Siyasal düşünce demek, insan ve toplum hakkında düşünmek demektir. O nedenle, siyasal düşünce tarihi esas itibariyle insan ve toplum hakkındaki düşüncelerin ve bu konu üzerine düşünen insanların görüş ve düşüncelerinin tarihidir. Bu tarihin merkezini, siyaset ve siyasallık düşüncesi oluşturur. Bu bağlamda, siyaset, hiyerarşik yapıya sahip merkezî bir toplumsal iktidarı, siyasallık ise, bu iktidarın içinde kurulduğu spesifik bir toplumsallık biçimini ifade eder. (Doğancan Özsel, Siyasal Düşünceler Tarihi Ne İşe Yarar? Birikim Yayınları)
Düşünmek ve düşünceyi sözlü veya yazılı olarak ifade etmek, insana özgü bir özellik olmakla, genel anlamda düşünceyi, özel olarak siyasal düşünceyi, siyasetin felsefesini ve siyasallık düşüncesi ile bunların ifade edilmesini, hemen her toplumda, bu bağlamda, hem Doğu hem de Batı toplumlarında ve insanlık tarihinin bütün zamanlarında görürüz.
Siyasal düşünce ve bu düşüncenin felsefi boyutunu oluşturan siyaset felsefesi, insan için, toplum için, devlet için, siyaset için “neyin iyi” olduğunu araştırır. Buna göre, siyaset felsefesinin odağını, devletin amacının ve varlık nedeninin ne olduğu sorusu ve meselesi oluşturur.
Siyasal düşüncenin ilk kez ortaya çıktığı ve şekillendiği zaman Antik Çağ, yer ise eski Yunan polis/site devletidir. O dönemin ve polis/site devletinin önemli ve etkili düşünce akımlarının başında, Stoacılar ve Stocalık düşüncesi gelir. Temelleri Milattan Önce Üçüncü Yüzyılda Zenon tarafından atılan Stoacılık, genel anlamda özgürlükçü, determinist, panteist/evrendeki her şeyin tamamının Tanrı olduğuna inanan, akılcı, maddeci ve evrenselci bir görüştür. Bu bağlamda, Stoacılar, kozmopolitan bir görüşe, yani evrensel kardeşlik düşüncesine ve dünya vatandaşlığı anlayışına sahiptirler. Stoacılara göre, sosyal yasalar ve bireysel akıl, doğa yasalarıyla ve dolayısıyla evrensel akılla uygunluk içindedir. O nedenle, Stoacılar, insanlar arasında zengin fakir, özgür, köle, soylu, avam gibi farklılıklar olmadığını ve olmaması gerektiğini savunurlar. Onlara göre, gerçek özgürlük, insandan bağımsız koşullara bağlı olan harici bir özgürlük değil, insanın kendi aklına uygun düşünce ve davranışlarla hayata geçirebildiği kendi iç özgürlüğüdür. Stoacılara göre, insan için en önemli değer; gerçekten iyi olan tek şey, erdemdir, doğayla, akılla özdeşleşmiş olan zihinsel durumdur. İnsan ancak bunlarla ve bunlar sayesinde mutlu olur, huzurlu olur. İktidar, para, şöhret, mevkii, makam, statü ve benzeri harici şeyler ise insana mutluluk getirmez.
Antik Çağ’a ve eski Yunan polis/site devletinin felsefesine damga vuran bir diğer önemli ve etkili görüş sahipleri, bir bakıma Yunan Aydınlanmasının da yaratıcısı olan Sofistlerdir. Milattan önce Beşinci Yüzyılda ve Atina demokrasisinin parlak döneminde yaşayan, Yunanistan’ın belli başlı kentlerini gezerek para karşılığında dersler veren, aralarında Protagoras, Leontinoili Gorgias gibi tanınmış düşünürler olan Sofistlerin hepsinin, siyasi ve felsefi düşünceleri bir birlik oluşturmamakla birlikte, Sofistlerin hemen hepsi sübjektivist/göreceli, kuşkucu ve bireyci bir düşünceye sahiptirler. O nedenle, Sofistler, bireye, insana ve hakikate büyük değer verirler. Sofistler, devletin, hukukun ve siyasetin Tanrılar tarafından yaratılmadığı, bir arada yaşamak isteyen ve buna ihtiyaç duyan insanlar tarafından ve insanların kendi aralarında yaptıkları bir sözleşmeyle yaratıldığı görüşündedirler.
Eski Yunan uygarlığının en önemli düşünürlerinden olan, arkasında yazılı olarak hiçbir şey bırakmamasına rağmen, Batı düşüncesini etkileyen, Kant’ın, “aklın ideali“, Hegel’in, “bir insanlık kahramanı, felsefesini yazmayan ama yaşayan gerçek bir filozof” olarak takdim ettiği ve bizim Platon’un yazdıklarından tanıdığımız Sokrates, daha ziyade bireysel insan niteliklerinin ve erdemlerinin bir analizini, insanın niteliklerinin doğasını tanımlamaya ve belirlemeye yarayan ölçütler verir. Bu ölçütler iyiliktir, erdemdir, adalettir, cesarettir, ölçülü olmaktır. O nedenle, Sokrates, ahlak felsefesinin ve buna bağlı olarak siyaset felsefesinin temellerini atan düşünürdür. Sokrates hem düşünen hem de daha ziyade soru sorarak ve sorduğu sorularla muhatabını düşündüren, düşünmeye sevk eden bir bilgedir.
“Alkibiades I” isimli eserinde Platon, bilge Sokrates’in henüz kamusal ve siyasal yaşamına başlamak üzere olan, halkın önünde konuşmayı ve devlette/poliste/sitede dilediği her şeyi yapabilecek güçte olmayı isteyen genç öğrencisi Alkibiades’i, gelecekteki kamusal yaşamın sorumluluklarına hazırlamak için ona “kendisine dikkat etme/kendisine özen gösterme” tekniğini öğretişini anlatır. Yazılış tarihi kesin olarak belli olmayan, sanal bir Platonik diyalog olması da muhtemel olan “Alkibiades I” diyaloğunun ilk ilkesi, tüm Platoncu felsefenin de çıkış noktasını oluşturan “kendine dikkat etme/kendine özen gösterme” ilkesidir.
