Yargının kurucu ve asli unsurlarından olan bağımsız savunmayı temsil eden avukatlar, sadece hukuki sorun ve anlaşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesini ve hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasını sağlamakla görevli ve yükümlü değillerdir. Aynı zamanda laik bir entelektüel ve özgül bir kamusal role sahip bireyler olarak; kamu için ve kamu adına mesajı, görüşü, tavrı temsil etmek, hakikati ifade etmek, ortodoksi ve dogma üretmektense buna karşı çıkmak, hükümetlerin ya da muhalefetin, haklarının değil, menfaatlerinin takipçisi olan büyük şirketlerin ve başkaca çıkar çevrelerinin adamı ve sözcüsü olmamak zorundadırlar.
Yine tiyatromuzun duayenlerinden usta sanatçı Tamer Levent’in özlü anlatımı ile ‘sanat bir işin adı değil, bir işin yapılmasında gösterilen özen felsefesinin adıdır. Bu felsefe etikten, estetikten ve adaletten ibarettir. Adalet sanat felsefesinin vazgeçilmez unsurudur.’ Adaletin gerçekleştirilmesinde avukat asli ve kurucu unsur olmakla, sanatla avukatlık mesleği arasında da kopmaz bir bağ vardır. Esasen hayatın bir eleştirisi olan sanat, biz avukatlara yabancı olan bir uğraş ve meslek de değildir. Zira savunma mesleği özünde bir sanat olmakla, avukat olarak bizim yaptığımız da bir anlamda sanattır. Sanat bir keşif alanı, bir düşüncenin, bir duygunun, bir güzelliğin anlatımıdır. Beraberinde kültürel tembelliği, körlüğü, sığlığı, önyargıları, uyumsuzluğu, kavgayı ve dengesizliği getiren, hayatı rutinleştiren, kirleten ve çirkinleştiren her şeyin panzehiri sanattır. Esasen sanatın en başta gelen görevi de bu türden olumsuzluklarla mücadele etmek, bunlara engel olmaktır. Yaşamı güzelleştirmek, daha rafine ve keyifli bir hale getirmek, düz bir çizgide ilerleyen zamana, giderek rutinleşen hayata hoş sürprizler katmaktır. Bütün bunlar, savunma sanatının ustaları olan avukatların da öncelikleri ve temel değerleridir.
Peki! Avukatların meslek örgütü olan Baro nedir, neden gereklidir, ne yapar, ne yapmalıdır? Baro sadece bir meslek kuruluşu değil, onu aşan bir şeydir. O nedenle, Baro, sadece avukatlar için değil, toplum için de var olan, var olması gereken bir kuruluştur. Amerikalı futurist Peter Drucker’a göre, kuruluş bir insanlar topluluğudur, ortak amaç için bir arada çalışan kişilerden oluşur. Kuruluş; toplum, cemaat, aile gibi sosyal kurumlardan farklı olarak, belli bir amaca göre tasarlanmıştır ve işine, görevine, işlevine göre tanımlanır. Toplum ve cemaat ise, dil, kültür, tarih, coğrafya gibi insanları bir arada tutan bağa göre tanımlanır. Kuruluş, ancak belli bir işe, kendi işine odaklandığı zaman etkilidir. Toplum, cemaat ve aile sadece var olan kurumlardır. Kuruluş ise yapandır. Toplum, cemaat ve aile koruyucu kurumlardır, öyle oldukları için de statükoyu sürdürmek, değişimi yavaşlatmak için uğraşırlar. Oysa kuruluşlar ‘statüko bozucu’ olmak, ‘ezber bozmak’, toplumsal gelişmenin ve değişimin motoru ve önderi olmak için vardırlar. Onun için kuruluşlar, değişikliğe göre düzenlenmiş olmak, yeniliklere dönük olmak zorundadır. Kuruluşların işlevlerini yerine getirebilmeleri için; kurulu olanı, alışılmış olanı, bilineni, rahat şeyleri, insani ve sosyal ilişkileri, becerileri sorgulamaları, gerektiğinde bütün bunları terk etmek üzere düzenlenmiş olmaları gerekir. Bir kuruluş olarak Barolar da bu çerçevede örgütlenmek ve hareket etmek durumundadır.
Kuruluşun işlevi bilgileri verimli kılmaktır. Bilgiler ne kadar ihtisaslaşmış olursa, kuruluşlar da o kadar daha fazla etkili olurlar. Gelişmiş ülkelerde kuruluşlar, bilgileri verimli kıldıkları, bilgileri ihtisaslaştırdıkları, kendi amaçları üzerine yoğunlaştıkları, bilgiden bilgilere geçtikleri için toplumun merkezi ve güç odağı konumuna gelmişlerdir. Esasen günümüzün kuruluşları, güce dayalı yapıdan, bilgiye ve sorumluluğa dayalı bir yapıya dönüşmüşlerdir. O nedenle, günümüzün kuruluşlarında, kuruluşun amaçları, katkıları, davranışları, performansı konusunda herkesin sorumluluk alması gerekir. Bundan çıkan anlama göre, kuruluşun bütün üyeleri kendi amaçlarını ve katkılarını düşünecekler ve her ikisi için de sorumluluk alacaklardır. Kuruluşlarda ast/üst diye bir şey yoktur, sadece birlikte çalışan insanlar vardır. Onun için bütün üyelerin kendilerine; benim bu kuruluşa yapabileceğim en önemli katkı nedir diye sorması, her bir üyenin sorumluluk sahibi olması, karar yetkilisi olarak çalışması, kendi amaçlarının kuruluşun amaçları ile uyumlu olmasını sağlaması gerekir.
