TÜRKİYE CUMHURİYETİ |
ANAYASA MAHKEMESİ |
|
|
BİRİNCİ BÖLÜM |
|
KARAR |
|
ÖZEL BALAT OR-AHAYİM MUSEVİ HASTANESİ VAKFI BAŞVURUSU |
(Başvuru Numarası: 2019/1323) |
|
Karar Tarihi: 3/11/2022 |
BİRİNCİ BÖLÜM |
|
KARAR |
|
Başkan |
: |
Hasan Tahsin GÖKCAN |
Üyeler |
: |
Muammer TOPAL |
|
|
Recai AKYEL |
|
|
Selahaddin MENTEŞ |
|
|
Muhterem İNCE |
Raportör |
: |
Ayhan KILIÇ |
Başvurucu |
: |
Özel Balat Or-Ahayim Musevi Hastanesi Vakfı |
Vekili |
: |
Av. Behlül AKSAY |
I. BAŞVURUNUN KONUSU
1. Başvuru; cemaat vakfına ait olup belediye adına tescil edilen taşınmazın iade edilmemesi nedeniyle mülkiyet hakkının, mezarlığın ticarethaneye dönüştürülmesi nedeniyle din özgürlüğünün ihlal edildiği iddialarına ilişkindir.
II. BAŞVURU SÜRECİ
2. Başvuru 14/1/2019 tarihinde yapılmıştır.
3. Başvuru, başvuru formu ve eklerinin idari yönden yapılan ön incelemesinden sonra Komisyona sunulmuştur.
4. Komisyonca başvurunun kabul edilebilirlik incelemesinin Bölüm tarafından yapılmasına karar verilmiştir.
5. Bölüm Başkanı tarafından, başvurunun kabul edilebilirlik ve esas incelemesinin birlikte yapılmasına karar verilmiştir.
6. Başvuru belgelerinin bir örneği bilgi için Adalet Bakanlığına (Bakanlık) gönderilmiştir. Bakanlık, görüşünü bildirmiştir.
7. Başvurucu, Bakanlığın görüşüne karşı süresinde beyanda bulunmuştur.
III. OLAY VE OLGULAR
8. Başvuru formu ve eklerinde ifade edildiği şekliyle ilgili olaylar özetle şöyledir:
9. Başvurucu, Yahudi toplumuna mensup kişiler tarafından kurulmuş ve İstanbul'da bulunan bir vakıftır. Başvurucu 20/2/2008 tarihli ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 3. maddesinde tanımı yapılan gayrimüslim cemaat vakfı niteliğindedir.
A. Olayın Arka Planı
10. İstanbul'un Eyüp ilçesi Fethi Çelebi Mahallesi'nde kâin 98 ada 1 parsel numaralı ve 14.960 m² alana sahip taşınmaz Dersaadet Millet-i Museviye Hahambaşılığı tarafından 16/8/1336 (1920) tarihinde verilen Eşhas-ı Hükmiye Cetveli'nde "Eğrikapı civarında kabristan" olarak bildirilmiştir. Söz konusu taşınmaz 5/6/1935 tarihli ve 2762 sayılı mülga Vakıflar Kanunu'nun geçici 1. maddesi gereğince başvurucu tarafından 1936 yılında verilen beyannamenin (1936 Beyannamesi) 7. sırasında da gösterilmiştir.
11. İhtilaf konusu taşınmaz 17/1/1949 tarihinde kadastro komisyonunca metruk mezarlık vasfıyla İstanbul Belediyesi adına tespit ve tescil edilmiştir. Kadastro sırasındaki bilirkişi notunda taşınmazın Yahudi mezarlığı olduğu açıklamasına yer verilmiştir.
12. 25/3/1994 tarihli ve 1/1000 ölçekli Eyüp Sit Alanı Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planı'nda taşınmaz kısmen imar yolunda, kısmen sağlık tesisinde ve kısmen de açık otopark alanında kalmıştır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi (Belediye) Sağlık İşleri Müdürlüğünün 3/7/2003 tarihli raporunda taşınmazın mezarlık olarak kullanılmasının mümkün olmayacağı kanaati açıklanmıştır.
13. Belediye Encümeninin 20/11/2003 tarihli kararıyla taşınmazın 26.180.000 TL bedel karşılığında İstanbul Halk Ekmek ve Un ve Unlu Maddeler Gıda Sanayi Ticaret Anonim Şirketine (Halk Ekmek) devredilmesine karar verilmiştir. Taşınmaz 22/9/2004 tarihinde Halk Ekmek adına tescil edilmiştir. Taşınmazın üzerinde hâlihazırda İstanbul Halk Ekmek Fabrikası mevcuttur.
14. 27/2/2008 tarihinde yürürlüğe giren 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesiyle 1936 Beyannamelerinde kayıtlı olup hâlen bu vakıfların tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların cemaat vakıflarına iadesi imkânı getirilmiştir.
15. 27/8/2011 tarihinde yürürlüğü giren 22/8/2011 tarihli ve 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 17. maddesiyle 5737 sayılı Kanun'a eklenen geçici 11. maddenin birinci fıkrasıyla cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup malik hanesi açık olan taşınmazları, 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı taşınmazları ile 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıkları ve çeşmelerinin tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren on iki ay içinde müracaat edilmesi hâlinde Vakıflar Meclisinin olumlu kararından sonra ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilmesine olanak tanınmıştır. Ayrıca geçici 11. maddenin ikinci fıkrasında bu taşınmazlardan üçüncü kişiler adına kaydedilmiş olanlar için cemaat vakfına taşınmazın rayiç bedeli üzerinden tazminat ödenmesi olanağı getirilmiştir.
