Hukuk devleti, “Anayasa Mahkemesi’nin yerleşmiş hukuk devleti tanımına göre; Anayasanın 2’nci maddesinde yer alan hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup, bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da uyması gereken temel hukuk ilkeleri ve Anayasanın bulunduğu bilincinde olan devlettir. (Anayasa Mahkemesi, 2001/406 E. 2004/20 K. sayılı kararı). Ancak yapay zekâ destekli karar sistemlerinin yaygınlaşması, kanunilik, eşitlik, hesap verebilirlik ve yargısal denetim gibi hukuk devleti ilkelerinin nasıl korunabileceği sorusunu gündeme getirmiştir. Çünkü algoritmalar, insan kararlarını ikame ettiği ölçüde, hukuk düzeni içinde yeni bir “yetki alanı” yaratmaktadır. Bu alan, çoğu zaman insan eliyle değil, kod ve veriyle şekillenir. Bugün gerek kamusal idare de gerekse yargı sistemlerinde, otomatik karar sistemlerinin kullanımına ilişkin örnekler hızla artmaktadır. Mahkeme kararlarının analizi, risk değerlendirmesi, adli tahminleme veya kamu hizmetlerinin dijitalleşmesi gibi uygulamalar, yapay zekânın hukuk alanına nüfuz ettiğini göstermektedir. Fakat bu süreç, salt teknik bir dönüşüm değildir; aynı zamanda hukukun öngörülebilirliği, temel hakların korunması ve adaletin insan merkezli doğası bakımından derin bir tartışma alanı yaratmaktadır.
Hukuk devleti ilkesi, tarihsel olarak keyfî yönetim biçimlerine karşı geliştirilmiş bir güvencedir. Devletin bütün işlem ve eylemlerinin hukukla bağlı olmasını öngörür; böylece kamu gücünün sınırlarını çizer ve bireyi devlete karşı korur. Bu ilkenin temelinde, hukukun üstünlüğü ve insan onuru kavramları yer alır. Başka bir ifadeyle hukuk devleti, yalnızca kuralların varlığıyla değil, bu kuralların adil, öngörülebilir ve hesap verebilir biçimde uygulanmasıyla anlam kazanır. Ancak 21. yüzyılda, özellikle dijital teknolojilerin ve yapay zekânın yükselişiyle birlikte, hukuk devletinin geleneksel araçları yeni bir sınamayla karşı karşıya kalmıştır. Çünkü algoritmalar, tıpkı idari otoriteler gibi karar verebilmekte, çoğu zaman bu kararların arkasındaki mantık, insan zihni tarafından tam olarak kavranamamaktadır. Bu durum, şeffaflık ve denetlenebilirlik ilkeleri açısından ciddi bir sorun yaratır. Bir kararın hangi veriye, hangi modellemeye veya hangi ölçüte dayandığı bilinmiyorsa, hukuki sorumluluk da bulanıklaşır.
Hukuk devleti, bireyin öngörülebilir bir düzen içinde yaşama hakkını güvence altına alır. Fakat yapay zekâ sistemleri, geçmiş verilerden hareketle geleceği tahmin ederken, toplumsal önyargıları da yeniden üretme potansiyeline sahiptir. Bu da eşitlik ilkesi bakımından yeni bir kırılma noktasıdır. Geçmişte ayrımcılığa maruz kalmış bir toplumsal grubun verileri, algoritmik tahminlerde yeniden dezavantajlı hâle gelebilir. Böyle bir durumda, hukukun öngördüğü “eşit uygulama” ilkesi, teknik bir süreç içinde fark edilmeden zedelenebilir. Bu nedenle hukuk devleti ilkesinin günümüz koşullarında yeniden yorumlanması gerekir. Artık mesele yalnızca “devletin eylemlerinin kanuna uygunluğu” değildir; aynı zamanda veri temelli kararların da insan haklarına uygunluğu meselesidir. Hukuk devleti, dijital çağda artık insan iradesi kadar veri temelli iradeyi de sınırlandırmak zorundadır. Gerçek anlamda hukukun üstünlüğü, yalnızca bireylerin değil, teknolojik sistemlerin de hukuk kuralları çerçevesinde denetlenmesini gerektirir.