Bu bağlamda, nitelikleri ve yapıları itibariyle tam da Avusturya asıllı Amerikalı yazar ve işletme uzmanı olan Peter F.Drucker’ın çerçevesini ve işlevlerini belirlediği anlamda bir kuruluş olan Barolar, sadece, avukatlık mesleğini geliştirmekle, meslek mensuplarının yararlarını korumak ve gereksinimlerini karşılamakla, meslek düzenini, ahlakını, saygınlığını, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmakla ve korumakla görevli olmayıp; toplumsal değişime ve dönüşüme katkı yapmakla, bu amaçla, kurulu olanı, alışılmış olanı, bilineni, rahat şeyleri, insani ve toplumsal ilişkileri, becerileri sorgulamakla, yeniliğin ve değişimin motoru ve önderi olmak için statüko bozucu, ezber bozucu olmakla yükümlü olan, olması gereken kuruluşlardır.
Barolar ve avukatlar, bütün bu işlevleri yerine getirebilmek için, tam da Edward Said’in ‘entelektüel’ tanımında işaret ettiği üzere; zihinlerinde kendilerini de hedef alan kuşkucu bir ironiye yer vermek, çevrede dolaşmak, ayakta durup otoriteye cevap verebilecek kadar bağımsız, cesur, özgür ve özerk bir ruha sahip olmak, her türlü otoriteden gelen tehditlere karşı koyabilmek, hiç kimseye boyun eğmemek, kirlenen düşüncelerini değiştirebilecek, yeni şeyler keşfedecek kadar hevesli kalabilmenin yollarını bulmak zorundadırlar.
Barolar ve avukatlar, sadece bunları değil, hakikati temsil etmek, bir haminin veya vasinin ya da başkaca bir otoritenin yönlendirmesine izin vermemek, toplumsal değişime ve dönüşüme öncülük edebilmek için yeni diller ve ruhlar icat etmek durumundadırlar. Bütün bunları yapabilmek için Baroların ve avukatların, hem kendilerini hem de üyesi oldukları toplumu; klişelerle, sloganlarla, aşınmış metaforlarla/mecazlarla, bayat kullanımlarla, şövenlikle ve hamasetle çürümüş bir dilin zihinlerini uyuşturup edilgenleştirmesine, bilinçlerinin üzerini kaplayıp, onu basmakalıp düşünceleri incelemeden, tartışmadan, sorgulamadan kabul etmeye ayartmasına izin vermemeleri gerekir.
Dünya siyasi tarihinin incelenmesinden de anlaşılacağı üzere, başta Fransız İhtilali, Amerika’nın Bağımsızlığı, dünyanın ilk yazılı anayasası olan Amerikan Anayasası gibi devrim niteliğindeki tüm eylemlerde, dünya tarihini değiştiren ve dönüştüren tüm siyasi olaylarda, gerek eylem, gerekse düşünce lideri olarak avukatlar vardır. Gerçekte bütün toplumlar, hukuka ve avukatlara gereksinimleri olduğunu akıl ve deneyim sonucu öğrenmişlerdir. O nedenle, herhangi bir hukuk ve adalet sistemi, avukatlar olmaksızın adil ve demokratik bir şekilde işleyemez. Zira avukat ya da savunma makamı, sadece adil yargılamanın temel ve kurucu unsuru değil, aynı zamanda yargılama prosedürünü ve sürecini demokratikleştiren unsurdur. Öyle olduğu için uygar ve demokratik tüm ülkelerde, avukatlar ve onların mesleki kuruluşları olarak Barolar vardır. Esasen yirminci ve yirmi birinci yüzyılın en göze çarpan özelliklerinden birisi, siyasetin, uluslararası kuruluşlar temelinde artan bir öneme sahip olmasıdır. Bu uluslararası kuruluşlar, yetkilerini yalnız tek bir ülkede değil, uluslararası alanda ve birden çok ülkeyi kapsayacak şekilde kullanmaktadırlar. Bu bağlamda, Barolar, hem ulusal hem de küresel toplumun iyileştirilmesinde aktif bir rol oynamakta ve adalete erişim için çok fazla çaba sarf etmektedirler. Zira hukuk ve adalet, düşünce sistemlerinin bir gerçeği olarak devletin ve sivil toplumun en önde gelen vizyonudur.
Baroların, insan hakları, kadının insan hakları, çocuk hakları, hayvan hakları, çevre hakları, benzeri nitelikteki başkaca haklar konusunda duyarlı olmalarının, bu alanlarda hakların savunuculuğunu yapmalarının, bütün bu alanlarda ve konularda mücadele ve topluma önderlik etmelerinin en önemli nedeni de, bu vizyona ve bilince sahip bulunmalarından dolayıdır.