16. Başvurucu, taşınmazın 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesi kapsamında bedel ödenmesi için 25/5/2012 tarihinde Vakıflar Genel Müdürlüğüne başvurmuştur. Vakıflar Genel Müdürlüğü 25/3/2013 tarihli işlemle başvurucunun talebini reddetmiştir. İşlemde, taşınmazın 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesi kapsamında olmadığı belirtilmiştir.
B. Tapu İptali ve Tescil Davasına İlişkin Süreç
17. Başvurucu 3/3/2015 tarihinde İstanbul 16. Asliye Hukuk Mahkemesinde (Mahkeme) Belediye ve Halk Ekmek aleyhine tapu iptali ve tescil davası açmıştır. Dava dilekçesinde, taşınmazın 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesi kapsamında olduğu ve iadesi gerektiği ileri sürülmüştür. Başvurucu; Halk Ekmeğin %99,96 oranındaki hissesi Belediyeye ait olan bir kamu iktisadi kuruluşu olduğunu, bu nedenle aynen iadenin koşullarının bulunduğunu iddia etmiştir. Mezarlığın üzerine ekmek fabrikası inşa edildiğine dikkat çeken başvurucu, bu durumun mülkiyet hakkını ihlal etmenin yanında 9/6/1994 tarihli ve 3998 sayılı Mezarlıkların Korunması Hakkında Kanun'un 1. ve 2. maddelerine de aykırı olduğunu öne sürmüştür. Başvurucu netice itibarıyla taşınmazın mevcut tapusunun iptal edilerek adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
18. Belediye ve Halk Ekmek tarafından Mahkemeye sunulan cevap dilekçelerinde, öncelikle usule ilişkin itirazlar ileri sürülmüştür. Dilekçelerde, kadastro tespitinin kesinleştiği tarihten bu yana 21/6/1987 tarihli ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun 12. maddesinin üçüncü fıkrasında öngörülen on yıllık zamanaşımı süresinin dolduğu ve davanın zamanaşımı nedeniyle reddedilmesi gerektiği savunulmuştur.
19. Başvurucunun davalı tarafların cevaplarına karşı verdiği cevap dilekçesinde davanın kadastrodan önceki hukuki sebebe dayalı olarak açılmadığı belirtilmiştir. Dilekçede, davanın 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesine dayalı olarak açıldığı, bu sebeple on yıllık zamanaşımı süresinin geçerli olmayacağı ifade edilmiştir.
20. Mahkeme 14/7/2015 tarihli kararıyla davayı reddetmiştir. Kararın gerekçesinde, davanın kadastro tespitinden önceki nedene dayanılarak açıldığı kabul edilmiştir. Mahkeme, 3402 sayılı Kanun'un geçici 4. maddesinin üçüncü fıkrasında, 15/12/1934 tarihli ve 2613 sayılı Kadastro ve Tapu Tahriri Kanunu ile diğer kanunlar gereğince özel kadastrosu yapılan ve tutanakları kesinleşmiş bulunan taşınmazlar için on yıllık hak düşürücü süre geçmiş ise bu Kanun'un yürürlüğe girdiği tarihten (9/10/1987) itibaren bir yıl içinde hak sahiplerinin dava açabileceğine işaret etmiştir. Mahkeme, hak düşürücü sürelerin resen dikkate alınması gerektiğini vurgulamıştır. Mahkeme 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinin 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinin üçüncü fıkrasında düzenlenen on yıllık hak düşürücü süreye ve aynı Kanun'un geçici 4. maddesinin üçüncü fıkrasında düzenlenen bir yıllık süreye istisna getirir nitelikte olmadığını, idari bir düzenleme niteliğinde bulunduğunu belirtmiştir. Mahkeme bu nedenle davanın hak düşürücü süre yönünden reddine karar verilmesi gerektiğini ifade etmiştir.
21. Başvurucu bu karara karşı temyiz yoluna başvurmuştur. Temyiz dilekçesinde, öz olarak cevaba cevap dilekçesinde ileri sürülen iddialar tekrarlanmıştır. Yargıtay 16. Hukuk Dairesi (Daire) 8/5/2018 tarihinde kararı onamıştır. Karar düzeltme istemi de aynı Dairenin 11/12/2018 tarihli kararıyla reddedilmiştir. Nihai karar 24/12/2018 tarihinde başvurucuya tebliğ edilmiştir.
22. Başvurucu 14/1/2019 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur.
IV. İLGİLİ HUKUK
23. 5737 sayılı Kanun'un 3. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:
"Bu Kanunun uygulanmasında;
...
Cemaat vakfı: Vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince tüzel kişilik kazanmış, mensupları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkiye’deki gayrimüslim cemaatlere ait vakıfları,
...
ifade eder."
24. 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesi şöyledir:
"Cemaat vakıflarının;
a) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup malik hanesi açık olan taşınmazları,
b) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı taşınmazları,
c) 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıkları ve çeşmeleri,
tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren oniki ay içinde müracaat edilmesi halinde, Meclisin olumlu kararından sonra, ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilir.
Cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı halde, mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Genel Müdürlük adına tapuda kayıt edilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değeri Hazine veya Genel Müdürlük tarafından ödenir.
Bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle düzenlenir."
