Sayın Cumhurbaşkanım,
Sizleri Türkiye Barolar Birliği adına saygı ile selamlıyor, Sayın Yargıtay Başkanımızın ve Yüksek Yargı Organlarının değerli üyelerinin, Türkiye’nin her yerinde özveriyle görev yapan çok değerli avukat, yargıç ve savcı meslektaşlarımın, kıymetli yargı emekçilerinin ve tüm yurttaşlarımızın yeni adli yılını kutluyorum.
Cumhuriyetin yolunu aydınlatan ışığın kaynağı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Ankara’ya ilk gelişlerinde tüm dünyaya söylediği şu sözleri hatırlatarak konuşmama başlamak istiyorum: “Herhalde âlemde bir hak vardır. Ve hak kuvvetin fevkindedir.” Filistin’de soykırım tüm hızıyla sürerken Türkiye Barolar Birliği Başkanı olarak sözlerime başka türlü başlayamazdım.
Adalet arayışı, sınırlara hapsedilemeyecek kadar büyük bir arayıştır. Bir yerde insanlığa karşı suç işlenirken susmak, suça ortak olmaktır.
Uluslararası kamuoyunun; on binlerce çocuğun, kadının, sivilin yaşamını kaybettiği ve kaybetmeye de devam ettiği Gazze’de insanlığa karşı sistematik olarak işlenen suça seyirci kalması utanç vericidir.
Türkiye Barolar Birliği ve Baroların ilk andan itibaren gündeminde bulunan Gazze, artık insanlığın turnusol kâğıdıdır. Bu turnusol, haksızlık nereden gelirse gelsin ve kime dönük olursa olsun mağdurun yanında yer alanlarla, işine gelince evrensel değerlerden bahseden işine gelmeyince uluslararası hukuku işletmemek için kafasını kuma gömenleri ayırmaktadır.
Türkiye Barolar Birliği olarak, İsrail’in katliamlarının soykırım suçunun özel kastını taşıdığına ilişkin somut delillerle birlikte Uluslararası Ceza Mahkemesine başvurularımızı yaptık. Başta hukuk kuruluşları olmak üzere uluslararası aktörlere defalarca çağrıda bulunduk. Türkiye Barolar Birliği ve Filistin Barolar Birliği istişare toplantısı sonucunda iş birliği protokolünü imzaladık. İki temel amacı olan bu iş birliği protokolünün birinci amacı İsrail’in yürüttüğü tecrit, katliam ve artık soykırım suçuna ulaşan bu politikanın uluslararası hukuk nezdinde karşılığını bulması için beraber çalışma yürütmek ve bu çalışmaları etkin şekilde takip etmektir. İkinci amacı ise kadim hukuk kültürüne sahip iki toplumun birikimlerini paylaşarak mesleğin ve meslektaşların kapasitelerinin artırılmasına faydalı olmaktır.
Buradan da tüm dünyaya, tüm Barolarımızı temsilen bir kez daha “elbette bir hak vardır ve hak güçten üstündür” diyerek, Filistin halkının yanında olduğumuzu, acılarını yürekten paylaştığımızı ve insanlık suçlarına karşı mücadeleyi birlikte yürütme azminden hiçbir şey kaybetmediğimizi ifade etmek isterim.
Adli yıl açılış törenlerini; bu görevin yerine getirilmesinde yaşanan sorunların kaynağına değinmek, düşüncelerimizi ve çözüm önerilerimizi paylaşmak bakımından, bir kutlamadan ziyade; Anayasal devletin üç erki olan yasama, yürütme ve yargının karar mekanizmasında yer alan temsilcilerinin bulunduğu bir çalışma toplantısı olarak görmek mümkündür. Bu vesileyle önceki yıllarda olduğu gibi, düşüncelerimi iyi niyet ve samimiyetle ifade edeceğim.
Sayın Cumhurbaşkanım,
Önceki dönem birlik başkanlarımızdan Sayın Av. Vedat Ahsen Coşar’ın 2010 Adli Yıl açılış konuşmasında ifade ettiği şekliyle, geçen yüzyılın özellikle ikinci yarısından itibaren geçmişteki bütün çağlardan çok farklı bir çağda yaşıyoruz. Bu çağın adı demokrasi çağıdır. Bu çağla birlikte kapalı sistemler açılmaya, otoriter rejimler çökmeye, alışılagelmiş hiyerarşiler yıkılmaya, kimi tabular sorgulanmaya, daha düne kadar doğru bilinenler yanlış, yanlış bilinenler doğru bulunmaya başlanmıştır.