Çok uzun olan bu diyaloğun sonlarına doğru bilge Sokrates, genç Alkibiades’e şunları söyler: “…Mutlu olmak için devletlerin/polislerin/sitelerin, ne duvarlara, ne üç sıra küreklilere, ne tersanelere, ne de nüfusa ve geniş arazilere ihtiyacı vardır. Devletlerin/Polislerin/Sitelerin ihtiyacı olan ve sahip olması gereken tek şey erdemdir, öyle değil mi? O halde devletin/polisin/sitenin işlerini iyi görmek istiyorsan, onlara erdem aşılamalısın. Peki, kişi kendinde olmayan bir şeyi başkasına verebilir mi? O halde, önce sen erdemli olmalısın; bu, sadece kendinle ve kendine ait şeylerle değil, fakat aynı zamanda, devletle/polisle/siteyle ve devlete/polise/siteye ait şeylerle de ilgilenmen demektir, zira devleti/polisi/siteyi yönetmek isteyen kişiye bilgiden önce gerekli olan şey erdemdir. Eğer eğri davranırsan, gözlerin karanlığa ve kötülüğe yönelir. Karanlıkta olursan, kendinle ilgili olarak cehalet içinde olursan, ihtimaldir ki, yapacağın iş de kötülük olur. Eğer bir devlette/poliste/sitede erdem yoksa, kötülükler önlenemez. Alkibiades, mutlu olmak için, senin de, devletin de/polisin de/sitenin de edinmesi gereken şey iktidar değil, erdemdir.”
Bu metinden de anlaşılacağı üzere, Sokrates’in siyaset felsefesinin ayırt edici özelliği, o güne kadar entelektüel bir monolog olarak düşünülen felsefeyi onun bir diyaloga dönüştürmüş olmasıdır. Sokrates’in siyaset felsefesi, onun ahlak felsefesine dayanır ve bu da siyaset felsefesinin genel ilgi ve inceleme alanı olan devletin/polisin/sitenin şekillenmesi üzerine kuruludur. Sokrates’e göre, devletin/polisin/sitenin varlık nedeni, sadece yurttaşlarının hayatlarını korumak ve güvence altına almak değil, yurttaşların mutluluğunu sağlamak, onlara iyi bir hayat vermek, onları iyi yurttaşlar olarak yetiştirmek, ahlaklı ve erdemli bir insan yapmaktır.
Sokrates, devlet/polis/site ile yurttaşları arasındaki ilişkinin bir sözleşmeye dayandığı düşüncesindedir. Bu sözleşme, devlete/polise/siteye, adaleti sağlama, yurttaşlarını koruma, onları eğitme, mutlu etme, onlara iyi bir hayat verme görevlerini, yurttaşlara ise siyasal otoritenin meşruiyetini tanıma, devletin/polisin/sitenin yasalarına itaat etme borcunu yükler.
Platon’un siyasal felsefesi, toplumsal hayatla ilgili problemlere, birtakım çözümler bulmak üzere ortaya çıkan düşünsel bir formdur. (Prof.Dr.Neşet Toku, Siyaset Felsefesine Giriş, Çizgi Kitapevi, 2015) Değişmez hakikatin ayrıntılı bir teorisini geliştiren Platon, “Mağara Alegorisi” ile dünyanın gerçek şeylerinin/nesnelerinin, ebedi varlıkların nispeten yanıltıcı görünümlerinden veya geçici düzenlemelerinden oluştuğunu ileri sürer. Bu alegoriye göre, bazı insanlar karanlık bir mağaraya zincirlenmiş oldukları için başlarını sağa ve sola, yani çevrelerine döndüremezler, sadece mağarada olan karşılarındakini görebilirler. Doğdukları andan itibaren bu mağarada bulunan insanlar, sadece mağaranın girişinden yansıyan nesnelerin gölgelerini görürler ve bu gördüklerini hakikat ve gerçek dünya olarak algılarlar. Bu insanlardan bir tanesi bir gün zincirlerinden kurtularak mağaranın dışına çıkar. Mağaranın dışına çıkan bu insan, mağaranın dışında olan yeni bir hakikatle karşılaşır ve mağaranın duvarında gölgelerini gördüğü nesnelerin gerçek olmadığının farkına varır. Bunu mağaradaki arkadaşları ile paylaşmak üzere mağaraya geri döner. Ne var ki, onu dinleyen mağaradaki arkadaşları, mağaranın dışında farklı bir hakikat olduğuna inanmazlar. Zira bu insanlara görmedikleri bir şeyi mağaranın dışındaki gerçekliği aktarabilmek ve onları buna inandırmak imkânsızdır.
Platon’un düşüncesi bu alegori üzerinde şekillenir. Ona göre nesneler ve idealardan oluşan iki ayrı dünya vardır. İnsan bedensel olarak nesneler dünyasına aittir ve orada bulunmaktadır. Ama insan ruhen bir zamanlar bulunduğu idealar dünyasındaki izleri kendisinde taşımaktadır. Alegorideki mağaranın toplumu, zincirin o toplumsal yapı içerisinde var olan kuralları, mağaranın duvarına yansıyan gölgelerin toplumda kabul edilen doğruları sembolize ettiği ileri sürülebilir. Buna göre zincirini kıran birey, hakikatin peşine düşen bir filozofu olduğu kadar hakikati sorgulayan insanı da temsil etmektedir.