25. 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinin ilk üç fıkrası şöyledir:
"30 günlük ilan süresi geçtikten sonra, dava açılmayan kadastro tutanaklarına ait sınırlandırma ve tespitler kesinleşir.
Kadastro müdürü tarafından onaylanarak kesinleşen tutanaklar ile kadastro mahkemesinin kesinleşmiş kararları; kesinleşme tarihleri tescil tarihi olarak gösterilmek suretiyle en geç 3 ay içinde tapu kütüklerine kaydedilir.
Bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz."
26. 3402 sayılı Kanun'un geçici 4. maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:
"2613 sayılı Kadastro ve Tapu Tahriri Kanunu ile diğer kanunlar gereğince özel kadastrosu yapılan ve tutanakları kesinleşmiş bulunan taşınmazlar için 10 yıllık hak düşürücü süre geçmiş ise, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde hak sahipleri dava açabilirler."
V. İNCELEME VE GEREKÇE
27. Anayasa Mahkemesinin 3/11/2022 tarihinde yapmış olduğu toplantıda başvuru incelenip gereği düşünüldü:
A. Mülkiyet Hakkının İhlal Edildiğine İlişkin İddia
1. Başvurucunun İddiaları ve Bakanlık Görüşü
28. Başvurucu;
i. Bireysel başvuruya konu davanın 1949 yılında yapılan kadastrodan önceki bir sebebe dayalı olarak değil 27/8/2011 tarihinde yürürlüğe giren 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesine istinaden açıldığını belirtmiştir. Davanın 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesiyle tanınan haktan yararlanmak amacıyla açıldığını ifade etmiştir.
ii. 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinden yararlanılabilmesi için taşınmazın 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olmasının yeterli olduğunu ve vakıfları tarafından 1936 yılında verilen beyannamenin 7. sırasında ihtilaf konusu taşınmazın bulunduğunu vurgulamıştır. Hak düşürücü süreden söz edilebilmesi için hakkın doğmuş olması gerektiğine işaret etmiş, henüz hakkın doğmadığı bir tarihte hak düşürücü sürenin geçtiğinin kabulünün mümkün olmadığının altını çizmiştir.
iii. Anayasa Mahkemesinin Yaşar Çoban (B. No: 2014/6673, 25/7/2017) kararında dava açma süresinin başvurucunun dava açma hakkının doğmadığı bir tarihte başlatılmasının başvurucuya aşırı külfet yüklediğine ve bu nedenle mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar verildiğine değinmiştir. Anayasa Mahkemesinin anılan kararında belirlediği ilkelerin somut olaya aynen uyduğunu ileri sürmüş ve 27/8/2011 tarihinde doğan iade hakkının bu tarihten önce düştüğünün kabulünün mahkemeye erişim hakkını ihlal ettiğini savunmuştur. Cemaat vakıflarının mal edinememesinden ve 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı taşınmazların tescilini sağlayamamasından kaynaklanan mağduriyetlerinin giderilmesi amacıyla 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesiyle getirilen bir hakkın 1988 yılından önce kullanılmadığı gerekçesiyle reddedilmesinin mahkemeye erişim hakkını ihlal ettiğini belirtmiştir.
iv. İhtilaf konusu taşınmazın kadastro tutanağında Yahudi mezarlığı olduğu notunun düşüldüğünü, 1936 Beyannamesi'nde ve Eşhas-ı Hükmiye Cetveli'nde yer aldığını hatırlatmıştır. Taşınmazın hâlihazırda bir kamu kuruluşu olan Halk Ekmek üzerinde kayıtlı olması sebebiyle 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesi uyarınca iadesinin önünde hiçbir engelin bulunmadığını savunmuştur. 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesi kapsamında yapılan bir talebin kadastro öncesi sebep olarak kabulüyle davanın hak düşürücü sürenin geçtiği gerekçesiyle reddedilmesinin mülkiyet hakkını ihlal ettiğini ifade etmiştir.
29. Bakanlık görüşünde;
i. Cemaat vakıflarının mal edinme yetkilerinin kısıtlanmasına ilişkin tarihsel süreçten söz edildikten sonra 2003 yılından itibaren yapılan reformlar kapsamında, vakıflar mevzuatında gerçekleştirilen yasal değişikliklerle cemaat vakıflarının taşınmaz mallarına yönelik uygulamaların düzeltilmesine yönelik adımlar atıldığı ifade edilmiştir.
ii. Başvurucu Vakfın, Vakıflar Meclisinin 25/3/2013 tarihli kararına karşı süresinde idare mahkemesine iptal davası açtığına ilişkin bir bilginin bulunmadığı belirtilmiştir. Mevcut başvuruda başvuruya konu taşınmazlar yönünden etkili başvuru yollarının tüketilip tüketilmediği değerlendirilirken bunların dikkate alınması gerektiği vurgulanmıştır.
iii. Başvurucunun, Vakıflar Meclisi kararına karşı idari yargıda dava açmayı değil kadastro öncesi nedenlere dayanarak tapu iptali ve tescil davası açmayı tercih ettiği görüşü açıklanmıştır. Mahkemenin kararının Yargıtayın benzer olaylarda verdiği kararlarına uygun olduğu ifade edilmiştir. Bu kapsamda 3402 sayılı Kanun'un ilgili hükümleri uygulanarak davanın reddedildiği ve derece mahkemelerinin kararlarının bariz takdir hatası veya açık bir keyfîlik içermediği belirtilmiştir.