Sadece devletler, hükümetler, kurumlar, kuruluşlar değil, ekonomi de kültür de teknoloji de enformasyon da demokratikleşmiştir. Böylece kadim Yunan’dan bu yana bir yönetim biçimi olarak bildiğimiz demokrasi, aynı zamanda bir yaşam biçimi olmuştur.
Bu gelişmelere bağlı olarak demokrasinin anlamı ve içeriği de değişmiştir. Öyle ki, sadece siyasi gücün olabildiğince geniş ve eşit biçimde dağıtılması, yani siyasal anlamda eşitlikten ve yine açık, özgür, adil seçimlerden ibaret bir kurum, kuram ve pratik olarak anlaşılan demokrasi, bunlardan çok daha fazla bir şey olarak kabul görmeye başlamıştır.
Bu bağlamda hem bunları ve hem de hukukun üstünlüğünü, kuvvetler ayrılığını, başta yaşam hakkı olmak üzere, ifade hürriyetini, din ve vicdan özgürlüğünü, örgütlenme özgürlüğünü, mülkiyet hakkını, diğer temel hak ve özgürlüklerin korunmasını ve güvence altına alınmasını temel alan ve o nedenle “anayasal demokrasi” olarak isimlendirilen yeni bir demokrasi algısı ve anlayışı gelişmiştir.
Demokrasinin geçirdiği bu değişime bağlı olarak, devlet anlayışı da değişime uğramış, bu bağlamda “bekçi devlet”, “refah devleti”, “sosyal devlet” gibi aşamalardan geçen devlet anlayışı günümüzde yerini yeni bir modele bırakmıştır. Bu yeni model, bir yandan devlet iktidarının kullanılmasını sınırlandıran, diğer yandan bireysel özgürlükleri koruyan bir dizi hukuki ve kurumsal sınırlama çerçevesinde işleyen “anayasal devlet” tir.
Hükümetlerin seçilme ve iktidara geliş biçimlerinden ve süreçlerinden daha çok ne yapmayı amaçladıkları ve ne yaptıkları ile ilgili olan “anayasal demokrasi” ve onun devlet biçimi olan “anayasal devlet”, bireye, temel hak ve özgürlüklere, akla, kanun önünde eşitlik ilkesine, hoşgörüye, rızaya dayanmaktadır. Ama en az bunlar kadar ve hatta daha çok temel hak ve özgürlükleri korumak, güvence altına almak için kuvvetler ayrılığı ilkesine, yargı bağımsızlığına, yargıç tarafsızlığına, lâiklik ilkesine, adil yargılanma hakkına dayanmakta ve bunun için de hukukun üstünlüğünü siyasetin merkezine koymaktadır.
Demokrasinin merkezini ise seçimle gelen, meşruiyetini açık, özgür ve adil olarak yapılan seçimlerden alan yürütme erki oluşturur. Demokratik bir sistem içinde devletin siyasasını yürütmek, toplumun düzen ve istikrarını sağlamak yürütme erkinin görev, yetki ve sorumluluğu altındadır.
Peki, yürütme erki ne ile bağlıdır? Anayasanın çizdiği sınırlarla, yani hukukla, evrensel hukukla bağlıdır. Esasen demokrasi ile anayasal demokrasi/anayasal devlet arasındaki gerilim veya gerginlik de buradadır. Demokrasi, iktidarın, çoğunluğun seçtiği tek elde toplanmasına izin ve olanak verirken, anayasal demokrasi, siyasi iktidarın birey hak ve özgürlükleri lehine sınırlandırılması demek olan anayasacılığı ve buna hizmet eden kuvvetler ayrılığı ilkesini, yani anayasal devleti, yani sınırlı devleti öngörür.
Anayasal demokrasilerde, diğer bir deyişle anayasal bir devlette, temel hak ve özgürlüklerin korunması konusunda merkezi öneme sahip olan organ, “yargı organı”dır. Onun için yargının bağımsız ve tarafsız olması gerekir. Yargı bağımsızlığı ilkesi yargıçlara tanınmış bir ayrıcalık değil, onların tarafsızlığını sağlamanın aracıdır. Kişisel bir davranış ve hatta dürüstlük ilkesi olan tarafsızlık, siyasi sempati ve ideolojik eğilimlerin olmaması anlamına gelir. Kuvvetler ayrılığının uygulamasından ibaret bir anayasal ilke olan yargı bağımsızlığı, devletin üç temel organı olan yasama, yürütme ve yargı arasında kesin bir ayrımı gerektirir.