Yapay zekâ sistemleri, verimlilik ve hız kazandırma potansiyelleri sayesinde çağdaş hukuk düzeninde giderek daha fazla yer bulmaktadır. Ancak bu teknolojiler, hukuk devletinin özünü oluşturan şeffaflık, hesap verebilirlik, eşitlik ve yargısal denetim ilkeleriyle karşı karşıya geldiğinde, yalnızca teknik bir çatışma değil; aynı zamanda değer temelli bir sorgulama alanı yaratır. Bu gerilim teknik düzeyin ötesine geçerek, hukuki ve normatif bir nitelik kazanır; zira hukuk devleti, yalnızca kararın sonucu değil, karar süreçlerinin nasıl işlediğini, kim tarafından ve hangi sınırlar içinde yürütüldüğünü de sorgular.
· Şeffaflık Sorunu
Hukuk devleti ilkesinin özünü, devletin tüm eylem ve işlemlerinin denetlenebilir, gerekçelendirilebilir ve öngörülebilir olmasını oluşturur. Bu çerçevede, kamu gücünü kullanan hiçbir organ, karar alma sürecini bireyden saklayamaz; zira meşruiyet, kararın yalnızca sonucunda değil, nasıl alındığının açıklanabilir olmasında yatar. Yapay zekâ destekli karar mekanizmaları ise, bu ilkeyi doğrudan sınayan yeni bir alan yaratmaktadır. Zira algoritmik sistemlerin işleyişi çoğu durumda dışarıdan denetlenememekte, karar sürecinde kullanılan veri, yöntem veya ölçütler açık biçimde ortaya konulamamaktadır. Bu durum, özellikle idarenin şeffaflığı ve yargısal denetim hakkı açısından ciddi bir sorun teşkil eder.
Bir hukuk devletinde birey, kendisi hakkında alınan her türlü idari veya yargısal kararın dayandığı sebepleri bilme ve bu kararlara karşı etkili bir şekilde başvuru hakkına sahiptir. Anayasa’nın 36. maddesi uyarınca güvence altına alınan adil yargılanma hakkı ile 125. maddede düzenlenen idarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu açıklığı, ancak karar süreçlerinin şeffaf olduğu bir düzende anlam kazanabilir. Kararın nasıl oluşturulduğuna, hangi verilere dayandığına veya hangi hukuki gerekçelerle şekillendiğine dair bilgiye erişilemediği durumda, birey hem hak arama özgürlüğünü, hem de hukuki güvenlik hakkını fiilen kullanamaz. Bu bağlamda, yapay zekâ sistemlerinde şeffaflık yalnızca teknik bir gereklilik değil; anayasal meşruiyetin koşuludur.
Kamu gücü, ister insan eliyle ister teknolojik araçlarla kullanılsın, hesap verebilir olmak zorundadır. Aksi hâlde, kararın dayanağı bilinmeyen bir sistemde hukuk devleti ilkesi biçimsel bir söyleme indirgenir. Dolayısıyla, yapay zeka tabanlı karar süreçlerinin denetlenebilir, gerekçeli ve açıklanabilir hale getirilmesi bireysel hakların korunması karar, hukuk devletinin varlığının da ön koşuludur.
· Hesap Verebilirlik ve Sorumluluk
Hukuk devleti ilkesinin bir diğer tamamlayıcı unsuru hesap verebilirliktir. Anayasa’nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğu belirtilmiş; bu kavram, yalnızca yasaların varlığına değil, devletin her türlü eylem ve işleminin denetlenebilir ve gerekçelendirilebilir olmasına işaret etmiştir. Bu ilke gereği, kamu gücünü kullanan hiçbir makam “kendiliğinden” hareket edemez; her işlem, yetki, şekil, sebep ve konu bakımından hukuka uygunluk denetimine tabidir. Yapay zekâ sistemlerinin hukuk düzeninde kullanılmaya başlanması, bu temel denetim mekanizmasını ciddi biçimde tartışmalı hâle getirmiştir. Zira bu sistemlerde kararın oluşum süreci, çoğu zaman insan iradesinden kısmen bağımsız bir şekilde işler. Karar, verilerin algoritmik analizinden doğar ve kimi durumlarda bu analiz, insan müdahalesi olmaksızın doğrudan idari veya yargısal bir sonuç üretir. Böyle bir durumda şu sorular ortaya çıkar:
• Kararın sonuçlarından kim sorumludur?
• Bir hata veya hak ihlali durumunda hesap verebilir merci kimdir?
• Algoritmanın eylemi, “idarenin işlemi” sayılabilir mi?