30. Bakanlık görüşüne karşı beyanında başvurucu; tapu iptali ve tescil talebinin idari nitelikte bir uyuşmazlık olmadığını, adliye mahkemelerinin görevine giren bir konu olduğunu, bu sebeple idari yargıda dava konusu edilemeyeceğini belirtmiştir. Başvurucu ayrıca bireysel başvuruya konu davanın kadastro öncesi sebebe dayalı olarak değil 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesiyle getirilen iade imkânından yararlanılması amacıyla açıldığı görüşünü tekrarlamıştır. Başvurucu bunların dışında genel olarak başvuru formundaki iddialarını yinelemiştir.
2. Değerlendirme
31. Anayasa'nın iddianın değerlendirilmesinde dayanak alınacak "Mülkiyet hakkı" kenar başlıklı 35. maddesi şöyledir:
"Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.
Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.
Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."
32. Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp olay ve olguların hukuki tavsifini kendisi takdir eder (Tahir Canan, B. No: 2012/969, 18/9/2013, § 16). Başvurucunun şikâyetinin özü 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olan ancak hâlihazırda Halk Ekmek A.Ş. adına tescilli bulunan taşınmazın iade edilmemesidir. Bu sebeple başvurucunun mahkemeye erişim hakkıyla ilgili olarak ileri sürdüğü şikâyetlerin de mülkiyet hakkı kapsamında incelenmesi uygun bulunmuştur.
a. Kabul Edilebilirlik Yönünden
33. Başvurunun niteliği dikkate alındığında öncelikle zaman bakımından yetki meselesinin tartışılması gerekmektedir.
34. Anayasa'nın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 45. maddesinin (1) numaralı fıkrasında herkesin Anayasa'da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (Sözleşme) ve buna ek Türkiye'nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabileceği hükmüne yer verilmiştir. Anayasa'nın geçici 18. maddesinde uygulama kanununun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bireysel başvuruların kabul edileceği, 6216 sayılı Kanun'un 76. maddesinin (1) numaralı fıkrasında ise Kanun'un 45. ila 51. maddelerinin 23/9/2012 tarihinde yürürlüğe gireceği belirtilmiştir.
35. 6216 sayılı Kanun'un geçici 1. maddesinin (8) numaralı fıkrası şöyledir:
"Mahkeme, 23/9/2012 tarihinden sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılacak bireysel başvuruları inceler."
36. Anayasa ve 6216 sayılı Kanun'un anılan hükümleri uyarınca Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başlangıcı 23/9/2012 tarihi olup Anayasa Mahkemesi ancak bu tarihten sonra kesinleşen nihai işlem ve kararlar aleyhine yapılan bireysel başvuruları inceleyebilecektir. Bu açık düzenlemeler karşısında anılan tarihten önce kesinleşmiş nihai işlem ve kararları da içerecek şekilde yetki kapsamının genişletilmesi mümkün değildir. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisine ilişkin bu düzenlemelerin kamu düzenine ilişkin olması nedeniyle bireysel başvurunun tüm aşamalarında resen dikkate alınması gerekir (Ahmet Melih Acar, B. No: 2012/329, 12/2/2013, § 15; G.S., B. No: 2012/832, 12/2/2013, § 14).
37. Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisini doğru olarak belirleyebilmek için kesinleşen nihai işlem ve kararın tarihinin yanı sıra gerçekleştiği iddia olunan müdahalenin zamanını da doğru tespit etmek gerekir. Bu tespit yapılırken müdahaleyi oluşturan olaylar ve ihlal edildiği iddia olunan hakkın kapsamı birlikte değerlendirilmelidir (Zeycan Yedigöl [GK], B. No: 2013/1566, 10/12/2015, § 31).
38. Başvuru konusu taşınmaz 17/1/1949 tarihinde kadastro komisyonunun tespitine istinaden metruk mezarlık vasfıyla İstanbul Belediyesi adına tescil edilmiştir. Dolayısıyla başvurucunun taşınmaz üzerindeki mülkiyetinin 17/1/1949 tarihinde sona erdiği açıktır.
39. Anayasa Mahkemesi Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri (B. No: 2014/4715, 15/6/2016) kararında bireysel başvurunun yürürlüğe girdiği 23/9/2012 tarihten önce mülkiyeti kaybedilen taşınmazlarla ilgili olarak hangi durumlarda mülkiyet hakkı şikâyetiyle bireysel başvuruda bulunulabileceğini tartışmıştır (Agavni Mari Hazaryan ve diğerleri, §§ 96-119). Söz konusu kararda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarına da atıfta bulunularak müdahalenin anlık bir eylem olması ile devam eden bir durum olması arasında ayrım yapılmıştır. Anılan karardaki ilkelerin şu şekilde toparlanması mümkündür:
i. Anlık bir eylem şeklinde gerçekleşen müdahalelerde zaman bakımından yetki açısından dikkate alınacak tarih, iddia edilen ihlal durumunu oluşturan olayın meydana geldiği veya ihlalin ortadan kaldırılması için dava açılmış ise bu davada nihai kararın verildiği tarihtir.
ii. Buna karşılık 23/9/2012 tarihinden önce başlayan ve ihlal oluşturan eylem ya da olay bu tarihten sonra da devam etmekte ise bu hâlde devam eden bir durum söz konusu olduğundan Anayasa Mahkemesinin başvuruya bakma yetkisi bulunmaktadır.
