GİRİŞ
Munzam zarar, Türk Borçlar Kanunu’nun 122. maddesinde düzenlenmiş olup, alacaklının temerrüt faizini aşan maddi zararlarının tazmini imkânını sağlamaktadır. Bu kavram, son yıllarda Yargıtay içtihatlarında da önemli bir yer tutmakta ve özellikle para borçları kapsamında gündeme gelmektedir. Munzam zarar yalnızca maddi nitelikteki zararlar için söz konusu olup, para borcu niteliği taşımayan ilişkiler veya manevi zararlar bu kapsamın dışında kalmaktadır. Alacaklının temerrüt faizini aşan zararı iddia etmesi halinde, bu zararı somut delillerle ispatlaması gerekmektedir. Munzam zararın ispatı sonrasında, borçlu yalnızca temerrüde düşmesinde kusurunun bulunmadığını gösterebilirse, tazmin yükümlülüğünden kurtulabilir.
Öğretide ve Yargıtay içtihatlarında, alacaklının munzam zararın ispatı konusunda önemli bir külfete sahip olduğu konusunda görüş birliği bulunmaktadır. Bu çerçevede, alacaklı ispat yükünü yerine getirirken herhangi bir ispat kolaylığından veya fiili karineden yararlanamaz ve mevcut tüm somut delilleri mahkemeye sunmak zorundadır.
MUNZAM ZARAR KAVRAMI VE HUKUKİ NİTELİĞİ
Son yıllarda Yargıtay içtihatlarında sıkça ele alınan munzam zarar kavramı, Türk Borçlar Kanunu’nun 122. maddesinde düzenlenmiştir.
TBK m. 122: Alacaklı, temerrüt faizini aşan bir zarara uğramışsa, borçlu, kendisine hiçbir kusur yüklenmediğini ispat etmedikçe bu zararı da ödemekle yükümlüdür.
Kanun maddesinden anlaşılacağı üzere, alacaklı temerrüt faizinin ötesinde bir zarara uğramışsa, bu zararı da borçludan talep edebilir. Ayrıca, davada temerrüt faizini aşan zarar miktarı belirlenebiliyorsa, hakim, esas hakkında karar verirken bu miktara da hükmeder.
Bununla birlikte, temerrüt faizini aşan her zarar otomatik olarak munzam zarar sayılmaz. Munzam zarar yalnızca para borçları kapsamında ortaya çıkar ve konusu sadece maddi zararlardır. Bu nedenle, para borcu niteliği taşımayan ilişkiler veya manevi zararlar, munzam zarar davasına konu edilemez.
Munzam zararın doğru şekilde anlaşılabilmesi için, borçlu temerrüdünün temel sonuçlarından biri olan temerrüt faizinin hukuki niteliğinin ayrıca değerlendirilmesi gerekmektedir.
Temerrüt faizi, borçlunun para borcunu vadesinde ödememesiyle birlikte TBK m.120 gereği kendiliğinden işlemeye başlayan ve borçlunun temerrüdü sürdüğü müddetçe varlığını devam ettiren bir yaptırımdır. Temerrüt faizi, zamanında ifanın gerçekleşmemesinin doğal bir sonucu olup borçlunun kusurlu olup olmaması, bu faizi ödeme yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz. Nitekim 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanun’un 2. maddesi, borçlunun hiç kusuru bulunmasa dahi temerrüt faizinden sorumlu olacağını açıkça düzenlemektedir. Ayrıca söz konusu madde ile, ticari işlerde Merkez Bankasının kısa vadeli avans faiz oranının uygulanacağı, hatta yılın ikinci yarısında belirli şartlarda faiz oranının güncellenebileceği de hüküm altına alınmıştır.