Bu soruların hukuken açık biçimde cevaplanamaması, sorumluluğun dağılmasına neden olur. Hukuk devleti bakımından bu, yalnızca teknik bir boşluk değil, meşruiyetin zedelenmesi anlamına gelir. Zira sorumluluk ilkesinin belirsizleştiği bir sistemde, denetim mekanizması işlevsiz hâle gelir. Hukuk düzeninde, özellikle idare hukuku açısından, yetki ve sorumluluk birbirinden ayrılmaz kavramlardır.
Her idari işlem, bir yetkinin kullanılması sonucu doğar; yetkiyi kullanan merci, aynı zamanda bu yetkinin doğurduğu sonuçlardan sorumludur. Ancak yapay zekâ sistemlerinde, kararın teknik altyapısı özel şirketler tarafından geliştirilmiş olabilir; veri setleri idare dışı kaynaklardan gelebilir; sonuç ise kamu gücü niteliği taşıyabilir. Bu karmaşık yapı, hem idarenin sorumluluğunu bulanıklaştırır, hem de bireyin zarar görmesi hâlinde başvuru yollarını belirsiz hâle getirir.
Anayasa’nın 125. maddesi, “idarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu açıktır” hükmüyle bireylere koruma sağlamaktadır. Bu korumanın etkin olabilmesi için, işlemi gerçekleştiren veya kararı üreten merciin açık biçimde belirlenebilir olması gerekir. Oysa yapay zekâ destekli sistemlerde bu bağ çoğu kez kopuktur; işlem görünürde idareye ait olsa da, kararın dayandığı teknik süreç idare dışında şekillenmektedir. Bu durum, idarenin kusursuz sorumluluğu veya hizmet kusuru ilkeleri açısından da yeni tartışma alanları doğurmaktadır. Dolayısıyla, yapay zekâ sistemlerinin kullanıldığı bir hukuk düzeninde, hesap verebilirlik yalnızca etik bir yükümlülük değil; anayasal bir sorumluluk olarak görülmelidir.
Yapay zekâ araçlarını kullanan idari birim, teknik alt yapıyı özel sektörden temin etse bile, kararın doğurduğu tüm sonuçlardan hukuken sorumludur. Aksi hâlde, kamu gücü anonimleşir ve “kararı kim verdi?” sorusu cevapsız kalır ki, bu durum hukuk devletinin özünü ortadan kaldırır. Bu nedenle, yapay zekâ sistemlerinin kullanıldığı her alanda açık bir sorumluluk rejimi kurulmalıdır. Bu rejim, hem algoritmanın geliştirilmesinde hem de uygulanmasında insan sorumluluğunu merkezde tutmalı, hiçbir durumda kamu gücünün teknik bir araca devri suretiyle hesap verme yükümlülüğünün ortadan kalkmasına izin vermemelidir.
· Eşitlik ve Ayrımcılık Riski
Yapay zekâ sistemleri, görünürde tarafsız ve nesnel veri analizleri üzerine inşa edilse de, gerçekte bu sistemler veri setlerine gömülü önyargıları yeniden üretebilmekte veya derinleştirebilmektedir. Bu durum, hukuk devleti açısından yalnızca etik bir problem değil; eşitlik ilkesiyle doğrudan çatışan bir hukukî risk anlamına gelir. Anayasa’nın 10. maddesi uyarınca, “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” Bu hüküm, yalnızca yasama sürecine değil, yürütme ve yargı dâhil olmak üzere kamu gücünün tüm kullanım biçimlerine yön verir. Dolayısıyla, devletin karar alma süreçlerinde kullanılan herhangi bir teknolojik aracın —özellikle yapay zekâ temelli sistemlerin— ayrımcı sonuçlar üretmemesi, doğrudan anayasal bir yükümlülüktür. Ancak yapay zekâ sistemleri, geçmişe ait veriler üzerinden öğrenme (machine learning) yöntemiyle çalıştıkları için, tarihsel önyargıları da içselleştirebilir. Eğer kullanılan veriler, toplumda belirli bir kesimi sistematik olarak dışlayan ya da olumsuz etiketleyen örüntüler içeriyorsa, algoritmanın çıktısı da bu önyargıları yeniden üretir. Bu durumda, karar görünürde “teknik” veya “nötr” olsa bile, sonuçta dolaylı ayrımcılık (indirect discrimination) ortaya çıkar. Hukuken bu durum, eşitlik ilkesinin ihlali anlamına gelir. Çünkü hukuk devleti, sadece biçimsel eşitliği değil, fiilî (maddi) eşitliği de korumakla yükümlüdür. Bir karar süreci, bireyler arasında görünürde tarafsız ama fiilen ayrımcı sonuçlar doğuruyorsa, bu durum Anayasa’nın 10. maddesiyle bağdaşmaz. Ayrıca, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 14. maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadı da, teknolojik araçlar yoluyla yapılan dolaylı ayrımcılığın devletin sorumluluğunu ortadan kaldırmayacağını açıkça ortaya koymaktadır.