Çatışan siyasal çıkarlar üzerinde etkili olan ve negatif yasa koyucu işleviyle iktidar kullanan anayasa yargısı, demokrasinin karşısında değil, yanındadır ve hatta anayasal demokrasinin güvencesidir. Yine yasama ve yürütme başta olmak üzere diğer siyasal organların ve kurumların rakibi değil, aksine bunlarla birlikte siyasal işleyişin ve kuvvetler ayrılığının tamamlayıcı bir parçasıdır. Böyle bir demokratik işleyiş içerisinde kuvvetler ayrılığının konumlandığı ilke, kuvvetlerin birbirinden koparılması, ayrıştırılması, kuvvetlerin birbirleriyle yarıştırılması değil, kuvvetlerin paylaşılması yoluyla siyasi iktidarın sınırlandırılması ve bu suretle iktidarın kötüye kullanılmasını engelleyecek bir denetleme ve dengeleme mekanizmasının kurulmasını sağlamaktır. Özelde anayasa yargısının, genelde yargı erkinin anayasal demokrasilerdeki yeri, işlevi ve işleyiş şekli böyledir.
Bu işlevine bağlı olarak yargı erki de, siyasal sistemin dayandığı temele, yani halk egemenliğine dayanır. Onun için de halk adına karar verir. Şu kadar ki, mahkeme kararlarının temsil niteliği ve meşruluğu, siyasal temsilin kurallarından farklı olarak çoğunluğun görüşüne, değer yargılarına, toplum ve siyaset üzerindeki etkilerine göre değil, anayasaya ve hukuka uygun olup olmadığına göre değerlendirilir. O nedenle kaynağını ve meşruiyetini anayasadan alan yargı erkinin bir parçası olan Anayasa Mahkemesinin bürokratik bir vesayet organı olarak kabul edilmesine ilişkin son dönemde artarak dile getirilen görüşleri doğru bulmadığımız gibi, mahkemenin meşruiyetinin ve yetkisinin sorgulanmasını da doğru bulmadığımızı önemle ifade etmek isterim.
Bu açıklamalar bağlamında üzülerek söylemek zorundayım ki; Hatay Milletvekili seçilen Avukat Can Atalay hakkında yürüyen süreç bireysel olarak kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının, seçilme hürriyetinin ve onu seçen halkın seçme hürriyetinin ihlali olmasının ötesinde “Anayasal demokrasi/Anayasal devlet” anlayışına telafisi imkansız zararlar vermiştir. Bu süreci, yüksek yargı organlarının arasındaki yorum farklılığı şeklinde değerlendirmek, makul ve doğru görmek mümkün değildir.
Devamında, Anayasa’nın bağlayıcılığını ve üstünlüğünü düzenleyen 11. maddesinin Meclis Genel Kurulunda yok sayılması ise son derece kaygı vericidir.
Sayın Cumhurbaşkanım,
“Geciken adalet, adaletsizliktir” tümcesi, adalet talep etme konumunda olmayanlar için söylenmesi hem kolay hem de hoş bir ifadedir. Hakkına, yani adalete geç kavuşanlar için ise acı veren bir durumdur. Ülkemizde iyi olmayan, iyi gitmeyen işlerin başında adaletin geç tecelli etmesi gelmektedir. Oysaki hem Anayasa’da hem usul kanunlarımızda hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde düzenlenen adil yargılanma hakkı bağlamında davaların makul süre içinde görülüp karara bağlanmaları gerekmektedir.
Bildiğiniz üzere Anayasa Mahkemesi 2023/18536 no’lu Altıntaş başvurusu kararıyla makul sürede yargılanma hakkının ihlalinin önlenmesine yönelik kalıcı bir çözümün bulunmaması ve ihlalin sonuçlarının giderilmesi bakımından etkili ve sürekli bir başvuru yolunun oluşturulmaması nedeniyle iş yükünün altından kalkamayacağı bir düzeye ulaştığını belirtmiş ve bu gerekçeyle makul sürede yargılanma hakkının ihlali iddiasına dayalı bireysel başvurular hakkında inceleme yapmayacağını karara bağlamıştı.