Dolayısıyla, kanun koyucu alacaklıyı zararın varlığını veya miktarını ispat yükünden kurtarmış, temerrüt faizini doğrudan talep edilebilir bir hak olarak düzenlemiştir. Temerrüt faizinin amacı, borçlunun alıkoyduğu paradan kazanç sağlamış olup olmadığının tespiti değil; alacaklının, vaktinde ifa edilmeyen borç nedeniyle uğradığı asgari zararın telafi edilmesidir. Bu nedenle sözleşmeden doğan para borçlarında olduğu gibi, haksız fiil veya sebepsiz zenginleşme gibi sözleşme dışı borç ilişkilerinden kaynaklanan para borçlarında da temerrüt faizi uygulanabilir
Munzam zarara gelindiğinde ise TBK m.122 hükmü belirleyici niteliktedir. Kanun, “Alacaklı temerrüt faizini aşan bir zarara uğramışsa, borçlu kusursuz olduğunu ispat etmedikçe bu zararı da gidermekle yükümlüdür” demek suretiyle munzam zararın çerçevesini açık biçimde çizmiştir. Bu düzenleme esasen mülga BK m.105 ile aynı doğrultudadır. Munzam zarar, borçlunun temerrüdü sonucu alacaklının uğradığı ve temerrüt faiziyle karşılanamayan ek zararı ifade eder. Diğer bir deyişle, borçlu vadesinde ödeme yapmış olsaydı alacaklının malvarlığı hangi seviyede olacak idiyse, o durum ile borçlunun gecikmesi sebebiyle fiilen oluşan durum arasındaki fark munzam zararı oluşturur. Bu zarar, yalnızca temerrüt faiziyle karşılanamayan kısmı içerdiği için, kusur sorumluluğuna dayalı bir zarar türüdür ve borçlunun sorumluluktan kurtulabilmesi için kusursuzluğunu ispat etmesi gerekir
Sonuç itibariyle munzam zarar, borçlu temerrüdünün doğurduğu ek zararı tazmin etmeye yönelik olup kanun tarafından alacaklıya tanınmış tamamlayıcı bir koruma mekanizması niteliğindedir. Munzam zarar talebinin kabulü için alacaklının, temerrüt faizinin üstüne çıkan gerçek zararını ve bu zararın temerrüt ile bağlantısını ortaya koyması zorunludur. Böylece, borçlunun gecikme nedeniyle alacaklıyı temerrüt faizini aşan bir zarara uğratması hâlinde, alacaklı tam tazminin sağlanması adına ek korumaya kavuşmaktadır.
MUNZAM ZARARDA İSPAT
Temerrüt faizini aşan zararın varlığını iddia eden alacaklı, bu zararını ispatlamakla yükümlüdür. Munzam zarar söz konusu olduğunda, genellikle somut verilerin ortaya konması gerekmektedir. Alacaklı, zararını kanıtladıktan sonra kusur yükümlülüğü borçluya geçer. Borçlu, munzam zarardan sorumlu tutulmamak için temerrüde düşmesinde kusurunun bulunmadığını ispatlamak zorundadır.
Doktrinde ve Yargıtay kararlarında, alacaklının munzam zararını somut delillerle ortaya koyması gerektiği konusunda bir görüş birliği mevcuttur. Alacaklının, uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt faizinden daha fazla olduğunu ispatlaması zorunludur. Bu ispat, soyut veriler üzerinden değil, alacaklının bizzat maruz kaldığı somut zarar üzerinden yapılmalıdır.
Örneğin, temerrüt alacaklısı, alacağını zamanında tahsil edememesi nedeniyle kendi alacaklısına borcunu ödeyememişse ve bundan dolayı zarar görmüşse, bu zararının tazmini için talepte bulunabilir. Böylece alacaklı, temerrüt nedeniyle uğradığı gerçek maddi kaybı mahkemeye sunarak munzam zarar talebinde bulunabilir.