iii. Mülkiyetten yoksun bırakma şeklindeki müdahaleler, anlık bir eylem mahiyetinde olup bu gibi hâllerde müdahale teşkil eden işleme karşı başlatılan yargısal sürecin 23/9/2012 tarihinden önce kesinleşmesi durumunda kural olarak müdahalenin Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin dışında kaldığı kabul edilir.
iv. Bununla birlikte mülkiyetin yitirildiğinin kesinleştiği tarihten sonra aynen iade veya bunun yerine ikame olmak üzere tazminat ödenmesini öngören yeni bir başvuru yolunun ihdas edilmesi hâlinde malikin bireysel başvuru hakkı canlanır. Bu durumda Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisi yeni ihdas edilen hukuk yolunun tüketilmesi üzerine verilen nihai kararın tarihine bakılarak tespit edilir. Buna göre nihai kararın 23/9/2012'den sonraki bir tarihe tesadüf etmesi hâlinde bu karara karşı yapılacak bir bireysel başvuru Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamına girmiş olur.
40. 27/2/2008 tarihinde yürürlüğe giren 5737 sayılı Kanun'un geçici 7. maddesiyle 1936 Beyannamelerinde kayıtlı olup hâlen bu vakıfların tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların cemaat vakıflarına iadesi imkânı getirilmiştir. Yine 5737 sayılı Kanun'un 27/8/2011 tarihinde yürürlüğü giren geçici 11. maddesinin birinci fıkrasıyla da cemaat vakıflarının 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup malik hanesi açık olan taşınmazlarının, 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı taşınmazlarının ile 1936 Beyannamesi'nde kayıtlı olup kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıklarının ve çeşmelerinin cemaat vakıfları adına tescil edilmesine olanak tanınmıştır.
41. Başvurucunun bir cemaat vakfı olduğu konusunda tereddüt bulunmamaktadır. Öte yandan başvurucunun iadesini talep ettiği taşınmazın 17/1/1949 tarihinde Belediye adına tescil edildiği, ardından 22/9/2004 tarihinde de Halk Ekmek A.Ş.'ye devredildiği ve hâlihazırda Halk Ekmek adına tescilli bulunduğu bir vakıadır. Bu durumda yüzeysel bir değerlendirmeyle bakıldığında başvurucunun durumunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesi kapsamına girdiği ve taşınmazın iadesi iddiasının bu manada savunulabilir bir temele sahip olduğu söylenebilir. Başvurucunun bu maddeye istinaden açtığı davanın Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin başladığı dönemden sonra kesinleştiği izahtan varestedir. Bu itibarla başvurunun Anayasa Mahkemesinin zaman bakımından yetkisinin kapsamında kaldığı değerlendirilmiştir.
42. Bakanlık görüşünde, başvurucunun Vakıflar Meclisi kararına karşı idari yargıda dava açmaması sebebiyle başvuru yollarının usulüne uygun olarak tüketilmediği ileri sürülmüştür.
43. Anayasal bir hakkın ihlali iddiasıyla ilgili olarak birden fazla başvuru yolunun öngörülmesi durumunda başvurucunun kural olarak erişimine açık olan bu yollardan herhangi birini tüketmesi bireysel başvuruda bulunabilmesi açısından yeterli görülmelidir. Başvurucunun tükettiği yolun ihlalin tespiti ve giderimin sağlanması bakımından açıkça etkisiz olduğu ortaya konulmadıkça bu yolu tükettikten sonra yapılan başvurular -başkaca bir kabul edilemezlik sebebi yoksa- kabul edilebilir bulunmalıdır.
44. Öncelikle Mahkemenin başvurucunun taşınmazın iadesi talebinin esasını incelediğine işaret edilmelidir. Mahkeme davayı görevli olmadığı gerekçesiyle değil aksine başvurucunun esastan haksız olduğu gerekçesiyle reddetmiştir. Dolayısıyla adli yargıda açılan davanın başvurucunun iade talebi yönünden etkili olmadığının söylenmesi mümkün değildir. Bu bakımdan Bakanlığın başvuru yollarının tüketilmediği iddiası yerinde görülmemiştir.
45. Açıkça dayanaktan yoksun olmadığı ve kabul edilemezliğine karar verilmesini gerektirecek başka bir neden de bulunmadığı anlaşılan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerekir.
b. Esas Yönünden
i. Mülkün Varlığı
46. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden şikâyet eden bir kimse, önce böyle bir hakkının var olduğunu kanıtlamak zorundadır. Bu nedenle öncelikle başvurucunun Anayasa'nın 35. maddesi uyarınca korunmayı gerektiren mülkiyete ilişkin bir menfaate sahip olup olmadığı noktasındaki hukuki durumunun değerlendirilmesi gerekir (Cemile Ünlü, B. No: 2013/382, 16/4/2013, § 26; İhsan Vurucuoğlu, B. No: 2013/539, 16/5/2013, § 31).
47. Mülkiyet hakkı, özel hukukta veya idari yargıda kabul edilen mülkiyet hakkı kavramlarından farklı bir anlam ve kapsama sahip olup bu alanlarda kabul edilen mülkiyet hakkı, yasal düzenlemeler ile yargı içtihatlarından bağımsız olarak özerk bir yorum ile ele alınmalıdır (Hüseyin Remzi Polge, B. No: 2013/2166, 25/6/2015, § 31). Anayasa'nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır (AYM, E.2015/39, K.2015/62, 1/7/2015, § 20). Bu bağlamda mülk olarak değerlendirilmesi gerektiğinde kuşku bulunmayan menkul ve gayrimenkul mallar ile bunların üzerinde tesis edilen sınırlı ayni haklar ve fikrî hakların yanı sıra icrası kabil olan her türlü alacak da mülkiyet hakkının kapsamına dâhildir (Mahmut Duran ve diğerleri, B. No: 2014/11441, 1/2/2017, § 60).