Bunun üzerine 8 inci Yargı Paketi’yle Adalet Bakanlığı Tazminat Komisyonunun görev alanı genişletilerek bir çözüm bulunmaya çalışıldı.
Türkiye Barolar Birliği, makul sürede yargılanma hakkına ilişkin mevcut durumu ve çözüm önerilerini Kasım 2023’te yayınlanan bir çalışmayla ortaya koymuştur. Biz bu çalışmayı Siyasi Partilere ve Adalet Bakanlığına ilettik. Ne yazık ki, çalışmamızdaki öneriler dikkate alınmayarak iptidai bir tazmin mekanizmasıyla yetinilmeye çalışıldı.
Bu hakkın ihlaline ilişkin iki tür çözüm yolu bulunmaktadır; birincisi hızlandırıcı -yani önleyici- çözümler, ikincisi ise telafi edici -bir başka deyişle, tazmin edici- çözümlerdir. Takdir edersiniz ki, en iyi çözüm “önleyici” mekanizmaların hayata geçirilmesidir.
Burada ayrıntısına girmeyeceğim; her iki çözüm yöntemi için de dünyanın farklı yerlerinde hayata geçirilen farklı mekanizmalar söz konusudur. Türkiye Barolar Birliği çalışmasında bunların her birine yer verdik. Ancak ifade ettiğim gibi, tercih edilen yöntem telafi etme çözümü olmuş, bunun için de olabilecek en iptidai ve yargı bağımsızlığına aykırı düşen mekanizma tercih edilmiştir.
Sonuç, ülkemizde makul sürede yargılanma hakkı ihlallerinin artarak devam etmesidir. Zamanında cezalandırılmayan veya aklanamayan sanık, alacağına zamanında kavuşamayan alacaklı, hakkı zamanında korunamayan yurttaş… Düşününüz, yakın tarihimizin en karanlık sayfalarından biri olan, kameralar önünde onlarca aydınımızı kaybettiğimiz, insanlığa karşı suç olarak kabul edilmesi gereken Sivas Katliamı davası, zamanaşımıyla sonuçlanmıştır. En basitinden en karmaşığına, her türlü uyuşmazlığın makul bir süre içerisinde hukuka ve hakkaniyete uygun olarak çözülmediği hukuk sistemlerinden adalet de beklenemez. 20. yüzyılın en önemli filozoflarının başında gelen John Rawls, “Bir Adalet Teorisi” adlı eserinde adaleti, sosyal kurumların birinci erdemi olarak tespit etmektedir. En başta ifade ettiğim üzere, toplumun adalet beklentisine cevap vermek, bu erdemi göstermek hepimizin sorumluluğudur. Hâkimindir, savcınındır, avukatındır, hemen her şeyi ihtilaf konusu yapan veya yapılmasına sebep olan idari makamlarındır. Çözecek olan da bizleriz. O hâlde, hep beraber yasama, yürütme ve özellikle de yargı olarak elimizi taşın altına koyalım; halkımızı geciken adaletin haksızlığından, ülkemizi bu ayıptan kurtaralım.
Sayın Cumhurbaşkanım,
İfade özgürlüğü ve bu hakkın sınırlarının tartışılması demokratik hukuk düzeninde son derece doğaldır. Zira ifade özgürlüğü de mutlak ve sınırsız değildir. Ancak bu kapsamda yürütülen bazı soruşturmalarda hukuka aykırı şekilde, niteliği itibariyle en son ve istisnai olarak uygulanması gereken tutuklama tedbirine başvurulması ve yine bir sosyal medya mecrasının tamamen kapatılması gibi etkili yargı denetimi olmayan bazı idari işlemler yurttaşlarımızın hukuka olan güvenini ciddi şekilde zedelemektedir. Bu tür kararların yekûn dosya sayısı içerisindeki oranının son derece düşük olduğunun tabii ki farkındayız. Ancak yargısal takdir hatası denilerek geçiştirilemeyecek ve özellikle kamuoyunda ‘sosyal medya yargılamaları’ adını alan süreçlerin etkisi altında kalındığı izlenimini yaratan, yasal şartlarının oluşmadığı açıkça görüldüğü hâlde zorlama gerekçelerle verilen tutuklama kararları sadece ilgilisinin kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı ile ifade hürriyetini ihlal etmemekte, toplumun önemli bir kesimi üzerinde de kaygı yaratmaktadır. Oysa yargı kaygıyı değil güveni beslemelidir.