Platon’a göre, insanın doğası, bu doğanın anlamının felsefe tarafından deşifre edilmesini gerektiren zor bir metin gibidir. Ne var ki, felsefe, bir devlet ve siyaset teorisi geliştirmeden bize tatmin edici bir insan teorisi veremez. Platon, Devlet isimli eserinde, insan ruhunun doğasına ilişkin görüşlerini, insan ruhunu “akıl, cesaret ve arzu” olmak üzere üç ayrı kısma ayırarak inceler. İnsanın rasyonel, yani akli niteliği erdeme, erdem ise bilgeliğe tekabül eder. Cesaret, ruhun cesur kısmına ait erdemi oluşturur. Ölçülü olmak, ruhun arzu bölümünün erdemidir. Adalet ruhun bu bölümlerinin arasındaki ahenktir.
Platon’un siyaset felsefesini, onun insan ruhu üzerine olan bu görüşleri şekillendirir. Bu bağlamda, insan ruhunda olduğu gibi, devlette de/poliste de/sitede de insanlar: cesurlar, hırslılar, rasyonel olanlar olmak üzere üç ayrı sınıfa ayrılırlar. Platon’a göre, bu sınıflarla bağlantılı olan bilgelik, cesaret, ölçülülük ve adalet olmak üzere dört ayrı erdem vardır. Sonuç itibariyle Platon’a göre, siyasetin de, siyaset felsefesinin de, devletin de, bu ilkeler, bu erdemler, bu değerler üzerine inşa edilmesi ve hatta devletin/polisin/sitenin bütün bu erdemlere ve değerlere sahip olan filozoflar/bilgeler tarafından idare edilmesi gerekir. “…Platon, devletin yapay değil, doğal olduğu düşüncesindedir. Plato’nun bu düşüncesi tek bir insanın kimseye bağımlı olmaması olgusuna dayanmaktadır. Zira insan kendi arzularını tatmin etmek için başkalarının ekonomik hizmetine ihtiyaç duyar. Onun için insanın bir varlık olarak içinde yaşayacağı bir devleti olması gerekir…” (R.G.Collingwood, Tarih Düşüncesi, Dorlion Yayınları, 2020)
“Siyaset” isimli eserinde, insanı “siyasal bir hayvan” olarak tanımlayan, yine aynı eserinde siyaseti “bilimlerin ustası” olarak nitelendiren Aristoteles’e göre, insan, ancak siyasi bir toplum, yani devlet/polis/site içinde iyi bir hayat yaşayabilir. O nedenle, Aristoteles’e göre siyaset, “adil ve iyi bir toplum” yaratmak için yapılan etik bir faaliyettir. Bu noktadan hareketle, Aristoteles’in siyaset felsefesini, erdemli insan, adil ve iyi bir toplum yaratma ve bu amaçla etik bir faaliyette bulunma olarak tanımlayabiliriz. Nitekim Aristoteles bu düşüncesini “Aramakta olduğumuz iyiliğin servet olmadığı açıktır; çünkü servet sadece faydalıdır ve başka bir şey içindir. Aradığımız şey erdemdir” sözleriyle ifade etmiştir. Yine Aristoteles’in peşinde olduğu şey hakikattir. O, hakikatin peşinde olduğu için, bunu özlü bir ifadeyle “Ben Plato’nun dostuyum ama hakikatin daha çok dostuyum” sözleriyle ortaya koymuştur.
Aristoteles’in siyaset felsefesine ve devletin yönetilme şekline egemen olan düşünce, devletin tek bir kişi tarafından değil, bir azınlık veya çoğunluk tarafından ama adalete ve hukuka uygun şekilde yönetilmesi ve halkın huzurunun sağlanmasıdır. Esasen siyasetin, devletin ve toplumun insanın mutluluğunu temin edecek şekilde düzenlenmesi işi de bilimlerin ustası olan siyasetin işidir.
Aristoteles’e göre, devletin/polisin/sitenin temel unsurları: halk, yani yurttaş ve ülkedir, o nedenle, Aristoteles, “bir devletin/polisin/sitenin meydana gelmesi için bulunması zorunlu olan ilk unsur insanlardır, ikincisi ise ülkedir” der. (Prof.Dr.Mehmet Akad, Genel Kamu Hukuku, Filiz Kitaevi,1997 baskı, sayfa 29) Ona göre monarşi, aristokrasi, cumhuriyet, tiranlık, oligarşi, demokrasi olmak üzere altı yönetim biçimi vardır. Bunlardan monarşi, aristokrasi, cumhuriyet iyi yönetim biçimleri; tiranlık, oligarşi, demokrasi ise kötü ve bozulmuş yönetim biçimleridir.
Aristoteles’in en önemli özelliği, bir anayasa çerçevesinde toplumun siyasal güçlerinin düzenlenmesi, bunların görev, yetki ve etki alanlarının anayasada belirlenmesidir. (Prof.Dr.Mehmet Akad, Genel Kamu Hukuku, Filiz Kitaevi,1997 baskı, sayfa 32) Aristoteles’e göre bir devlette: yasama, yürütme ve yargı olmak üzere üç ayrı erk vardır. Buna göre, kuvvetler ayrılığı ilkesinin fikir babası Aristoteles’tir.
Bir toplumun yasaları, siyasi iktidarların uyguladıkları iktisadi politikalar genel bir iyilik yaratabilir, ama aynı zamanda gelir dağılımında, refahtan alınan payda, zenginliğin yaratılmasında eşitsizliklere, girişim özgürlüğünün, kamu mallarının ve olanaklarının hakkaniyete aykırı biçimde tahsisine de olanak sağlayabilir. Onun için toplumun teşvik etmesi, devletin gerçekleşmesi yönünde çaba sarf etmesi gereken şeylerin en başında adalet gelir.
Hukuk felsefesinin en önemli ve tartışmalı kavramlarından birisi olan, aynı zamanda genel felsefenin, siyaset biliminin ve hatta iktisat kuramı gibi sosyal bilimlerin de ilgisini çeken adalete ilişkin geleneksel anlatımlar, Aristoteles’e ait olan ve ahlak felsefesindeki evrensellik ölçütünde saklı bulunan düşüncenin bir türünden başka bir şey olmayan “eşitlere eşit, eşit olmayanlara farklı muamele edilmelidir, eşit olmayana yapılacak muamelenin de eşitsizlikle orantılı olması gerekir” biçimindeki tanıma dayanır.
