupa’sındaki ülkelerin avukatlıkla ilgili yasa, tüzük, yönetmelik gibi mevzuatları da göz önüne alınarak 01 Aralık 1938 tarihinde ‘3499 Sayılı Avukatlık Kanunu’ yürürlüğe konulmuştur.
3499 Sayılı Avukatlık Kanunu ile avukatlık mesleğine getirilen en önemli özellik, avukatlığın kamu hizmeti olarak ifade ve kabul edilmiş olmasıdır.
Yaklaşık 31 yıl yürürlükte kalan 3499 Sayılı Avukatlık Kanunu’nun yerini 19 Mart 1969 yürürlük tarihli 1136 Sayılı Avukatlık Kanunu almıştır.
Birçok hükmü değişmiş olmakla birlikte, halen yürürlükte olan 1136 Sayılı Avukatlık Kanunu hükmüne göre, avukatlık ‘kamu hizmeti’ ve ‘serbest’ bir meslektir. Bu konumu ile avukatlık, yargılama faaliyeti içinde ‘sine qua non’ konumunda bulunan vazgeçilmez bir unsur ve hukuk güvenliğinin bir parçasıdır.
Avukatlık mesleği sadece bilgi mesleği değil, aynı zamanda bir cesaret mesleğidir. Özellikle siyasi davalarda avukat, cesur olmalı, tutuklanmak dahil, başına her şeyin geleceğini bilmelidir.
Bu konu ile ilgili olarak iki örnek vermek isterim. Birincisi Marie-Antoinette’in avukatıChaveau-Largarde, ikincisi, Napolyan’a suikasttan sanık Moreau’nun avukatı Bonnet.
Yargılama aşamasında “Ben, konvansiyona iki şey sunuyorum: Gerçeği ve kafamı. Birincisini dinledikten sonra, ikincisi hakkında dilediğiniz gibi karar verebilirsiniz” diyenChaveau-Lagarde savunmasının sonunda tutuklanmış, Bonnet ise Napolyon tarafından sürgüne gönderilmiştir.
Mesleğini yerine getirirken avukat özgür ve bağımsız olmalıdır. Esasen bağımsızlık avukatlık mesleğinin karakteridir. Onun için avukatlık bir serbest meslektir. Bu bağlamda avukat, hiç kimseden emir almamalı, bağımsızlığını zedeleyecek işleri ve görevleri kabulden kaçınmalıdır.
Ünlü Baro Başkanı Carpentier’e göre bağımsızlık: ‘Bütün bir fikri ve manevi alemi kapsayan, bütün düşünceleri, hasletleri, bireyi insan sürüsünden ayırıp onu insan kılan her şeyi kapsayan sözcüktür.’
Avukatın bağımsız ve özgür olması gerektiği konusunda söylenmiş en güzel sözMolierac’a aittir. Şöyle diyor Molierac: ‘Görevimizi yaparken kimseye, ne müvekkile, ne yargıca ve ne de iktidara tabiyiz. Bizim aşağımızda kişilerin varlığı iddiasında değiliz. Fakat hiçbir hiyerarşik üst de tanımıyoruz. En kıdemsizin, en kıdemliden veya isim yapmış olandan farkı yoktur. Avukatlar esir kullanmadılar, fakat efendileri de olmadı.’
Değerli Gençler,
Avukatlık bir güven mesleği olmakla, avukat güvenilir kişi olmalıdır. Kamunun, müvekkilinin, yargıcın kendisine olan güvenini ve inancını sarsmamalıdır. Mesleğini özenle yerine getirmeli, sır saklamasını bilmeli, gerek adalet hizmetinin, gerekse mesleğin onurunu ve şerefini her şeyin üzerinde tutmalıdır.
Objektifliğini yitiren, müvekkili ile bütünleşen avukat, bağımsızlığını yitireceği ve taraf olacağı için müvekkilinin hakkını yeterince koruyamaz. Onun için yargıcın tarafsızlığı, yargının bağımsızlığı kadar savunmanın bağımsızlığı, avukatın tarafsızlığı da önemli olmakla, avukat görevini ifa ederken objektif olmalı, bu bağlamda müvekkili ile bütünleşmemelidir.
Avukat üslupta yumuşak, eylemde sert olmalıdır. Bu bağlamda yazarken de, konuşurken de düşüncelerini ve argümanlarını nezaketle ortaya koymalı, hukuk dışı açıklamalardan kaçınmalı, savunma sınırını aşmamalı, düzeyini düşürmemeli, her koşulda nezaketini korumalıdır. Böylesi bir davranış, böylesi bir üslup daha etkili olacaktır.
Son bir söz, onu da Mevlana söylüyor: ‘Sesini değil, sözünü yükseltmeli insan. Çünkü gök gürültüleri değil, yağmurlardır yaprakları yaşatan.’ Avukat olursanız eğer siz de öyle yapın. Zira iyi avukatlar, seslerini değil, sözlerini yükseltirler.
Beni sabırla dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyor, sevgi ve saygılar sunuyorum.’
Avukat Vedat Ahsen Coşar