48. Somut olayda başvurucunun iadesini talep ettiği taşınmaz, Dersaadet Millet-i Museviye Hahambaşılığı tarafından 16/8/1336 (1920) tarihinde verilen Eşhas-ı Hükmiye Cetveli'nde "Eğrikapı civarında kabristan" olarak bildirilmiştir. Ayrıca söz konusu taşınmaz 1936 Beyannamesi'nin 7. sırasında da gösterilmiştir. Son olarak 17/1/1949 tarihinde yapılan kadastro tespitindeki bilirkişi notunda taşınmazın Yahudi mezarlığı olduğu açıklamasına yer verilmiştir. Tüm bunlar başvurucunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesi kapsamında iadesini talep edebileceği bir mülkünün bulunduğunu göstermektedir.
ii. Müdahalenin Varlığı ve Türü
49. Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkı kişiye -başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla- sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma ve ondan tasarruf etme, onun ürünlerinden yararlanma olanağı verir (Mehmet Akdoğan ve diğerleri, B. No: 2013/817, 19/12/2013, § 32). Dolayısıyla malikin mülkünü kullanma, mülkün semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 53).
50. Anayasa’nın 35. maddesi ile mülkiyet hakkına temas eden diğer hükümleri birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Buna göre Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle mülkten barışçıl yararlanma hakkına yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında, genel olarak mülkiyet hakkının hangi koşullarda sınırlanabileceği belirlenerek aynı zamanda mülkten yoksun bırakmanın şartlarının genel çerçevesi de çizilmiştir. Maddenin son fıkrasında ise mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını kontrol etmesine ve düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Anayasa'nın diğer bazı maddelerinde de devlet tarafından mülkiyetin kontrolüne imkân tanıyan özel hükümlere yer verilmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, §§ 55-58).
51. Başvurucunun taşınmazı 17/1/1949 tarihinde Belediye adına tescil edilmiştir. Dolayısıyla başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan bir müdahalenin mevcut olduğu kuşkusuzdur. Diğer taraftan niteliği ve amacı gözetildiğinde müdahalenin mülkten yoksun bırakmaya ilişkin kural çerçevesinde incelenmesi uygun görülmüştür.
iii. Müdahalenin İhlal Oluşturup Oluşturmadığı
52. Anayasa'nın 13. maddesi şöyledir:
"Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."
53. Anayasa'nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa'ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, § 62). Bu durumda öncelikle müdahalenin kanuni dayanağının bulunup bulunmadığının incelenmesi gerekir.
54. Anayasa'nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gereği ifade edilmiştir. Öte yandan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkelerin düzenlendiği Anayasa'nın 13. maddesinde de hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceği temel bir ilke olarak benimsenmiştir. Buna göre mülkiyet hakkına yapılan müdahalelerde dikkate alınacak öncelikli ölçüt, müdahalenin kanuna dayalı olmasıdır. Bu ölçütün sağlanmadığı tespit edildiğinde diğer ölçütler bakımından inceleme yapılmaksızın mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varılacaktır (Ford Motor Company, B. No: 2014/13518, 26/10/2017, § 49).
55. Müdahalenin kanuna dayalı olması öncelikle şeklî manada bir kanunun varlığını zorunlu kılar. Şeklî manada kanun, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından Anayasa'da belirtilen usule uygun olarak kanun adı altında çıkarılan düzenleyici yasama işlemidir. Hak ve özgürlüklere müdahale edilmesi ancak yasama organınca kanun adı altında çıkarılan düzenleyici işlemlerde müdahaleye imkân tanıyan bir hükmün bulunması şartına bağlıdır. TBMM tarafından çıkarılan şeklî anlamda bir kanun hükmünün bulunmaması hakka yapılan müdahaleyi anayasal temelden yoksun bırakır (Ali Hıdır Akyol ve diğerleri [GK], B. No: 2015/17510, 18/10/2017, § 56).
56. Hak ve özgürlüklerin, bunlara yapılacak müdahalelerin ve sınırlandırmaların kanunla düzenlenmesi bu haklara ve özgürlüklere keyfî müdahaleyi engelleyen ve hukuk güvenliğini sağlayan demokratik hukuk devletinin en önemli unsurlarından biridir (Tahsin Erdoğan, B. No: 2012/1246, 6/2/2014, § 60). Kanunun varlığı kadar kanun metninin ve uygulamasının da bireylerin davranışlarının sonucunu öngörebileceği kadar hukuki belirlilik taşıması gerekir. Bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55). Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince erişilebilir ve öngörülebilir kuralların bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44).
57. Bir uyuşmazlıkta uygulanacak hukuk kurallarının ve özellikle müdahalenin kanuni dayanağını oluşturan kanun hükümlerinin yorumlanması derece mahkemelerinin takdirindedir. Derece mahkemelerince, mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağını oluşturduğu ifade edilen hükümlerle ilgili olarak geliştirilen yorumların isabetli olup olmadığını denetlemek Anayasa Mahkemesinin görevi değildir. Bununla birlikte derece mahkemelerinin yorumlarının kanunun açık lafzıyla çelişki içinde olduğu veya kanun metni dikkate alındığında bireyler tarafından öngörülmesinin mümkün olmadığı sonucuna ulaşıldığı hâllerde mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmadığı kanaatine varılması mümkündür (mahkemeye erişim hakkı yönünden benzer değerlendirme için bkz. Ziya Özden, B. No: 2016/67737, 19/11/2019, § 59).