“Benzer durumlarda olanlara, benzer şekilde muamele edilmelidir” ilkesi üzerine kurulu
olmakla şekli olan ve insanların temelde eşit oldukları varsayımına dayanmayan bu adalet tanımı, Aristoteles’in yaşadığı dönemin ve toplumun köleci özelliğini taşır.
Aristoteles’e göre adalet, bir yönüyle yasalara uygunluk, diğer yönüyle eşitlik anlayışıdır. (Prof.Dr.Mehmet Akad, Genel Kamu Hukuku, Filiz Kitaevi,1997 baskı, sayfa 33) Yine Aristoteles’e göre, biri “dağıtıcı adalet”, diğeri ise “denkleştirici adalet” olmak üzere iki tür adalet anlayışı vardır.
Dağıtıcı adalet, toplumdaki mal, mülk, makam ve unvan gibi şeylerin, toplumu oluşturan kişilere, onların yeteneklerine ve yeterliliklerine göre dağıtılmasına öngören adalet anlayışıdır. (Ekşi Sözlük)
Denkleştirici adalet, aynı durumda olan kişilere aynı uygulamanın yapılmasıdır. Bu adalet anlayışı sayıca eşitliğe, yani görünüşte eşitliğe dayanır. (Prof.Dr.Mehmet Akad, Genel Kamu Hukuku, Filiz Kitaevi,1997 baskı, sayfa 33) Bu tanımlarına ve özelliklerine göre, adalet, denkleştirici adalet ilkesine göre bir hukuk meselesi, dağıtıcı adalet ilkesine göre ise bir politika meselesidir. (Ekşi Sözlük)
Genel anlamda, davranışların erdeme olan uygunluğu, özel anlamda ise haklar ve ödevlerle ilgili durumlar için kullanılan adalet kavramı, Platon’a göre gerçek bir şey olmayıp bir düşünce, bir idedir. İde olarak adalet, aşkın bir kavramdır ve hukukun hem nihai hedefi ve hem de uygunluk ölçütüdür.
Roma Hukuk geleneği ile Yunan Felsefesinde bireysel haklarla adalet arasında herhangi bir bağ mevcut değildir. Bireysel hak ve özgürlüklerle adalet kavramı arasındaki ilişkilendirme liberal öğretiyle birlikte başlar. Onun için bireysel hakların ve özellikle özgürlüklerin öne çıkarıldığı adalet kuramı, liberal felsefenin merkezinde yer alır. “Ahlak ve siyaset felsefesinde hakkın iyiye takaddüm ettiğini” ileri süren ve “adaletin toplumun birinci erdemi” olduğunu söyleyen Amerikalı siyaset bilimci John Rawls başta olmak üzere, azınlık ve birey hakları konusunda siyasi düzenleme yapılmasını talep eden modern kuramcılar da, adalet kavramını bireysel haklarla birlikte ele alırlar.
Adalet konusundaki bir diğer yaklaşım ya da adalet türü, Anglo-Sakson’ların “Procedural Justice” dedikleri “Usulü Adalet”tir.
Bu adalet kavramının fikir babası, Avusturya ekolüne bağlı ve Avusturyalı olan ekonomist ve siyaset bilimci Friedrich August von Hayek’tir.
Bu kavram, ahlak ve hukuk alanındaki adaletin, adalet idealinin gerçekleşmesinin temelinde var olan, var olması gereken adaletin ne olduğu veya olması gerektiği ile ilgili bir teoridir. Bu anlamdaki ve kapsamdaki adaleti sağlamak, ekonomik ve sosyal alanda adaleti gerçekleştirmekten nispeten daha kolaydır. Örneğin ceza hukuku ve yargılaması bağlamında usulü adalet, kişilerin suçlu veya suçsuz olduklarına karar verme sürecinin, yani yargılama sürecinin sonuçlarını belirleyen usullerin, adil olup olmadığı üzerinde yoğunlaşır. Zira bu kavramın temelinde, yasaların ihlal edilmesi durumunda verilecek cezayı ağırlaştırmak veya sanığın yakalanma olasılığını artırmak yerine, insanları yasaların adil ve eşitlikçi olduğuna ve bu şekilde uygulandığına inandırmanın, insanlardaki hakkaniyet duygusunun, yani usul adaletinin gelişmesine ve yerleşmesine önemli ölçüde katkı sağlayacağı düşüncesi yatar. Nitekim geçmişteki bütün zamanlarda ve toplumlarda, suç niteliğindeki eylemlerin tespit edilmesi ve bu eylemlerin faillerinin cezalandırılması, suçtan zarar görenlerin zararlarının karşılanması, özel hukuk alanında hak sahibinin tespit edilmesi ve ona hakkı olanın verilmesi adaletin en önde gelen amacı ve gereği olarak kabul edilmiştir.
Buna göre kişinin bir başka kişiye karşı olan eylem ve davranışının adil olup olmadığı, o eylemin ve davranışın niteliğine, kapsamına ve sonuçlarına göre değil, eylemin ve davranışın adalet kurallarına uygun olarak yapılıp yapılmadığına göre tespit edilebilir ve buna uygun olan yaptırım bu kapsamda uygulanır. Bu konuda, gerek toplumlar gerekse insanlar arasında adalet anlayışına verilen anlam ve değer hususunda herhangi bir görüş farklılığı yoktur.
Buna karşın, insanlar, sosyal sınıflar ve zümreler, sosyal ve siyasal pozisyonlar arasındaki gelir, statü, refah, mülkiyet gibi kavramlar ve değerler ile bunların dağıtımının adalet ile olan ilişkisi, yani bu değerlerin eşit şekilde dağıtılıp dağıtılmamış olması, insanlar, toplumlar, siyasal görüşler ve tercihler temelinde her zaman tartışma konusu olmuştur. O nedenle, adalet teorileriyle, sosyal ve siyasal anlayışların ve tercihlerin adalet konusundaki görüşleri daha ziyade bu temelde birbirleriyle çatışma halindedir.
