9. Yargı Paketi olarak anılan, büyük bir hukukî değişiklik ve katkı gibi sunulan torba kanun şeklinde olan, ancak kanun yapma tekniğine, hukukî belirlilik, öngörülebilirlik, güvenlik ilkelerine aykırı olan kanunlaştırma faaliyetine ilişkin çalışma hakkında, yargılama ve takip hukuku ile arabuluculuk ve hukuk mesleklerine giriş sınavı bakımından görüş ve değerlendirmemiz aşağıdadır.

1. Yöntem ve Yöntemin Hukuka Aykırılığı Hakkında

Öncelikle belirtmek gerekir ki, daha önce de farklı vesilelerle belirttiğim üzere, yapılmaya çalışılan bu kanunlaştırma faaliyeti, yöntem olarak Anayasa’ya aykırı ve hukukun sınırlarını zorlayan bir kanunlaştırma çabasıdır. Artık çok tekrar edildiği ve alışıldığı için Türk hukuku ve hukukçusu için adeta normal gibi karşılanmaktadır. Ancak olan şey hukuk değildir ve hukuka uygun değildir. Çünkü;

(a) Dikkat edilirse bu çalışmanın yapıldığı, yasama organı TBMM ve milletvekilleri tarafından değil, yürütme ve Bakan tarafından duyurulmuş, hatta bu yasama dönemine yetiştirileceği belirtilmiştir. Oysa 2017 yılında yapılan AY Değişikliği ile artık yürütmenin kanun önerisi hazırlama yetkisi ortadan kalkmış bulunmaktadır. Şu andaki durum Anayasayı dolanmak demektir. Çünkü, her ne kadar getirilen kanun tasarısı metninin altında milletvekillerinin imzası olsa da, hazırlığı ve çalışmasının onlar tarafından yapılmadığı açıktır. Bugüne kadar bu konuya yeterince değinmeyen, duyurmayan, karşı durmayan muhalefet de aslında bu hukuka aykırılığın bir parçasıdır, görevini yapmış sayılamaz.

(b) Torba kanun anlayışı, hukukî belirlilik ve güvenlik ilkesine aykırı, şeklî kanunlaştırma anlayışı dışında, maddî kanunlaştırma anlayışının da sınırlarını zorlayan bir durumdur. Paket paket, torba torba hazırlanan, yenilik diye sunulan, belirgin bir ismi dahi olmayan kanunlar hukuku dejenere etmekte, hukukî öngörülebilirlik ve güvenliği zedelemektedir. “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapan Kanun” şeklinde ismi bile olmayan kanun ismi, bir hukuk devleti anlayışının ürünü ve yansıması olabilir mi? “Hangi kanun?” denildiğinde, cevabı olmayan bir kanun çalışması sistemi karşımızda durmaktadır. Bir şeyin çok yapılması ve tekrarlanması, onu doğru hale getirmez, sadece yanlışı sanki normalmiş gibi tekrarlamak anlamına gelir. Dolayısıyla bu hukuk sınırlarını ve Anayasayı zorlayan anlayışla hazırlanan paketin de hukuku zorlayacağı açıktır. Yöntem, esası da belirler. Yöntem yanlıştır, esas bakımından da birçok yanlışlığın zeminidir. Nitekim yasama dönemi tam biterken, alelacele sunulan, kamuoyu ve konuyla ilgili kişi ve kurumların görüşü alınmayan, içerik olarak acil olmayan düzenlemeler içeren, tartışma zemini sağlamayan böyle bir kanunlaştırmanın çıkartacağı sorunlara hazır olmak gerekir. Zaten madde metinlerine bakıldığında (ki bir kısmı bu yönde aşağıda değerlendirilecektir), aslında bizlerin daha önce yanlıştır dediğimiz, buna rağmen adeta “ısrar ve inat hükmü” olarak çıkartılan hükümlerin düzeltilmesi ya da bu çerçevede AY’ya aykırı bulunup iptal edilen hükümlerin ikamesi amacına yöneliktir. Yöntem esası belirler. Önceki yöntem yanlıştı, yanlış sonuçlar vermişti; bu yöntem de yanlıştır ve içeriği de yanlışa götürmektedir.