Barolar çok sayıda kişinin sandığının aksine sivil toplum kuruluşları değildir, onu aşan ve ondan çok daha fazla şey ifade eden ama sivil topluma ait olan kuruluşlardır. Peki! Sivil toplum nedir ve nasıl tanımlanır? ‘Anayasal Demokrasi’ isimli kitabında Prof. Dr. Mustafa Erdoğan’ın, ‘Politics/Siyaset’ isimli eserinde Andrew Heywood’un özlü yaklaşımları ile sivil toplum, devlet-toplum ilişkilerinin karşılıklı bağımlılık açısından görülmesi ile ilgili analitik bir kavramdır. Devlet açısından bakıldığında, bu kavram, devletin toplumdan ayrı ve özerk bir kurum olduğunu kabul eder. Bu özerkliğin niteliğini, kaynağını, derecesini ve sonuçlarını inceler. Toplum açısından bakıldığında ise, kendine özgü gelişme dinamiği bulunan, kurumsallaşmış karar-alma ve sorun-çözme mekanizmaları olan bir hizmet organizasyonu ve yaşayan bir organizmadır. Bu yönüyle sivil toplum, devletten bağımsız bir toplumsal alanının varlığını şart koşar.
Literatürde, John Locke’dan Thomas Hobbes’a, İskoç aydınlanmasını sürükleyen Adam Ferguson, David Hume ve Adam Smith’den Hegel ile Marx’a, Tocqueville’den Gramsci’ye ve hatta günümüzde Habermas’a kadar uzanan süreçte, sivil toplum kavramının anlaşılma ve tanımlanma biçimi birbirlerinden oldukça farklıdır. Bununla birlikte, sivil toplum konusunda öğretide mutabık olunan husus, sivil toplumun, devlet gücünün ve muhalefetin meşruluğunun kaynağı olmasıdır. Amerikalı sosyolog ve teolog Peter L. Berger’in, Yeni Forum Dergisi – c.10-1989-n.246, s.26-9’da yazdıklarına göre sivil toplum, siyasal iktidarın gücünü kötüye kullanmasının, despotizmin ve totalitarizmin karşısındaki en zinde, en dinamik, en bağımsız, en etkili güçtür. Sivil toplum, demokrasinin gelişmesine ve yerleşmesine katkı yapan, devletin bir tür varlık olarak değil de, kendisinin bir türevi ve organı olarak anlaşılmasının felsefi zeminini oluşturan, devletten nispeten bağımsız, kendine özgü gelişme ilkelerine ve kurumsal yapılara sahip bulunan bir varlık alanıdır.
Bu çerçeveden bakıldığında, Barolar, tam olarak karşılamamakla birlikte, Anglo Saksonların ‘mediating structures/aracı yapılar’ şeklinde isimlendirdikleri türe yakın kuruluşlardır. Peter L. Berger’in az yukarıda yollamada bulunduğumuz makalesinde işaret ettiği üzere, demokrasi, aracı yapıları korumanın en pratik metodu, aracı yapılar ise, bizatihi demokrasinin, özgürlüklerin koruyucusudurlar. Yine Berger’e göre, gelişmiş ve gelişmekte olan toplumlarda mevcut bulunan aracı yapılar, belli çıkarları korumak ya da geliştirmek amacıyla kurulmuş kooperatifler gibi, sendikalar gibi, meslek kuruluşları gibi ya da aile, cemiyet, cemaat, dini kurumlar ve yerel toplumlardaki diğer yapılanmalar gibi, kişilerin çok aziz saydıkları değerleriyle ve kimlikleriyle ilişkili olan, ilgisi bulunan kuruluşlardır. Aracı yapılar, kişileri, modernleşmenin bedeli olan yabancılaşmadan, kimliklerini ve aidiyetlerini yitirmekten koruduğu gibi, siyasi iktidarların insana ait olan bireysel/kişisel değerlere yakınlaşmasını, bunlara ilgi duymasını sağlarlar. Aracı yapılar, otoriter ve totaliter rejimlerden farklı olarak, demokrasinin gelişmesine ve yerleşmesine olanak sağlayan toplumsal zeminler ve birimlerdir. Esasen otoriter ve totaliter rejimler, gerek aracı yapıların, gerekse Baroların nispi bağımsızlığına dahi tahammül edemedikleri gibi, bu kuruluşların sayılarının en aza indirilmesini, denetim altında tutulmalarını ve bu amaçla merkezi idarenin bütünlüğüne dahil edilmesini isterler.
1136 sayılı Avukatlık Yasası’nda 7249 sayılı Yasa ile yapılan değişiklikle ‘çoklu baro’ sisteminin getirilmesinin, kamu görevlisi olarak bireyin, yurttaşın, halkın ‘hizmetkarı’ olan bir polis memurunun, değerli bir Baro Başkanı’na ‘devlet biziz’ demesinin, diyebilmesinin arkasında yatan asıl neden, devlete, hukuka, avukata, Baroya ‘şaşı bakan’ bu çarpık anlayış ve zihniyettir.