Bu durum en çok da işlerini hakkıyla yapan on binlerce yargı görevlisini etkilemekte ve derinden üzmektedir. Haklarını teslim etmek isterim ki, yurttaşın adalete duyduğu güven; hukukun üstünlüğüne ve meslek ilkelerine bağlı, liyakatli ve özverili yargıçların, savcıların ve avukatların çabalarıyla ayakta tutulmaya çalışılmaktadır. Yurttaşlarımız da en küçük bir ışık gördüğünde bu özveriye, adalete olan inancını tazeleyerek karşılık verecektir.
Sayın Cumhurbaşkanım,
Adil yargılama için bağımsız yargı şart olduğu gibi, savunma hakkının etkin kullanımı da elzemdir. Savunmanın temsilcisinin görevini layıkıyla yapamadığı bir ortamda adil bir yargılamadan da söz edilemez. O nedenle avukatın sorunu aynı zamanda hak arayan yurttaşın sorunudur.
Türkiye Barolar Birliği, Barolarımızla koordineli olarak avukat ve stajyer avukatların ekonomik ve mesleki sorunlarının çözümü için başta Adalet Bakanlığı ve Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları olmak üzere yetkili ve ilgili tüm kurumlarla yapıcı diyalog içinde çalışmaya özen göstermektedir. Bu çerçevede atılan bazı olumlu adımları çok kıymetli bulduğumuzu ifade etmek isterim.
Sorunlarımızın temelinde diploma makinasına dönen hukuk fakülteleri gelmektedir. Bu durum sadece nicelikten kaynaklanan soruna değil aynı zamanda yeterli öğretim üyesi bulunmayan çok sayıda fakülte bakımından büyük bir nitelik sorununa da sebebiyet vermektedir.
Bu sene ilk defa uygulanacak olan Hukuk Mesleklerine Giriş Sınavı’nın hayata geçirilmesi,
Hukuk Fakültelerinde ikinci öğretim programlarının kapatılması,
Adalet Meslek Yüksekokullarının kapatılması, geçtiğimiz adli yıl sürecinde hayata geçirilen son derece önemli gelişmelerdir.
Ancak bu sorunun tam olarak çözülebilmesi; hukuk fakülteleri için akreditasyon koşullarının belirlenmesi, bu koşulları haiz olmayan fakültelerin öğrenci alımının engellenmesi, başarı sıralaması şartının kademeli olarak 50 bine yükseltilmesi ve ihtiyaç analizi yapılarak kontenjanların azaltılması ile mümkündür.
Ekonomik bakımdan dezavantajlı yurttaşlarımızın adalete erişimi için zaruri olan adli yardım sistemi çerçevesinde görevlerini hakkıyla yerine getirdikleri hâlde ödemelerini uzun zamandır alamayan çok sayıda meslektaşımızın bu sorununun çözülmesi için gerekli adımların atıldığı Sayın Adalet Bakanımız tarafından paylaşılmıştır.
TBMM gündeminde bulunan, uzun süredir ısrarla takip ettiğimiz uzlaştırmacılığın sadece hukuk fakültesi mezunları tarafından yapılmasını hayata geçirecek düzenleme, vatandaşın adalete erişimi ve adil yargılanma hakkı çerçevesinde çok doğru ve önemlidir.
Bu önemli gelişmeler nedeniyle başta size, Sayın Adalet Bakanımıza ve emek veren, hassasiyet gösteren tüm makamlara teşekkür ederiz.
Yine gerek Birliğimizin çalışması gerekse Sayın Adalet Bakanımızın bizzat ortaya koyduğu irade ile Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’nde yapılan düzenleme ile vekaletnameye dayalı olarak görev alan avukat ile CMK kapsamında görevlendirilen müdafi arasında yargılama sonucunda hükmolunan ücretler bakımından ayrım ortadan kaldırılmış, böylece yurttaşların adalete erişim ve savunma haklarını etkin bir şekilde kullanmaları bakımından da önemli bir kazanım elde edilmiştir. Ancak Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlük kazanan Türkiye Barolar Birliği Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’ndeki bu düzenlemeye aykırı karar vermek ısrarında olan mahkemeleri anlamakta güçlük çektiğimizi de ifade etmeden geçemeyeceğim.