Bu zeminde birbirinden ayrılan adalet teorilerinin birincisi usulü adalet, diğeri ise sosyal adalettir. Bu iki farklı anlayış, genel olarak iki temel soruyla birbirlerinden ayrışır: Bunlardan birincisi, adalet, bireylerin eylem ve davranışlarıyla mı, kanun önündeki eşitlik ilkesinin uygulanması ve korunmasıyla mı, yoksa bireylerin toplumdaki sosyal ve ekonomik konumlarıyla mı ilgili ve ilişkili olmalıdır? İkincisi, adalet, kurumlarla, kurumların yapıları ve yapılanmasıyla mı, yoksa kurallar, şekiller, usuller ve süreçlerle mi ilgili olmalıdır? Usulü adalet anlayışına göre adalet, sadece bireylerin kişisel eylem ve faaliyetleriyle ilgili olan bir kavram ve değerdir. Adalet, insanların, sosyal sınıfların ve zümrelerin, sosyal ve siyasal pozisyonların arasındaki gelir, statü, refah, mülkiyet temelindeki ilişkilere, bunların dağıtımındaki eşitsizliklere atfedilebilecek bir kavram ve değer değildir.
Bir diğer adalet türü, hukuk ve siyaset bilimine, John Rawls tarafından kazandırılan “Hakkaniyet Olarak Adalet”tir. Bu bağlamda Rawls, “Bir Adalet Teorisi” isimli eserinde, hakkaniyete uygun fırsat eşitliğinin ve en büyük ölçüde eşit özgürlüğün adaletin içeriğini oluşturduğunu, dolayısıyla sosyal değerlerin eşitsiz dağılımının haklı sayılmasının, böyle bir dağılımın herkesin yararına uygun olması şartına bağlı olduğunu ileri sürmekte ve yine Aristoteles’in dağıtıcı adalet görüşünün ekonomik hayatla ve sistemle ilgili olduğu gerçeğine vurgu yapmaktadır. (Adnan Güriz, “Adalet İdesinin Tartışılması”, Çağdaş Hukuk Felsefesi ve Hukuk Kuramı İncelemeleri, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi Yayınları 1, sayfa 364, Alkım Yayınları, Mayıs 1997)
Tarafsızlığı, sadece adalet ilkelerine göre karar vermede değil, aynı zamanda adalet ilkelerinin seçiminde de aramak gerektiğini savunan Rawls, kendi geliştirdiği “hakkaniyet olarak adalet” kavramıyla, hakkaniyete adalet ilkesinden ayrı ve daha önemli bir değer yükler. Ona göre hakkaniyetin temelinde kişisel tercihler, çıkarlar, öncelikler, görüşler, yargılar, ön yargılar yoktur. Sadece ve sadece tarafsızlık, özerklik, bağımsızlık vardır.
Adalet düşüncesinin “insanların birbirlerine olan saygısını kamusal olarak ifade etmeleri” olduğunu ve “onların bu yolla kendi değerlerini hissettirdiklerini” ileri süren Rawls’un “hakkaniyet olarak adalet” ilkesi, tam da bunu yapar. Bu bağlamda, “toplum bu ilkeleri takip ettiğinde, herkesin iyisi/değeri karşılıklı yarar sağlayan bir plana dahil olur ve her bir insanın kendi kurumlarındaki çabalarının bu kamusal teyidi insanların öz-saygısını destekler.” İnsanların öz-saygısına verilen bu destek dolayısıyla sosyal işbirliğinin etkinliği artar. Ve bütün bunlar, bu ilkeleri seçmek için güçlü nedenler sağlar.
Yine çağdaş düşünce ile birlikte ortaya çıkan “sosyal adalet” anlayışı, en yalın anlatımla, nimet ve külfetlerin toplumda adil bir şekilde dağıtılması demektir. Başka bir deyişle, sosyal adalet, toplumda herkesin hakça bir paylaşım olduğu konusunda genel bir kanaatinin olmasıdır. Bu kavramının kullanımı geleneksel olarak haklar ve ödevlerle ilişkilidir ve bu yaklaşım adalet kavramına açıkça refah düşüncesini de dahil eder; öyle ki adil olarak hareket etmek demek, her bir kişiye “hakkı olanı/due” veya “hak ettiğini/entitlement” vermek demektir. (Norman P.Barry, Modern Adalet Teorisi, sayfa 154, Liberte Yayınevi 2004)
Yeniden tarihe dönersek eğer, önce şu hususa işaret etmek gerekir: Romalılar felsefeden daha ziyade askerlikle ve hukukla ilgilenmişlerdir. Nitekim askeri yönden büyük başarılar ve zaferler elde eden, topraklarını giderek genişleten ve bir dünya imparatorluğu haline gelen Romalılar, siyaset felsefesine ve teorisine çok fazla ilgi göstermemişler, hukuk alanında ise büyük gelişme kaydetmişler, kurdukları hukuk sistemiyle dünyaya örnek olmuşlardır. Öyle ki, günümüzdeki Türkiye de dahil olmak üzere, pek çok ülkenin hukuk sistemi Roma hukuk sisteminin ve geleneğinin takipçisi durumundadır.
Felsefe konusunda çok fazla ilerleme kaydedemeyen Romalılar, bu alanda sadece kadim Yunanistan’ı takip etmişlerdir. Bu bağlamda, Romalılar, Kadim Yunanistan’daki Stoacı Felsefeyi ve bu felsefenin doğal hukuk öğretisini benimsemişlerdir. Stoacı felsefeyi Roma’ya ve Romalılara getiren ve tanıtan Cicero’dur. Cicero, Stoacı felsefenin yanı sıra Platon’dan da etkilenmiştir. Siyasal düşüncelerini, tıpkı Platon’un “Devlet” isimli eserinde yaptığı gibi “De Republica/Devlet” isimli eserinde ifade eden Cicero, Roma aristokratlarını siyasete aktif olarak dahil etmeye çalışmıştır. Zira Cicero’ya göre en iyi yönetim biçimi, tek bir egemenin, yani kralın devletin başında bulunduğu, aristokratların ayrıcalıklı olduğu yönetim biçimidir. Cicero devletin, halkın kendisi olduğu fikrindedir. Ona göre halk, rastgele bir kitle değil, ortak bir yarar ve amaç için bir araya gelen ve hukuksal bir bağla birleşmiş olan bir insan topluluğudur. Bu noktadan hareketle Cicero, Roma İmparatorluğunun, dolayısıyla devletin kurucu unsurlarını; “halk-devlet-ortak yarar ve yasa” şeklinde açıklar ve kendi düşünce sistemini yönetimin ve siyasi iktidarın kurumsallaştığı siyasal bir toplum, yani devlet üzerine inşa eder. (Prof.Dr.Mehmet Akad, Genel Kamu Hukuku, Filiz Kitaevi,1997 baskı, sayfa 42) Nitekim Cicero, “De Legibus/Yasalar Üzerine” isimli eserinde, Romalı hukukçu Ulpianus’tan esinlenerek hukukun emirlerini: “Dürüst yaşamak, kimseyi incitmemek ve herkese hakkını vermek” şeklinde ifade eder ve insanlar ile yönetilenlere, kendilerine hizmet edenleri “onurlandırmalarını, adaletsizliklerle/haksızlıklarla ve yanlış yapılan şeylerle mücadele etmelerini” öğütler.
Roma’da Stoacı felsefeye bağlı olan bir diğer önemli isim imparator Marcus Aurelius’tur. “Kendime Düşünceler” isimli kitabında hayata dair, ahlaka dair, siyasete dair görüşlerini ifade eden Aurelius, devleti her şeyin üzerinde tutan, devleti kutsallaştıran klasik Yunan düşüncesine karşıdır. Cicero gibi Stoacı Felsefeyi benimseyen ve savunan Aurelius, devletin ve devletin kanunlarının üstünde olan doğal bir kanun, doğal bir hukuk olduğu fikrindedir. Ona göre, tek bir dünya, tek bir akıl, tek bir hakikat, tek bir Tanrı vardır. O nedenle, Marcus Aurelius’un devlet anlayışı ve siyaset felsefesi evrenseldir. Yani Aurelius, kozmopolitan bir dünya devletinden yanadır.
M.S. 350 yılında başlayan ve İstanbul’un fethedildiği 1453 yılına kadar devam eden Orta Çağ’da, felsefe Katolik Kilisesi’nin egemenliği altındadır. O nedenle, bu çağın felsefesi din eksenli, özellikle Hıristiyan Dini yönelimli bir felsefedir. Nitekim değerli felsefeci Macit Gökberk, bu dönem felsefesini “Hıristiyanlaştırılmış Antik Felsefe” olarak isimlendirir.
Bu bağlamda, Hıristiyanlık döneminin dördüncü yüzyılında yaşayan ve Yunan felsefi geleneğinin içinde yetişmiş olan Augustine, gerek Orta Çağ felsefesinin gerekse Hıristiyan dogmatiğinin kurucusudur. O nedenle, “…Augustine’nin hayatından ve özellikle “İtiraflar” isimli eserinden, onun Yunan felsefesinden Hıristiyan vahiylerine kadar olan her adımını takip etmek mümkündür. Augustine göre, İsa’nın ortaya çıkmasından önceki tüm felsefe, tek bir temel hataya açıktır ve aynı sapkınlığa bulaşmıştır… İnsanın özel bir ilahi vahiy ile aydınlanmadan asla bilemeyeceği şey, aklın dünyadaki en şüpheli ve belirsiz şeylerden biri olduğudur… O nedenle, akıl bize açıklığa, hakikate ve bilgeliğe giden yolu gösteremez. Aklın kendi anlamı belirsiz olduğundan, kökeni de gizemle sarılmıştır ve bu gizem sadece Hıristiyan vahyiyle çözülebilir… İnsan Tanrı’nın suretinden yaratılmıştır; insan, Tanrı’nın elinden çıktığı orijinal haliyle Tanrı’nın arketipine/asıl numunesine eşittir. Ama bütün bunlar Adem’in düşüşüyle birlikte kaybolmuştur. Esasen akıl, kendi haline bırakıldığında asla geri dönüş yolunu bulamaz. Kendini yeniden yapılandıramaz, kendi çabalarıyla eski saf özüne geri dönemez. Eğer böyle bir reformasyon mümkün ise, bu ancak doğaüstü bir yardımla, ilahi bir lütfun gücüyle olur. Augustine’nin anladığı ve Orta Çağ’ın bütün büyük düşünce sistemlerinde sürdürülen yeni antropoloji budur.” (Ernst Cassirer, İnsan Üzerine Bir Deneme/İnsan Kültürü Felsefesi’ne Giriş, Dorlion Yayınları, 2022)
Augustine’nin dışında, düşünce tarihinin tanıdığı en büyük Hıristiyan filozoflardan biri de: bilgi felsefesi, metafizik, siyaset ve ruhun ölümsüzlüğü konularındaki yorumlarıyla skolastik düşünceye önemli katkılar yapmış olan Dominikan rahip ve Hıristiyan Aziz Thomas Aquinas’dır. Ne var ki, “Yunan felsefesinin kaynaklarına kadar giden Aristoteles’in müridi Thomas Aquinas bile, Augustine’nin ortaya koyduğu temel dogmadan sapmaya cesaret edememiştir. Oysa Aristoteles, insan aklına Augustine’den çok daha yüksek bir güç bahşeder, ancak o da Allah’ın lütfuyla yol gösterilmedikçe ve aydınlatılmadıkça aklın bu güçleri doğru bir şekilde kullanamayacağına inanmıştır. Burada, Yunan felsefesinin savunduğu tüm değerlerin tamamen tersine çevrildiği bir noktaya gelmiş durumdayız. Öyle ki, bu, bir zamanlar insanın en büyük ayrıcalığı gibi görünen şeyin, yani insan aklının, insanın tehlikesi ve baştan çıkarıcısı olduğunu; insanın gururunun onun en derin aşağılanması olarak ortaya çıktığını göstermektedir. Böylece insanın içsel ilkesine, yani şeytan olarak görülen içindeki aklına itaat etmesi ve ona saygı duyması gerektiğini söyleyen Stoacı buyruk, artık tehlikeli bir putperestlik olarak görülmeye başlamıştır.” (Ernst Cassirer, İnsan Üzerine Bir Deneme/İnsan Kültürü Felsefesi’ne Giriş, , Dorlion Yayınları, 2022)
Gerek Augustine’nin, gerekse Thomas Aquinas’ın yukarıda yer verilen yaklaşımlarından anlaşılacağı üzere, Orta Çağ’a egemen olan ve bu çağa karakterini veren düşünce, genel olarak bir öğreti durumuna gelmiş olan Hıristiyan inancının temellendirilmesi ve sistematikleştirilmesi üzerine kurulu olan Skolastik felsefedir. Bu felsefe bağlamında, iktidarın kaynağının Tanrısal olduğu fikrinin kabul görmesi ve bu çağın siyasal felsefesinin bu fikre göre şekillenmiş olması doğaldır.
Hıristiyan dünyasının bağnaz ve karanlık Orta Çağ ile engizisyonu yaşadığı bu dönemde, insanlık dünyasını ve İslam alemini fikirleriyle aydınlatan, Farabi gibi, İbn-i Rüşd gibi, İbn-i Haldun gibi, İbn-i Sina gibi değerli İslam düşünürleri ve felsefecileri vardır.
Bu çağın İslam felsefesindeki önemli ismi olan Farabi’nin düşünce sistemi, Aristoteles mantığına dayanan akılcı bir metafizik düşünce sistemidir. Bu bağlamda, Farabi, düşünce sisteminin temeline Aristoteles’i almış, Aristoteles’i Yeni Platonculuk ile birleştirmeye ve İslam inancı ile uzlaştırmaya çalışmış, daha sonra bu düşüncesinden sadece siyaset konusunda vazgeçmiş ama yine de Platon’a bağlı kalarak “Faziletli Şehir” isimli eserini yazmıştır. Farabi bu eserinde, ideal devletin, yani ideal yönetimin ve iktidarın çerçevesini çizmiş, bu devleti yönetecek olan kişinin anlayışlı, belleği güçlü, akıllı, ince görüşlü, öğrenmeye hevesli, dindar, adaletli olması, doğruluğu ve hakikati sevmesi, nefsini yüksek tutması, eğlenceye tutkun olmaması, yalancılıktan kaçınması, güzel konuşması gerektiğini ifade etmiştir.
Bu süreçte İslam felsefesinin önemli ve değerli bir diğer ismi olan, matematik, fizik, mantık, politika, felsefe, psikoloji, tıp, edebiyat, ahlak, politika, zooloji ve tabiat bilimleri eğitimi alan, baş kadılık yapan ve hekim olan İbn-i Rüşd, İslam felsefesinde “meşşailik” olarak isimlendirilen Aristocu akımın öncüsüdür. Baskıcı ve totaliter yönetimlere karşı olan İbn Rüşd’ün siyaset felsefesi; hukuku, adaleti ve insanı merkeze alan, siyasi baskıya, zulme karşı çıkan ve özgürlükten yana olan bir yönetim anlayışına dayanır.
Sosyolojinin ve iktisat biliminin öncülerinden olan İbn-i Haldun, On Dördüncü Yüzyılın en önemli İslam düşünürüdür. Kur’an, Arap dilbilimi, Hadis ve Fıkıh, matematik, mantık, felsefe eğitimi alan, hem aklî hem de naklî bilimlerde kendini geliştiren İbn-i Haldun, devleti ve toplumu ayrı varlıklar olarak ele alır. Ona göre devlet de, toplum da doğal varlıklardır. O, toplumun, insanların birbirlerine yardım etmelerinin zorunlu olmasından, devletin ise, insanı hemcinslerinin saldırı ve zulmüne karşı koruma ihtiyacından doğduğunu savunur.
İbn-i Haldun’a göre, devletin varlığını devam ettirebilmesi ve insanları hemcinslerinin saldırılarından ve zulmünden koruyabilmesi için baskı ve kontrol gücüne sahip olması gerekir. Bu baskı ve kontrol aracı siyasi iktidardır. Bu noktadan hareket eden İbn-i Haldun, devletin merkezi bir cebir kuvvetinin örgütlenmesi olduğunu, egemenlik olmadan devletten söz edilemeyeceğini ileri sürer. (Prof.Dr.Mehmet Akad, Genel Kamu Hukuku, Filiz Kitaevi,1997 baskı, sayfa 64) İbn-i Haldun, siyaset biliminin temel inceleme konularından biri olan devleti canlı bir varlık olarak kabul eder. Öyle kabul ettiği için, ona göre devlet de insan gibi doğar, büyür, gelişir, sağlıklı ve iyi yönetilmediği takdirde ölür, yani yıkılır ve yerine yeni bir devlet kurulur. İbn-i Haldun’a göre, devletin “aklî siyasetle”, yani insanların akıl yoluyla bulup uyguladıkları siyasetle yönetilmesi gerekir. Ona göre, yönetimin iyi olması, iktidarın adil olmasına bağlıdır. (Prof.Dr.Mehmet Akad, Genel Kamu Hukuku, Filiz Kitaevi,1997 baskı, sayfa 63) O, bu siyasetin kamu çıkarını ön plana alan bir siyaset olması gerektiğini, hükümdarın, yani iktidarın çıkarlarına hizmet eden bir siyaset olmaması gerektiğini savunur.
Erken tıbbın/hekimliğin babası olarak bilinen İbn-i Sîna, İslam’ın Altın Çağı’nın bir diğer önemli ismi ve bilginidir. İbn-i Sîna, tıp ve felsefe alanı başta olmak üzere başka alanlarda da 200 kadar kitap yazmıştır. Siyaset ve siyaset felsefesi ile çok fazla ilgisi olmayan, daha ziyade büyük bir hekim olan İbn-i Sina, deneycilikle akılcılığı bağdaştırarak felsefeyi teorik ve pratik felsefe olmak üzere ikiye ayırır. Ona göre tabiat felsefesi, matematik ve metafizik, teorik felsefe kapsamındadır. Pratik felsefe sadece bilmekle ilgilidir. Onun tümdengelim yoluyla sonuç çıkarma hakkındaki çözümlemeleri İslâm Orta Çağı’nda klasik olmuş ve sonraki bütün mantıkçılar onun bu yaklaşımına dayanmışlardır. İbn-i Sîna’ya göre, varlık ve düşünce aynıdır. Düşünce dışında varlık olamaz. Onun bu ilkesi mantıkla metafiziği birbirine bağlamış ve mantıktan metafiziği çıkarma yolunu, yani dogmatizmi temellendirmiştir.
Doğu felsefesinin en önemli düşünürü Konfüçyüs’tur. Çin uygarlığının en önemli ismi ve temsilcisi olan Konfüçyüs, Çin geleneklerinin sıkı bir takipçisi ve savunucusudur. Konfüçyüs’un siyaset felsefesinin merkezini ahlak felsefesi oluşturur. Bu bağlamda, Konfüçyüs’un felsefesi, erdemli insan ve uyum içinde yaşayan toplum anlayışı üzerine kuruludur. Ona göre, toplumsal ve siyasal erdemler, temelde, genişletilmiş kişi erdemleridir, eğitim ise ahlak bilgisi edinmektir. Ama Konfüçyüs’e göre, bu bilgi, belirli eylemlerle tutumların iyi olduğunu söyleyen bir bilgi olmakla kalmamalı, aynı zamanda uygulamada, yani deneyim yoluyla – iyi olmakla, iyiyi yapmakla – edinilen bir bilgi olmalıdır. Konfüçyüs, “kişi hocasını örnek alarak öğrenir; başkalarına da, kendisi örnek olarak öğretir” der. O, böyle bir eğitimin erken yaşlarda başlayıp, yaşam boyu sürmesi gerektiğini savunur. Konfüçyüs’ün öğretisi bir yönüyle Sokrates’in öğretisine benzer, bu bağlamda onun öğretisinde, öteki dünya, Tanrı, ruhlar, doğaüstü varlıklar ve benzeri kavramlar ile olgular bulunmaz.
Genelde toplumların, özelde Batı toplumlarının, gerek ekonomik gerekse sosyal, siyasal, kültürel ve dini ölçüleri ve anlayışları Rönesans ve Reformla birlikte önemli bir şekilde değişikliğe uğramıştır. Batı toplumlarındaki bu değişikliğin en önemli figürü ve düşünürü, Orta Çağ ile bağlantıyı kesen, Orta Çağın ahlak ve din anlayışının yerine siyaseti etkisi altına alan yepyeni bir sistem getiren Machiavelli’dir. (Prof.Dr.Mehmet Akad, Genel Kamu Hukuku, Filiz Kitaevi,1997 baskı, sayfa 69) Tüm yaşamı boyunca İtalya’nın birliğini sağlama ideali için mücadele veren Machiavelli, siyasal düşünüşün laikleştirilmesi ve bilimselleştirilmesi gerektiği fikrindedir. Dünya olaylarını kader ile açıklayan dini görüşten kendisini tümüyle soyutlamış olan Machiavelli, insan doğasını kötü ve bencil olarak tanımlar ama insanın ve özellikle Prensin, yani siyasi iktidarın, başarıya ulaşması için her yola, her araca başvurması gerektiğini savunur ve bunu daha önce içeriğine değindiğimiz Prens isimli eserinde devleti yönetecek olanlara tavsiye eder. Siyasetin ahlaktan bağımsız ve kendine özgü kurallarıyla işleyen bir alan olduğunu ifade eden Machiavelli, siyasetin geleneksel ahlak kuralları çerçevesinde işleyen bir alan olmadığını savunur ve hatta liderlerin, hükümdarların ülkeyi yönetirken ahlaki kurallar içerisinde hareket etmesinin ülkeye zarar vereceğini, bu zarardan kaçınmanın yolunun, gerektiğinde ahlak dışı yöntemlere başvurmak olduğunu ileri sürer. İktidarın daima gücünü artırması gerektiğini savunan Machiavelli’ye göre, iktidar gücünü ne kadar arttırırsa, muhaliflerin ve diğer kişilerin gücü de o ölçüde azalacaktır.
Machiavelli, bu düşüncesini Discorsi adlı eserinde “virtù” (bir nüfusun ya da liderin dövüş ruhuna ve yeteneğine odaklanan, fakat aynı zamanda devletin korunması ve “büyük şeylerin başarılması” için gerekli olan daha geniş bir özellik koleksiyonunu kapsayan kavram) kavramını kullanarak şöyle açıklar: “Dünya her zaman aynıydı, yalnızca şu fark vardı: İlk önce Asur’da bulunan büyük virtùlar, Med ülkesine yerleşti. Sonra bunlar Pers ülkesine, oradan da Roma İmparatorluğu’na geçti. Roma’nın düşüşünden sonra dünya üzerinde var olan virtù miktarı, tek bir imparatorluk tarafından ele geçirilememişse de, birçok ulus tarafından paylaşılmış durumdadır. Eskiden Franklar, Türkler ve Mısır sultanları, bugün ise Alman imparatorları bu payı alanlar arasındadır. Bundan çok önce de büyük şeyler başarmış olan Roma İmparatorluğu’nun doğudaki topraklarını fethetmiş olan şu ünlü Araplar vardır”