Bu bağlamda, yapay zekâ sistemlerinin hukuk düzeninde kullanılabilmesi için eşitlik denetimi zorunlu hale gelmiştir. Bu denetim, sadece sonuçlar üzerinden değil, algoritmanın tasarım aşamasından itibaren yapılmalıdır. Zira eşitlik ilkesine uygunluk, bir sistemin çıktısında değil, onun nasıl tasarlandığında ve hangi verilerle beslendiğinde şekillenir. Aksi hâlde, görünürde tarafsız teknolojik araçlar aracılığıyla ayrımcılık üretimi meşrulaştırılmış olur. İdare hukuku bakımından ise bu risk, hizmet kusuru ve ölçülülük ilkesi bağlamında da değerlendirilmelidir. Eğer kamu idaresi, kullandığı yapay zekâ sisteminin ayrımcı sonuçlar doğurabileceğini öngörebilecek durumda iken gerekli önlemleri almazsa, bu durum idarenin kusurlu davranışı olarak nitelendirilebilir. Ayrıca, her kamu müdahalesinde olduğu gibi, yapay zekâ destekli kararlar da ölçülülük ilkesine uygun olmalıdır. Ölçülülük, hem uygunluk hem de gereklilik bakımından aranır; bu kapsamda, daha az müdahaleci araçlarla aynı amaca ulaşmak mümkünse, yapay zekâ sistemine başvurmak orantısız sayılabilir.
Sonuç olarak, yapay zekâ sistemlerinde eşitlik ve ayrımcılık riski, teknik bir önyargı değil, anayasal düzeyde bir ihlal potansiyeli taşır. Bu nedenle, eşitlik ilkesinin korunması, yapay zekânın hukuk devleti çerçevesine dahil edilebilmesinin ön şartıdır. Devletin hem ulusal hem uluslararası hukuk bakımından yükümlülüğü, yalnızca bu sistemlerin geliştirilmesini denetlemek değil, aynı zamanda teknolojik kararların ayrımcı sonuçlar üretmemesini güvence altına almaktır.
· Yargısal Denetim ve Öngörülebilirlik
Yapay zekâ destekli karar sistemlerinin hukuk düzenine entegrasyonu, yalnızca idari işleyişi dönüştürmekle kalmaz; aynı zamanda kararların denetlenebilirliği sorununu da beraberinde getirir. Bir kararın hukukî denetime tabi olabilmesi, öncelikle o kararın dayanaklarının ve gerekçesinin anlaşılabilir olmasına bağlıdır. Ancak veri odaklı sistemlerde, karar süreci genellikle karmaşık algoritmalar aracılığıyla yürütüldüğünden, hangi verinin hangi ölçüde etkili olduğu çoğu zaman belirlenememektedir. Bu durum, yalnızca bireyin kararın nedenine erişimini değil, yargının karar sürecini denetleme kapasitesini de sınırlamaktadır.
İdare tarafından kullanılan teknolojik araçlar, idari işlemin niteliğini değiştirmez; yalnızca işlemin oluşum biçimini dönüştürür. Bu nedenle, bir yapay zekâ sistemi kamu gücü kullanımı kapsamında sonuç doğuruyorsa, bu karar idari işlem niteliğini korur ve yargı denetimine tabi olur. Anayasa’nın 125. maddesinde yer alan “idarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu açıktır” hükmü, bu açıdan kapsayıcı bir koruma sağlar. Buradaki “her türlü” ifadesi, yalnızca geleneksel bürokratik kararları değil, dijital veya otomatik sistemler aracılığıyla tesis edilen işlemleri de içine alır. Zira anayasal güvence, işlem türüne değil, kamu gücünün birey üzerinde doğurduğu sonuçlara yöneliktir. Yargısal denetimin etkinliği, aynı zamanda öngörülebilirlik ilkesiyle yakından ilişkilidir. Bir hukuk düzeninin öngörülebilir olması, bireyin davranışlarının hangi sonuçlar doğuracağını makul ölçüde kestirebilmesini gerektirir. Fakat algoritmik karar mekanizmaları çoğu zaman istatistiksel tahminlere ve olasılık hesaplarına dayandığından, birey açısından kararın mantıksal çerçevesi belirsizleşir. Bu da hukukî güvenlik ilkesini zedeler; zira birey yalnızca kararın sonucunu değil, nasıl alındığını da bilemez hale gelir.