58. Mahkeme, davanın kadastrodan önceki sebebe dayalı olarak açıldığını kabul etmiş ve 3402 sayılı Kanun'un geçici 4. maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca anılan Kanun'un yürürlüğe girdiği 9/10/1987 tarihinden itibaren bir yıl içinde açılmadığı gerekçesiyle davayı süre aşımından reddetmiştir. Başvurucu gerek yargılama aşamasında gerek bireysel başvuru formunda davanın kadastrodan önceki bir sebebe dayalı olarak açılan bir dava olmadığını belirtmiştir.
59. Bireysel başvuru dosyasında bulunan dava dilekçesi incelendiğinde başvurucunun taşınmazın tescil talebini 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesiyle getirilen iade imkânına dayandırdığı görülmektedir. Başvurucu dilekçede her ne kadar 17/1/1949 tarihli kadastro tutanağından söz etmiş ise de bunu olay ve olguları anlatmak ve taşınmazın anılan tarihten önceki mülkiyetinin kendisine ait olduğunu göstermek amacıyla yaptığı anlaşılmaktadır. Bu durumda başvurucunun açtığı davanın kadastrodan önceki bir sebebe dayalı olduğu kabulünün bariz bir değerlendirme hatası teşkil ettiği sonucuna ulaşılmaktadır.
60. Mahkeme kararında 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinin 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinin üçüncü fıkrasında düzenlenen on yıllık hak düşürücü süreye ve aynı Kanun'un geçici 4. maddesinin üçüncü fıkrasında düzenlenen bir yıllık süreye istisna getirir nitelikte olmadığı, idari bir düzenleme niteliğinde bulunduğu belirtilmiştir. Başvurucunun açtığı davanın 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinde düzenlenen ve kadastrodan önceki sebebe dayalı olarak açılan bir dava olmadığını bir kez daha hatırlatmak gerekir. Başvurucu 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesiyle cemaat vakıflarına tanınan imkândan yararlanmak amacıyla öncelikle idareye müracaat etmiş, bu müracaatın reddi üzerine tapu iptali ve tescil davası açmıştır. 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesi kanun koyucuyu bağlayan bir Anayasa hükmü değildir. Kanun koyucunun düşen bir hakkı kanun hükmüyle canlandırmasının veya aynı hakkı başka bir formatta yeniden düzenlemesinin önünde bir engel bulunmamaktadır. Nitekim somut olayda da 17/1/1949 tarihli kadastro tespitiyle mülkiyeti Belediyeye geçen taşınmazın önceki malikine iadesi için 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesiyle yeni bir mekanizma oluşturulmuştur. Bu mekanizma kapsamında açılan davanın 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinin kalıpları içine hapsedilmesi ve süresinde olup olmadığının buna göre değerlendirilmesi başvurucunun 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesi uyarınca iade koşullarının oluşup oluşmadığını denetlettirme imkânından mahrum kalmasına yol açmıştır.
61. Sonuç olarak başvurucunun 27/8/2011 tarihinde yürürlüğe giren 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesiyle getirilen iade imkânından yararlanmak amacıyla açtığı davanın süre aşımı gerekçesiyle reddedilmesinin kanuni bir temeli bulunmamaktadır. Başvurucu tarafından açılan davanın 17/1/1949 tarihinde yapılan kadastrodan önceki bir sebebe dayalı olarak açılan dava şeklinde kabul edilmesi bariz değerlendirme hatası oluşturmaktadır. Kanun hükmünün bariz takdir hatası teşkil eden yorumuna dayalı olarak davanın süre aşımından reddedilmesi başvurucuyu 5737 sayılı Kanun'un geçici 11. maddesinde düzenlenen iade şartlarının oluştuğunu ispatlama imkânından yoksun bırakmıştır.
62. Bu durumda başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Varılan sonuca göre müdahalenin meşru bir amacının veya ölçülü olup olmadığının değerlendirilmesine gerek görülmemiştir.
63. Açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.
B. Din Özgürlüğünün İhlal Edildiğine İlişkin İddia
64. Başvurucu, defin işleminin dinin gereklilikleriyle ilgili olduğunu ve vakfın mensubu kişilerin inancı olan Yahudiliğe göre de mezarların dinen korunması gereken alanlar niteliğinde bulunduğunu belirtmiştir. Başvurucu, mezarlık gibi dince kutsal bir mekânın ticarethaneye dönüştürülmesi nedeniyle vakfın mensuplarının din özgürlüğünün ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
65. Mülkiyet hakkı yönünden ulaşılan ihlal sonucu gözetildiğinde din özgürlüğü yönünden ayrıca bir inceleme yapılmasına yer olmadığına karar verilmesi gerekir.
C. 6216 Sayılı Kanun'un 50. Maddesi Yönünden
66. 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin ilgili kısmı şöyledir:
"(1) Esas inceleme sonunda, başvurucunun hakkının ihlal edildiğine ya da edilmediğine karar verilir. İhlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilir. …
(2) Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir. Yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmayan hâllerde başvurucu lehine tazminata hükmedilebilir veya genel mahkemelerde dava açılması yolu gösterilebilir. Yeniden yargılama yapmakla yükümlü mahkeme, Anayasa Mahkemesinin ihlal kararında açıkladığı ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde mümkünse dosya üzerinden karar verir."