Konuya ilişkin Yargıtay 19. Hukuk Dairesi’nin 2018/1690 E. 2019/2185 K. sayılı 02.04.2019 tarihli kararında aşağıda yer alan açıklamalara yer verilmiştir:
“Davacı vekili, davalıların maliki olduğu ... Konutlarının yönetim işlerini yapan ... Hizm. A.Ş. ile davacı arasında 20/05/1997 tarihinde “Kalorifer Yakıtı Temini Sözleşmesi” yapıldığını, sözleşmenin 5. Maddesinde yakıtın fiilen teslimi ve faturanın şirkete ulaşmasından sonra ödemenin en geç 20 gün içerisinde gerçekleşmemesi durumunda kalorifer yakıtına gelecek zamların işverene yansıtılacağının belirtildiğini, davalılara gönderilen ihtarnameye rağmen kalorifer yakıtına gelen zamların ödenmediğini, davacının ana parayı icra takibine itiraz üzerine açtığı itirazın iptali davası sonucunda tahsil ettiğini, ancak icra dosyasında ana paranın ödenme tarihi olan 02/08/2006 tarihine kadar kalorifer yakıtına zam geldiğini ileri sürerek şimdilik 500.000,00 TL’nin %70 sözleşme faizi ile birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Mahkemece bozmaya uyularak yapılan yargılama, toplanan deliller ve benimsenen bilirkişi raporuna göre, davacının alacağını zamanında almış olsa idi bu bedel ile tekrar akaryakıt alıp satması mümkün olduğundan munzam zararının borç zamanında ödense idi alınabilecek akaryakıt miktarı ile borcun fiilen ödendiği tarihte alınabilecek akaryakıt miktarı arasındaki fark olarak kabul edilmesi gerekmekte olduğu, davacının teslim ettiği akaryakıt miktarının 1.170.010 lt yani 1.167.669,98 kg olduğu ve 02/08/2006 tarihinde 1.844.918,57 TL yaptığı, davacının akaryakıt bedeli ile vade farkı olmak üzere tahsil tarihi itibariyle faiziyle birlikte 443.200,00 TL tahsil ettiği, bu durumda davacının munzam zararının 1.844.918,57 TL'den ödenen bedel olan 443.200,00 TL'nin düşüldüğünde kalan 1.401.718,57 TL olduğu gerekçesiyle davanın kısmen kabulü ile 1.401.718,57 TL'nin 500.000,00TL'sine 12/03/2009 bakiye 901.718,57 TL'sine ise 28/07/2016 tarihinden itibaren avans faizi uygulanmasına, fazlaya ilişkin isteğin reddine karar verilmiş, hüküm taraf vekilleri tarafından temyiz edilmiştir.
818 sayılı BK'nın 105. maddesi (6098 sayılı Kanunun 22. maddesi) ''alacaklının düçar olduğu zarar geçmiş günler faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiçbir kusur isnat edilemeyeceğini ispat etmedikçe bu zararı dahi tazmin ile mükelleftir'' hükmünü içermektedir. Burada alacaklı uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla olduğunu ispat etmek zorundadır. Mücerret enflasyon, döviz kurlarındaki yükselme veya bankaların uyguladığı faiz oranlarındaki artışlar tek başına munzam zararın gerçekleştiği veya kanıtlandığı anlamına gelmez. Alacaklının kanıtlaması gereken husus yukarıda açıklanan genel olgular değil, kendisinin şahsen ve somut olarak geç ödemeden dolayı zarar gördüğü keyfiyetidir. Mahkemece, açıklanan hususlar gözetilmeden eksik inceleme ile düzenlenen bilirkişi raporuna göre karar verilmesi doğru olmamıştır.”
Munzam zararın somut ispat kuralına uygun şekilde kanıtlanması gerektiği konusunda öğretide genel bir görüş birliği bulunmaktadır.
Bu görüşü savunan Barlas, eserinin 211. sayfasında şunları ifade etmektedir: Munzam zarar söz konusu olduğunda alacaklı, önemli bir ispat yükümlülüğü altındadır. Eğer alacaklı, parayı zamanında tahsil etmiş olsaydı, söz konusu miktarı değer kaybına uğramadan kullanabileceğini kanıtlayabilirse, bu değer kaybı aşkın zarar olarak borçluya yükletilebilir.
Alacaklı, ispat yükünü yerine getirirken genellikle herhangi bir ispat kolaylığından veya fiili karineden faydalanamaz. Bu nedenle, mevcut tüm somut delilleri mahkemeye sunması gerekir. Zira, elde edilen paranın hemen değer kaybını önleyecek şekilde kullanılacağına dair genel bir hayat tecrübesi kuralı yoktur. Dolayısıyla alacaklı, yalnızca zamanında ödeme halinde değer kaybını önleyebileceğini ispat edebilirse, munzam zarar tazminatına hak kazanabilir.
SONUÇ
Munzam zarar tazminatına hak kazanabilmek için alacaklının, uğradığı zararın temerrüt faizini aştığını ve somut verilerle ispatlandığını göstermesi şarttır. Borçlu, yalnızca temerrüde düşmesinde kusuru bulunmadığını ispat edebilirse, munzam zarardan sorumlu tutulmaz. Bu açıdan, somut ispat kuralı, munzam zarar talebinin temel koşulu olarak öne çıkmakta ve uygulamada alacaklı ile borçlu arasındaki yükümlülük ve sorumluluk dengesini belirlemektedir. Böylece, hem alacaklının gerçek zararını korumak hem de borçluyu haksız yükümlülükten korumak mümkün olmaktadır.
Av. Mustafa Mahir MART