Yargının görevi yalnızca verilen kararın sonucunu incelemek değil, kararın oluşum sürecinin hukuka uygun olup olmadığını değerlendirmektir. Bu nedenle, yapay zekâ sistemlerinin kullanıldığı alanlarda klasik anlamda “sonuç denetimi” yeterli değildir; artık süreçsel denetim anlayışına ihtiyaç vardır. Yani yargı, yalnızca hukuka aykırı bir sonuca değil, karar sürecinde kullanılan veri türlerine, yöntemlere ve orantılılığa da bakabilmelidir. Bunun sağlanabilmesi için iki temel koşul öne çıkar:
İlk olarak, idare tarafından kullanılan veri sistemlerinin gerekçelendirme yükümlülüğü altında olması gerekir. Kararın hangi verilerden, hangi değerlendirmelerle doğduğunun açıklanabilir olması, hem birey için hak arama imkânı sağlar hem de yargının etkin denetimini mümkün kılar. İkinci olarak, yargı organlarının teknik bilgiye erişimi güvence altına alınmalıdır. Zira yargı, anlamadığı bir sistemin kararını denetleyemez. Bu koşullar yerine getirilmediğinde, yapay zekâ destekli idari işlemler fiilen denetim dışı kalır ve keyfilik riski ortaya çıkar. Oysa yargısal denetim, yalnızca bireyin haklarını koruyan değil, idarenin meşruiyetini sürdüren bir mekanizmadır. Bu nedenle, teknolojik karar süreçlerinin hukuk düzeninde yer bulabilmesi, yargı tarafından şeffaf, gerekçeli ve denetlenebilir bir yapıya kavuşturulmasına bağlıdır.
Türkiye’de yapay zekânın hukuk devleti ilkeleri çerçevesinde değerlendirilmesi, henüz bütüncül bir normatif zemine oturmamıştır. Mevzuatta yapay zekâya özgü bir kanuni düzenleme bulunmamakla birlikte, mevcut anayasal ve yasal hükümler —özellikle Anayasa, Kişisel Verilerin Korunması Kanunu (KVKK) ve İdare Hukuku İlkeleri bu teknolojilerin uygulanabilirliğine dolaylı biçimde sınırlar çizmektedir. Anayasa’nın 2. maddesi Türkiye Cumhuriyeti’ni bir hukuk devleti olarak tanımlar. Bu ilke, kamu gücünün ancak kanunla ve temel haklara uygun biçimde kullanılabileceğini ifade eder. Dolayısıyla yapay zekâ tabanlı karar sistemlerinin hukuk devletiyle bağdaşabilmesi, kanunilik ve ölçülülük ilkeleriyle doğrudan ilişkilidir. Bir algoritmik sistemin kamu hizmetlerinde, adli karar desteklerinde veya güvenlik uygulamalarında kullanılması, yalnızca verimlilik amacıyla değil; aynı zamanda temel hakların korunmasına uygun biçimde düzenlenmelidir.
Bu bağlamda en çok tartışılan konulardan biri, kişisel verilerin işlenmesi ve özel hayatın gizliliğidir. KVKK, verilerin işlenmesi ve aktarımı konusunda belirli güvence mekanizmaları öngörse de, yapay zekâ sistemlerinin kendi kendine öğrenme kapasitesi bu güvenceleri zorlamaktadır. Algoritmaların karar verme sürecinde hangi verilerin kullanıldığı, ne kadar süreyle saklandığı ve hangi kurumlar tarafından erişilebilir olduğu çoğu zaman belirsizdir. Bu belirsizlik, hesap verebilirlik ve şeffaflık ilkelerinin ihlaline yol açabilir. Özellikle kamu kurumlarının kullandığı yapay zekâ destekli yazılımlar, bireylerin doğrudan rızası olmaksızın büyük veri kümeleri üzerinden işlem yapabilmektedir. Bu durum, Anayasa’nın 20. maddesinde güvence altına alınan özel hayatın gizliliği hakkı bakımından ciddi bir risk yaratır.