67. Başvurucu, ihlalin tespit edilmesini ve yeniden yargılama yapılmasına hükmedilmesini talep etmiştir.
68. Anayasa Mahkemesinin Mehmet Doğan ([GK], B. No: 2014/8875, 7/6/2018) kararında ihlal sonucuna varıldığında ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağı hususunda genel ilkeler belirlenmiştir. Anayasa Mahkemesi diğer bir kararında ise bu ilkelerle birlikte ihlal kararının yerine getirilmemesinin sonuçlarına da değinmiş ve bu durumun ihlalin devamı anlamına geleceği gibi ilgili hakkın ikinci kez ihlal edilmesiyle sonuçlanacağına işaret etmiştir (Aligül Alkaya ve diğerleri (2), B. No: 2016/12506, 7/11/2019).
69. Bireysel başvuru kapsamında bir temel hakkın ihlal edildiğine karar verildiği takdirde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırıldığından söz edilebilmesi için temel kural mümkün olduğunca eski hâle getirmenin yani ihlalden önceki duruma dönülmesinin sağlanmasıdır. Bunun için ise öncelikle ihlalin kaynağı belirlenerek devam eden ihlalin durdurulması, ihlale neden olan karar veya işlemin ve bunların yol açtığı sonuçların ortadan kaldırılması, varsa ihlalin sebep olduğu maddi ve manevi zararların giderilmesi, ayrıca bu bağlamda uygun görülen diğer tedbirlerin alınması gerekmektedir (Mehmet Doğan, §§ 55, 57).
70. İhlalin mahkeme kararından kaynaklandığı veya mahkemenin ihlali gideremediği durumlarda Anayasa Mahkemesi, 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü’nün 79. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi uyarınca ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere kararın bir örneğinin ilgili mahkemeye gönderilmesine hükmeder. Anılan yasal düzenleme, usul hukukundaki benzer hukuki kurumlardan farklı olarak ihlali ortadan kaldırmak amacıyla yeniden yargılama sonucunu doğuran ve bireysel başvuruya özgülenen bir giderim yolunu öngörmektedir. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından ihlal kararına bağlı olarak yeniden yargılama kararı verildiğinde usul hukukundaki yargılamanın yenilenmesi kurumundan farklı olarak ilgili mahkemenin yeniden yargılama sebebinin varlığını kabul hususunda herhangi bir takdir yetkisi bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir karar kendisine ulaşan mahkemenin yasal yükümlülüğü, ilgilinin talebini beklemeksizin Anayasa Mahkemesinin ihlal kararı nedeniyle yeniden yargılama kararı vererek devam eden ihlalin sonuçlarını gidermek üzere gereken işlemleri yerine getirmektir (Mehmet Doğan, §§ 58, 59; Aligül Alkaya ve diğerleri (2), §§ 57-59, 66, 67).
71. İncelenen başvuruda, başvurucunun mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kanuni dayanağının bulunmaması sebebiyle mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır. Dolayısıyla ihlalin mahkeme kararından kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
72. Bu durumda mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmasında hukuki yarar bulunmaktadır. Yapılacak yeniden yargılama ise bireysel başvuruya özgü düzenleme içeren 6216 sayılı Kanun'un 50. maddesinin (2) numaralı fıkrasına göre ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasına yöneliktir. Bu kapsamda yapılması gereken iş, yeniden yargılama kararı verilerek Anayasa Mahkemesini ihlal sonucuna ulaştıran nedenleri gideren, ihlal kararında belirtilen ilkelere uygun yeni bir karar verilmesinden ibarettir. Bu sebeple kararın bir örneğinin yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 16. Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesi gerekmektedir.
73. Varılan ihlal sonucu, davanın doğrudan kabulü gerektiği biçiminde anlaşılmamalıdır. İşin esası incelendikten sonra ne yönde karar verileceği yargı mercilerinin takdirindedir.
74. Dosyadaki belgelerden tespit edilen 364,60 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.264,60 TL yargılama giderinin başvurucuya ödenmesine karar verilmesi gerekir.
VI. HÜKÜM
Açıklanan gerekçelerle;
A. Mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın KABUL EDİLEBİLİR OLDUĞUNA,
B. Anayasa'nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE,
C. Din özgürlüğünün ihlal edildiğine ilişkin iddianın İNCELENMESİNE YER OLMADIĞINA,
D. Kararın bir örneğinin mülkiyet hakkının ihlalinin sonuçlarının ortadan kaldırılması için yeniden yargılama yapılmak üzere İstanbul 16. Asliye Hukuk Mahkemesine (E.2015/89, K.2015/284) GÖNDERİLMESİNE,
E. 364,60 TL harç ve 9.900 TL vekâlet ücretinden oluşan toplam 10.264,60 TL yargılama giderinin başvurucuya ÖDENMESİNE,
F. Ödemenin, kararın tebliğini takiben başvurucunun Hazine ve Maliye Bakanlığına başvuru tarihinden itibaren dört ay içinde yapılmasına, ödemede gecikme olması hâlinde bu sürenin sona erdiği tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için yasal FAİZ UYGULANMASINA,
G. Kararın bir örneğinin Adalet Bakanlığına GÖNDERİLMESİNE 3/11/2022 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.