Bununla birlikte; mesleğimizin çözülmesi gereken çok fazla sorunu bulunuyor. Geride bıraktığımız yıllarda yaptığım konuşmalarda da gündeme taşımaya çalıştığım;
Stajyer avukatların, hâkim savcı yardımcıları gibi devletten ücret alarak staj süreçlerini verimli geçirmelerinin sağlanması,
Avukatların ağır ekonomik sorunlarına çözüm olması ve yargının iş yükünün de azaltılması bakımından önleyici avukatlık modelinin geliştirilerek meslek alanlarını genişletecek yasal düzenleme yapılması,
İnsan Hakları Eylem Planı’nda da yer verilerek haklı beklenti hâline gelen kamu avukatlarının özlük haklarının mesleğin onuruna uygun olacak şekilde düzenlenmesi,
Bağlı çalışan avukatların sömürülmesinin önüne geçilebilmesi bakımından TBB’ye yönetmelik yapmak yetkisi verilmesi ya da yasal düzenleme yapılması,
CMK Ücret Tarifesi’nin yapılan işin niteliği, sorumluluğunun yüksekliği gibi sebeplerle mesleğin onuruna uygun olacak şekilde belirlenmesi,
Yargı faaliyetlerinde KDV oranının düşürülmesi, CMK ve adli yardım sisteminde ise tamamen kaldırılması,
Avukatların diğer yargı görevlileri ile emeklilikte yaşadığı ağır eşitsizliğin ortadan kaldırılması,
Avukata dönük şiddet vakalarının önlenebilmesi ve caydırıcılık bakımından Adalet Bakanlığına sunduğumuz önerilerin hayata geçirilmesi gibi…
Bir sorunumuz daha var ki ayrıca altını çizmeden geçemeyeceğim. Zira bu sorun mesleğimizi artık icra edilemez hâle getirmekle birlikte çözümü ise bir o kadar kolaydır. Avukatlık Kanunu’nun 2. maddesinde düzenlenen avukatın bilgi ve belgeye erişim hakkı, Kişisel Verileri Koruma Kanunu gerekçe gösterilerek tamamen yok edilmiş durumdadır. Artık avukatlar, görevlerini ifa ederken en basit evrakı bile kurumlardan alamaz hâle gelmiştir. İlgili kanunun istisnalar maddesine avukatların da eklenmesi ile kolaylıkla çözülebilecek bu sorun mesleğin yapılabilmesini engellediği gibi yargı sürecinin de uzamasına sebebiyet vermekte ve daha da önemlisi silahların eşitliği ilkesini yok ederek adil yargılanma hakkı ihlallerine sebebiyet vermektedir.
Gerek mesleğimizi gerekse vatandaşın adalete erişimini ilgilendiren bu sorunların çözümü için önümüzdeki adli yılda da TBB bütün kurumsal birikimi ve örgütlü gücü ile ilgili tüm kurum ve kuruluşlarla yakın diyalog içerisinde çalışmaya devam edecektir. Umut ediyorum ki çözüme dair somut adımları da hep birlikte göreceğiz.
Sayın Cumhurbaşkanım,
Ülke gündemimizde olan ‘yeni anayasa’ tartışmalarına dair birkaç söz söylemek isterim.
12 Eylül Anayasası’na en net karşı çıkan meslek örgütünün bugünkü Başkanı olarak ifade etmek isterim ki, topluma yeni bir Anayasa ihtiyacını anlatabilmek ve toplumsal uzlaşıyı sağlayabilmek için konuşmamın başında ifade ettiğim “Anayasal demokrasi/Anayasal devlet” anlayışını temelinden sarsan uygulamalar engellenmeli ve ‘’anayasasızlaşma’’ sürecinden hızla uzaklaşılmalıdır. Mevcut anayasa hükümlerinin ve Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmadığı bir ortamda, insan hak ve özgürlüklerini, yargı bağımsızlığını, basın ve ifade özgürlüğünü, savunma hakkını tam bir güvenceye kavuşturacak daha demokratik bir anayasa beklentisi gerçekçi olmayacaktır. Bizim her şeyden önce uzlaşma kültürünü önceleyen ve bu kültüre alan bırakılacağına dair güven yaratan bir iklime ihtiyacımız var.