Hukuk devleti, yalnızca devletin eylemlerinin kanuna uygun olmasını değil, aynı zamanda bu eylemlerin denetlenebilir olmasını da gerektirir. Bu noktada Türkiye’de en önemli eksiklik, bağımsız bir algoritmik denetim mekanizmasının bulunmamasıdır. Yapay zekâya ilişkin kararlar, genellikle teknik raporlar düzeyinde değerlendirilmekte; ancak hukuki ve etik denetim çoğu zaman geride kalmaktadır. Oysa yapay zekâ uygulamalarının, özellikle kamu otoritesinin müdahalesine konu olduğu durumlarda, yargısal denetime açık olması zorunludur. Bu denetim yalnızca bireysel hak ihlallerini gidermekle kalmaz, aynı zamanda sistemin kendi iç tutarlılığını da güçlendirir.
Bir diğer tartışma alanı, eşitlik ve ayrımcılık yasağıdır. Anayasa’nın 10. maddesi, herkesin kanun önünde eşit olduğunu hükme bağlar. Ancak yapay zekâ sistemlerinin eğitildiği verilerdeki toplumsal önyargılar, uygulamada dolaylı ayrımcılıklara yol açabilir. Bu nedenle, veri temelli sistemlerin kamu hizmetlerinde kullanılmadan önce etik etki değerlendirmesinden geçirilmesi gerekir. Avrupa Birliği’nin 2024 tarihli Yapay Zekâ Yasası (AI Act), bu konuda iyi bir örnek teşkil eder. Türkiye’nin de benzer biçimde, yüksek riskli yapay zekâ uygulamalarını hukuki denetime tabi kılacak düzenlemeler geliştirmesi önem taşımaktadır.
Son olarak, Türk hukuk sisteminde yapay zekânın konumuna ilişkin en büyük gereklilik, hukukî öngörülebilirliğin korunmasıdır. Teknoloji dinamik bir biçimde gelişse de, hukukun temel ilkeleri durağan bir değer alanı oluşturur. Dolayısıyla yapay zekânın hukuk düzenine entegrasyonu, ancak bu durağanlıkla uyumlu bir çerçevede gerçekleştiğinde meşruiyet kazanabilir. Yapay zekâ, yalnızca teknolojik bir yenilik değil, hukuk düşüncesinin sınırlarını yeniden tanımlayan bir kırılma noktasıdır. Günümüzde hukuk devletinin karşısındaki en önemli meydan okuma, devletin gücünden değil, verinin gücünden kaynaklanmaktadır. Bu güç, yalnızca bireylerin davranışlarını izlemekle kalmamakta; aynı zamanda geleceği şekillendiren karar mekanizmalarına da nüfuz etmektedir. Dolayısıyla artık hukuk devleti, yalnızca kanun koyucunun iradesine değil, algoritmaların görünmez mantığına da yön vermek zorundadır.
Hukukun temel yapısında yer alan insan onuru, özgür irade ve adil yargılanma hakkı gibi ilkeler, yapay zekâ sistemlerinin gelişimi karşısında yeniden yorumlanmayı beklemektedir. Eğer algoritmik karar mekanizmaları, insan iradesinin yerini almaya başlarsa; o zaman hukuk, adaleti değil, tahmini yönetmeye başlar. Bu nedenle dijital çağın hukuk devleti, teknolojiyi yasaklayan değil, onu insan merkezli değerlerle denetleyen bir yapıya sahip olmalıdır. Yapay zekâ destekli sistemlerin hukuk düzenine entegrasyonu, yalnızca teknik bir reform meselesi değildir; bu aynı zamanda etik bir yeniden inşa sürecidir. Burada amaç, teknolojiyi sınırlamak değil; onun sınırlarını, insan haklarının çerçevesine yerleştirmektir. Hukukun temel işlevi, bireyi güç karşısında korumaktır. Bugün bu güç, devletin değil, veri ağlarının içindedir. Gücün veri ile tanımlandığı bu çağda, hukuk devleti ancak insan onurunu dijital süreçler karşısında koruyabildiği sürece anlamını korur.
Yapay zekâ ve hukuk devleti arasındaki ilişki bir karşıtlık değil, bir denge arayışıdır. Hukukun amacı teknolojiyi durdurmak değil; onu, adaletin hizmetinde bir araç haline getirmektir. Gerçek hukuk devleti, dijital çağda bile bireyin özgürlüğünü ve eşitliğini koruyabilen devlettir.
Çünkü teknolojinin geliştiği bir dünyada bile değişmeyen tek gerçek şudur: Hukuk, insan içindir; insan, algoritma için değil.
Av. Hazal BUDAK