2. İcra ve İflâs ve Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda Yapılmaya Çalışılan Değişiklikler Hakkında

(a) Paketle İİK m. 111/b maddesinde değişiklik yapılmakta, artırma sırasında sunulan teklifle ilgili miktar artırılarak, teklifle ilgili süre uzatılmaktadır. Bu hüküm, yani m. 111/b de hukukumuza yakın zamanda girmiş, ancak yeterince tartışılmamış, tam olarak değerlendirilmeden kabul edilmiş, icra satışlarına ilişkin önemli bir hükümdür. Hüküm daha kabul edilir edilmez sorunlar ortaya çıkarmıştır.

Değişiklikle teklif vermede, önceki teklife göre ileri sürülmesi gereken fark, binde birden beşe, herhalde yüz liradan bin liraya çıkartılmaktadır. Böylece satıştaki tekliflerin daha ciddî olmasının sağlanması düşünülmektedir. Ancak eğer binde bir yanlışsa, bu hukuka aykırılık bugüne kadar niye sürdürüldü, yok eğer o makulse şu andaki oranın anlamı nedir; bu nisbet hangi hukukî ve aklî ölçüyle tespit edilmiş, uygulamadaki hangi sorunun tam çözümüdür diye sorulduğunda cevabı yoktur. Masa üstünde o olmasın, bu olsun denilerek üretilen bir çözümdür.

Burada daha da önemli olan ise, teklif verme süresinin uzatılmasına ilişkin öneridir. Artırma sürecinin son on dakikasında teklif verilmesi halinde, süre daha önce bir defaya mahsus on dakika uzatılmaktayken, değişiklikle bu durumda artırmanın üç dakika uzatılacağı belirtilmiş ve süre kısaltılmış; ancak diğer yandan da bunun bir defa değil, her yeni teklifle üç dakikalık peryotlarla uzayacağı kabul edilmiştir. Esasen uygulamada, son anda verilen ve adeta artırmayı sabote edip yeni bir teklif verilmesini mümkün kılmayan, bazen teknolojik hilelere de başvurulan sorunun giderilmesi bakımından yararlı sayılacak bir değişikliktir. Ancak uzama süresinin bir saati geçemeyeceği de belirtilmiştir. Bunun amaçlanan şeyle uyumlu olmadığı açıktır. Şayet halen teklif verme süreci devam ediyor ve malın değeri artıyorsa, bir saat bitince süreci tamamlamak demek, en son teklif verene avantaj sağlamak demektir. Daha önce on dakikalık sürede ortaya çıkacak sakıncaların burada da, -daha az olsa da- biraz geç bir sürede aynen oluşacağını söylemek için çok fazla bir öngörüye gerek yoktur. Sorunu erteleyerek ve daha geniş süreye yayarak çözüldüğünü düşünmek yanılgısıdır. Sorun azalabilir, ancak bu düzenlemeyle çözülmüş olmaz.

Ayrıca kanunîlik ilkesinin hâkim olduğu bir hukuk alanı olan icra ve iflâs hukukunda, sürenin uzatılması, kısaltılması ve hatta kaldırılması yetkisinin Adalet Bakanlığı’na verilmesi de Anayasa’ya aykırı, keyfî bir düzenlemedir. Eğer böyle bir yetki verilecekse, zaten önceki ifadeye gerek yoktur. Tek bir cümle yazılarak, Bakanlık süreyi istediği şekilde düzenler demek yeterlidir. Ancak bunu demenin kanunun iptaline kapı açmak olacağı düşünülerek, nihayetinde aynı anlama gelecek başka bir ifade kullanılmıştır. O sebeple yukarıda kanunun arkasından dolanmak yerleşik ifadesine benzer şekilde Anayasanın arkasından dolanmak ifadesi kullanılmıştır.

Sonuç olarak, bu değişiklik konusunda düşünce kısmen doğru, ancak yapılan düzenleme şekli yanlış ve sorunludur. Kaldı ki, bu konuda tek sorun da bu değildir. Örneğin, teklif verirken sistemin sağlıklı çalışmaması, teklif verenlerin elinde olmayan sebeplerle (örneğin elektrik kesintisi, bölgesel internet kaybı vs.) teklifin verilememesi, teklifin sisteme tam zamanında düşmemesi sebebiyle verilmemiş sayılması, hatta hızlı hareket etmenin zorunluluğu karşısında, örneğin rakama bir veya birkaç sıfır fazla girilmesi gibi sorunların çözümüne ilişkin bir çare de üretilmemektedir. Oysa şu anda bunların tümü elektronik teklifle ilgili sorunlardır. Bu sorunlar, hem icraî satışların aksamasına hem de icra mahkemelerinde ve yargıda yeni sorun ve yük oluşturmasına yol açmaktadır. Madem bu konu ele alınmıştır; o zaman bu sorunlara da toplu bir çözüm bulunmalıdır.

(b) Yapılan değişiklik önerisi ile İİK’daki parasal sınırlarda yeniden değerleme oranı ile artış yapılması sebebiyle ortaya çıkan küsuratların düzeltilmesi, daha önce 10 Türk Lirası şeklinde dikkate alınmayan kısım şu anda 1000 Türk Lirasına, yani 100 katına çıkartılmaktadır. Ancak neden on, bine çıkartılmıştır sorusunun gerekçesi yoktur. Eğer bu durum paranın değeri ile ilgili ve enflasyon farkı ise, resmî rakamlara göre bu oran daha düşük olup kanun değişikliğinde kanun koyucunun Devletin resmî rakamlarına güvenmediği sonucu ortaya çıkmaktadır ki, bunun doğru olmadığı açıktır.

Ancak asıl mesele, tüm bu yanlışlıkların temelinde yeniden değerleme oranına bağlanan rakamsal artışlar gelmektedir. Bunun hukukî güvenlik ve belirliliğe aykırı olduğu açıktır. Keza her sene değişen rakamlar, rakama bağlanan durumlarda her dönem için ayrı değerlendirme yapılmasını zorunlu kılmaktadır. Zaten aşağıda yapılan kanun yollarına ilişkin değişiklik de bu yanlışın sonucu ve ürünüdür. Bu çok tartışılmış ve eleştirilmiş ve nihayet 6100 sayılı HMK kabul edildiği ilk dönemde rakamlar kanunla belirlenip sabitlenmişti. Bunun için HMK’nın gerekçesine bakmak yeterlidir. Ancak, kanunlaştırma yapılırken önceki değişikliklere bakma ve amacı unutma alışkanlığı olduğu için bu yapılmamaktadır. Oysa kanun koyma sürecinin uzmanlığa dayanması, belirli aşamalardan geçmesi, bir gün aniden ortaya çıkmaması gerekliliğindeki amaç budur.

Şu andaki yanlıştan dönülerek, her sene yeniden değerleme oranına göre rakam belirlemesinden vazgeçilmelidir. Bu hem sık değişiklikle belirliliği kaybetmekte hem de devam eden uyuşmazlıklarda ne zaman hangi rakamın uygulanacağı konusunda karışıklığa yol açmakta, keza küsuratlı rakamlar hesabı da güçleştirmektedir. Burada yapılan bin Türk Lirasına dönüştürmek küçük küsuratları düzeltse de, büyük küsuratlarla tutarsız rakamlara engel olmamaktadır. Örneğin icra mahkemelerinde istinaf ve temyiz sınırı şu anda: 66.090 ve 378.290 TL’dır. Bunun akılda tutulur, doğru hesaplanabilen bir sayı olmadığı açıktır ve her yıl da bu gariplikle değişmektedir. Rakamdaki virgül sonrasını yuvarlamak sorunu çözmemektedir.

(c) Bu konuda yapılan diğer bir değişiklik ise, yukarıda belirtilen sorunun devamına çare üretme arayışının hukuk ilke ve kurallarının sınırlarını zorlayarak gerçekleştirilmesine ilişkindir. Buna göre “İstinaf ve temyiz kanun yoluna başvuruda esas alınan parasal sınırda yeniden değerleme nedeniyle meydana gelen artış, bölge adliye mahkemesinin kaldırma veya Yargıtayın bozma kararları üzerine yeniden verilen kararlar hakkında uygulanmaz, ilk karar tarihinde geçerli olan parasal sınırlar esas alınır.” şeklinde düzenleme önerilmektedir. Oysa yargılama hukukunda asıl olan, hükmün verildiği tarihin esas alınmasıdır. İstinafta kaldırma veya Yargıtay’da bozma üzerine alt derece mahkemesinin yeniden karar vermesi halinde, bu yeni bir karar olarak karşımıza çıkmaktadır. O zaman o kararın verildiği tarihin esas alınması ilkesel olarak doğru olacaktır. Ancak yukarıda eleştirilen yenide değerleme oranına bağlamak şeklindeki hukukî belirlilik ve güvenliğe aykırı düzenleme ve bunu ısrarla sürdürme alışkanlığı karşısında, örneğin ilk karar tarihinde kanun yolu açık olan bir davada, istinaf ve temyiz üzerine verilen ikinci kararda rakamlar yükseldiği için bir anda kanun yolu kapanabilmektedir. Bu da aslında kanun yolu merciinin daha önce kendi verdiği kararın doğru uygulanıp uygulamadığını denetleme imkânını ortadan kaldırmaktadır. Yapılan düzenleme ile bu sorun çözülmeye çalışılmıştır. Ancak karanlıkta kaybedileni aydınlıkta arayarak kaybedilenin bulunması mümkün değildir. Burada en aklî ve hukukî çözüm, yeniden değerleme oranı ile artış garipliğinden vazgeçmektir. Şayet zaruret olursa o zaman yapılacak şey, örneğin beş yılda bir kanunla doğru düzgün, küsuratsız rakam değişikliğidir. Bu değişiklik bir derde deva olsa da, bu sefer ilk karar ne kadardı, bu arada ne değişti, şu anda verilen karar özellikle kısmî ise nasıl uygulanacak gibi sorunlar doğuracaktır. Temel kabul ve ilke yanlış olunca devamında da yanlışlık sürekli olacaktır. Kısaca bu yanlışı ve sorunu düzeltmenin yolu bu değildir; yeniden değerleme oranı şeklindeki artıştan vazgeçmektir. Kaldı ki, ekonomideki sorunlar çözülmeden, istikrar sağlanamadan bu sorunların kalıcı çözümü de mümkün değildir.

(d) Benzer düzenleme 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda yapılmakta orada da yukarıdaki ile aynı hüküm getirilmektedir (bkz. Değişiklik Hükmü m. 29). Burada yapılan değerlendirme ve eleştirilerimiz orada da aynen geçerlidir. Orası için ayrıca değerlendirme yapılmayacaktır.

3. Hukuk Mesleklerine Giriş Sınavı ile İlgili Yapılmaya Çalışılan Değişiklik Hakkında

Ülkemizde neredeyse her hukuk fakültesi mezununun müruruzamanla kazandığı müktesep hak şeklinde hukuk mesleklerine giriş söz konusudur. Bunun medenî hukuk ülkelerinde pek rastlanmayan bir durum olduğunu söylemek gerekir. Şu anda hukuk mesleklerine girişte, ya gerçek bir denetimin olmadığı süreç (avukatlıkta) veya objektifliği tamamen eleştiriye açık ve şüpheli bir sınavın (hâkim ve savcılık) sonucunda; ancak her ikisinde de mesleğe kabul öncesi ciddî bir eğitim ve eleme olmayan bir sistem yürürlüktedir. Öncesinde hukuk fakültelerine giriş, sayı, eğitim kalitesi, akademik kriterlerin tümü sorunlu, ne bir ideale ne bir realiteye dayanan, sonunda da hem hukuka giriş yapacak gençleri hem sistemi hem hukuku hem Ülkeyi tüketen bir hal alan durum söz konusudur. Malum ve maruf vakıaların ispatı gerekmez. Ülkedeki hukukun hali pür melali ortadadır. Bugüne kadar hukuk mesleklerine giriş için farklı sınav denemeleri olmuş, ancak ya yürürlüğe girmeden kaldırılmış veya doğru düzgün uygulanamamıştır.

Bu sürecin dayanılmaz sonuçları, sonunda şeklen de olsa bir sınav yapılmasını gündeme getirmiştir, adeta bunu dayatmıştır. Bu konuyla ilgili düzenleme ise çok da alakalı olmayan bir yerde, 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu’nda yapılmıştır. Sorun ilk buradan başlamaktadır. Diğer yandan yukarıda ilk başta yaptığımız eleştirinin adeta itiraf ve ikrarı mahiyetinde bir değişiklik gündemdedir. Hukuk Mesleklerine Giriş Sınavına ilişkin düzenleme daha uygulanmadan değişikliğe gidilmektedir. Neden? Çünkü, ilk düzenlendiğinde tartışılmadan, ilgili kişi ve kurumların görüşü alınmadan alelacele yapılan düzenleme, uygulanması kapıya dayandığında böyle olmamalı denilmeye başlanmış, henüz uygulanmadan değişikliğe gidilmek istenmektedir. Ancak bu yapılmak istenen değişikliğin de, bir amacı ve felsefesi yoktur. Sınavın amacı ve felsefesi olmadan hazırlandığı için bunda da aynı yol izlenmektedir.

Sınavın tek amacı adeta sayısal çokluğu elemek gibi anlaşılmaktadır. Eğer amaç buysa, bu kadar hukuk fakültesi açılmaz, bu kadar öğrenci alınmaz, denetimsiz ve ölçüsüz şekilde hukuk fakültesi mezunu sayısı artırılmaz. Bu olumsuzluğa yol açan da, bı sınavla ona çare bulmaya çalışan da ne yazık ki aynı yönetim ve anlayıştır. Bunun kendi içinde çelişkili bir çıkmaz olduğu aşikârdır. Oysa bu sınavın amacı, hukuk mesleklerine girecek olanlar bakımından temel bilgi oluşumunu sağlamak, standart temel bilgiyle aynı kalitede insan kitlesini sisteme kazandırmak, yeterli olmayanları, belirli bir birikimi olmayanları hukuk mesleklerine almamak, bunun için de temel, sağlam, objektif, derinliği olan bir eleme sistemi olmalıdır. Bu sınavın önceki hali ve değişiklik sonrasının bundan uzak olduğu izahtan varestedir.

Yapılan değişiklik adeta, şu dersler de dahil edilmemiş, bir de onları dahil edelim mantığını taşımaktadır. Adeta dışarda tutulan alanın itibar kaybını gidermeye yönelik bir değişiklik sezilmektedir. Oysa, bu sınavın en önemli amacı hukuk için elzem, vazgeçilmez, mutlaka olması gereken, her hukukçunun bilmesi zorunlu olan temel bilgi standardını sağlamaktır. İyi bir borçlar hukuku, ceza hukuku, anayasa hukuku bilgisi olmayan, iyi bir usûl bilgisi olmayan hukukçuya hangi bilgiyi yüklerseniz yükleyin, hangi alanı sınava eklerseniz ekleyin sorun çıkacaktır.

Bu sınavda soru alanlarını çoğaltmak değil, bilakis azaltıp ama oldukça derinlikli bir bilgi beklemek amaç olmalıdır. Bu sebeple temel maddî hukuk alanlarıyla şeklî hukuk alanları esas alınmalıdır. Örneğin, genel hukuk teorisi, anayasa, medenî hukuka giriş ve kişiler hukuku, borçlar genel hukuku, ceza genel hukuku, idare hukuku, malî hukuk, ticarî işletme ve şirketler hukuku, eşya hukuku, miras hukuku, iş hukuku gibi temel maddî hukuk alanları ile medenî usûl, ceza usûl, idarî usûl, takip hukuku gibi şeklî hukuk alanları, avukatlık gibi meslekî hukuk bilgisi, hatta meslekî etik aranmalıdır. Bunun dışındaki birçok alan, ya bu alanların özel uygulamaları ya karması veya özel yansımasıdır. Temeli sağlam olmayanın diğer alanlarda bilgisinin de önemi yoktur.

Bu tür bir sınavda test üzerinden değerlendirme yapılmasının sakıncaları ayrıdır. Muhakeme yeteneği olmayan, sadece ezber üzerinden yapılan sınavlarla hangi hukukçu kalitesi ölçülecektir? Şu anda kanun hükmünü bile tam uygulamayan, yorumlayamayan bir hukukçu kitlesi ile sorun çözmeye çalışmaktayız. Burada hiç değilse madem değişiklik yapılmaktadır, test sorularının, muhakeme temelli, olaya dayalı, bilgiyi bütünleştirme amaçlı olması gerektiği belirtilerek bir çerçeve çizilmelidir. Adayın yazılı ve sözlü anlatım yeteneği ile muhakeme ve uygulama kabiliyetini hiçbir şekilde ölçmeyecek bir sınav, alan sayısı artırılsa dahi ne kadar yararlıdır?

Değişiklikle yeni alanlar eklenmiş, fakat ayrıca “İhtiyaç duyulması halinde bu alanlara, yönetmelikle yeni hukuk alanları eklenebilir.” şeklinde, kanaatimizce Anayasaya aykırı bir düzenleme de önerilmektedir. Şayet bunlar yönetmelikle yapılabiliyorsa, bu alanların kanunda sayılması da anlamsızdır. O zaman sınava girilecek alanlar yönetmelikle belirlenir denilerek genel bir hüküm konulması yeterli olurdu. Çünkü, vaz’ı kanun abesle iştigal etmez, etmemelidir. Kanunla düzenlenecek ve düzenlenmesi gereken bir konuyu idarî tasarrufa bırakmak sağlıklı bir hukuk anlayışı değildir. Bir değişiklik yapılırken asıl değişiklikten ayrı bu tür değişiklik hükümleriyle idare kendisine hukuku zorlayan alan açma çabasındadır.

4. Arabuluculukla İlgili Yapılmaya Çalışılan Değişiklikler

(a) Arabuluculukla ilgili olarak HUAK m. 17/B’ye ve 18/B’ye yeni bir fıkra eklenerek, taşınmazlarla ilgili konularda tarafların anlaşması halinde, icra edilebilirlik şerhi verilmesinden sonra tarafların tapu müdürlüklerinden doğrudan tescil talebinde bulunabileceği açık düzenlemeye kavuşturulmak istenmekte, bu konuda da resmî senede ihtiyaç duyulmadığı belirtilmektedir. Daha az formaliteli, daha az kanunî düzenlemeli, yargılamadaki süreçlerden uzak düzenleme iddiasıyla savunulan ve sisteme sokulan arabuluculuğun her geçen gün yeni hükümlerle adeta yeni alternatif bir usûl kanunu olma yolunda ilerlediği görülmektedir. Sürekli yeni hüküm eklenerek daha kolay olması gereken bir uyuşmazlık çözüm yöntemi, Dünya’da pek emsali olmayan bir yapıya doğru gitmektedir. Oysa bu şekilde zorlama yöntemlerle yeni sorunlar çıktığı görülmekte, ancak istatistiki mutluluklarla (!) bu örtülmeye çalışılmaktadır.

(b) Bu konuda bir başka değişiklik ise, yine en başta düzenlenirken bizlerin eleştirisi ve yanlışa dikkat çekmemize rağmen, “inat ve ısrar hükmü” olarak diretilen bir yanlışlığın ikrar ve itirafı, “zorunlu” arabuluculuk düzenlemelerinin “sorunlu” yansımasıdır.  Ancak yapılmak istenen de, yine aynı yanlışta ısrarın ve yanlışı kamufle etme çabasının bir görünümüdür. Daha önce yapılan düzenlemeyle zorunlu arabuluculuk sürecinde taraflardan biri mazeret göstermeden toplantılara katılmazsa, bu taraf, daha sonra açılan davada kısmen veya tamamen haklı çıksa dahi yargılama giderlerinden sorumlu tutulmakta, lehine vekâlet ücreti hükmedilmemekteydi. Bu durum eleştirilmiş, ancak eleştiriler dikkate alınmadan alelacele kanunlaştırılmıştı. Nihayetinde AYM bu düzenlemeyi AY’ya aykırı bularak iptal etti ve değişiklik için süre verdi. Bu çerçevede şu andaki değişiklik önerisi ile yeni düzenleme yapılarak, bu sefer toplantıya katılmayan taraf asıl davada kısmen veya tamamen haklı çıksa dahi yargılama giderlerinin yarısından sorumlu tutulmakta, lehine vekâlet ücretinin de yarısına hükmedilmesi düşünülmektedir.

Bu düzenleme de yanlıştır ve hukuka aykırıdır, adil değildir, arabuluculuğun amacı dışındadır, tarafı ölçüsüz cezalandırma hükmüdür. Çünkü, taraf arabuluculuk görüşmelerine katılmamış, ama davasında da tamamen haklı çıkmışsa, yargı organları onu tam olarak haklı görmüşse, o zaman onu yine de yarı gidere ve vekâlet ücretine reva görmek, esasta tam haklısın ama biz sana onun devamında yarısını veriyoruz demek, altenatif olan uyuşmazlık çözüm yöntemini, asıl uyuşmazlık çözüm yönteminin önüne geçirmektir. Bu anlayış yargı kararlarının saygınlığına aykırıdır; hukuk devleti anlayışına ve hukuka saygıya aykırı bir anlayışın yansımasıdır, aynı hatanın yarıya indirilmiş tekrarıdır.

(c) Benzer düzenleme İş Mahkemeleri Kanunu’nun arabuluculuk hükümlerinde de yapıldığından aynı eleştiriler orası içinde geçerlidir.

(d) Arabuluculukla ilgili yapılan düzenlemelerden biri de meslek kıdemi yirmi yıl olanların sınavsız arabulucu olabilme hakkının tanınmasıdır. Bunun da gereksiz bir düzenleme olduğu söylenebilir. Kaldı ki, neden yirmi yıl sorusunun da objektif bir cevabı yoktur. Meselâ neden on yıl veya yirmbeş yıl değildir?

Nihayetinde bu ve benzeri değişikliklerin ne hukuka ne topluma faydası vardır. Bazı değişiklikler daha önce yapılan yanlışların tekrarıdır. Bugün için Türk hukukuna en büyük katkı bu şekilde paket paket, torba torba, gıdım gıdım hukuk anlayışından vazgeçip hukuku ve hukuk devletini tüm gerekleriyle tam uygulamaktır.

Prof. Dr. Muhammet ÖZEKES

Prof. Dr. Muhammet ÖZEKES