Bu güven ve toplumsal uzlaşı zemininin yaratılması ile birlikte yapılacak Anayasa çalışmasında;
• Türkiye Cumhuriyeti’nin insan haklarına saygılı, demokratik, lâik, sosyal bir hukuk devleti olduğunu düzenleyen ve değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek yürürlükteki anayasanın ilk üç maddesinde anlamını bulan kurucu felsefesi aynen korunmalıdır.
• Kuvvetler ayrılığı ilkesindeki dengeler tesis edilmeli, yargı bağımsızlığı tam bir güvence altına alınmalıdır.
Bu kapsamda;
• Hâkimler ve Savcılar Kurulu; Hâkimler Kurulu ve Savcılar Kurulu olarak yürütme organının etkisinde kalmayacak şekilde yeniden yapılandırılmalı, tüm kararlarına karşı yargı yolu açılmalı, hâkim ve savcılar için coğrafi teminat hiçbir müdahaleye imkân vermeyecek şekilde sağlanmalıdır.
• Hâkim - savcı birlikteliğine son verilmeli, “silahların eşitliği” ilkesi yaşama geçirilmelidir.
• Barolara ve savunma makamına yeni anayasanın yargı ile ilgili bölümünde yer verilmeli; savunmanın temsilcisi avukatların, baroların ve Türkiye Barolar Birliğinin bağımsızlığı anayasal güvence altına alınmalıdır.
Esasen, Türkiye Barolar Birliğinin anayasa çalışmaları arasında yer alan “2007 Anayasa Önerisi” özgürlükler alanını genişleten, kişiler için yeni özgürlükler ve haklar getiren nitelikleriyle sivil ve özgün bir anayasa önerisidir. Bu öneri ile ortaya konulan görüşlerin büyük bir kısmı geçerliliğini bugün de korumaktadır.
Bu öneri, önceki başkanlarımızdan Sayın Av. Özdemir Özok’un Anayasa Önerisi’nin 4. basımının ön sözünde belirttiği gibi “renksiz” bir anayasa önerisi değildir. Zira renksiz bir anayasa arkasına neyi koyarsanız onun rengini yansıtır.
Oysa yirminci yüzyılın başlarında büyük bir mücadele sonunda kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk milliyetçiliğini benimsemiş, insancıl, barışsever ve üniter bir devlet olmanın yanında demokrasinin alt yapısını teşkil eden lâiklik ve bunu sağlayacak lâik eğitim, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğünü özümsemiş bir ülkedir.
Onun kurucu lideri, “akıl ve bilim”in rehberliğini “mirasçılarına” tek yol olarak göstermiştir.
Bu nedenle Türkiye Barolar Birliği olarak bizim, Anayasa’ya dair önerimizin tek bir rengi vardır ve bu renk “Cumhuriyetimizin temel ilkeleri”dir.
Sayın Cumhurbaşkanım,
Türkiye’yi yakın coğrafyamızda iç çatışmalar yüzünden toprakları parçalanan ve halkı acılar çeken ülkelerden farklı kılan; eksiklikleri ve sorunlarına rağmen demokrasiyle yönetilen, lâik hukuk sisteminin hüküm sürdüğü bir ülke olmasıdır. Bir arada yaşamamızın ve ülke bütünlüğümüzün sigortası olan bu değerleri koruduğumuz sürece, her sorunu demokrasi ve hukuk ortak paydalarında buluşarak çözmemiz mümkündür.
Yargının kurucu unsurlarından olan savunma hakkının temsilcileri olarak görevimizi layıkıyla yerine getirebileceğimiz tek sistemin, görkemli bir hukuk devriminin ürünü olan Türkiye Cumhuriyeti’nin temelindeki, insan haklarına dayalı demokratik ve lâik hukuk sistemi olduğunu çok iyi biliyoruz.
Adaletin, barışın, refahın teminatı ve kimsesizlerin kimsesi Cumhuriyetimizin temel ilkelerini sonsuza dek yaşatmak, adalet arayan her bir yurttaşımızın yanında olmak, adil yargılanmanın teminatı olan mesleğimizi ve meslektaşlarımızı savunmak bizim için bir görev değil, mecburiyettir.
Bu temennilerle; yeni adli yılın tüm yargı mensupları, çalışanları ve yurttaşlarımız için adil bir yıl olmasını diliyor, beni dinlediğiniz için teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum.