Giriş

Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK)’nda gerçekleştirilen değişiklikle “basit yargılama usulü” Ceza Adalet Sistemimizde yerini almıştır (md. 251, 252). Bu usulün zaman bakımından uygulanmasına ilişkin olarak ise, CMK’nin geçici 5/1-d. maddesindeki “1/1/2020 tarihi itibarıyla kovuşturma evresine geçilmiş … dosyalarda basit yargılama usulünün … uygulanmayacağı” ibaresi yönünden Anayasa Mahkemesi (AYM)’nin 25 Haziran 2020 tarihli ve 2020/16, 33 sayılı kararıyla Anayasanın 38. maddesindeki kanunilik ilkesine aykırı bulunarak iptal edilmiştir. 19 Ağustos 2020 tarihinde yürürlüğe giren iptal kararı sonrası, “1/1/2020 tarihi itibarıyla … hükme bağlanmış veya kesinleşmiş dosyalarda seri muhakeme usulü ile basit yargılama usulünün uygulanmayacağı” normu yürürlükte olmakla birlikte yeni problemler doğurma potansiyeli taşımaktadır.

Yargıtay 8. Ceza Dairesi 1 Ekim 2020 tarihinde CMK geçici madde 5’in 1. fıkrasının (d) bendinin“1/1/2020 tarihi itibarıyla …hükme bağlanmış …dosyalarda … basit yargılama usulü uygulanmaz” ibaresi yönünden Anayasa’nın 10. maddesindeki eşitlik, 38. maddesindeki suçta ve cezada kanunilik ilkesi ve bunun alt ilkeleri olan lehe kanunun uygulanması ile belirlilik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle iptali istemiyle “somut norm denetimi yoluyla Anayasa Mahkemesine Başvuru kararı” vermiştir.

Gerekçesini yazmış olduğumuz bu Yargıtay kararının, halinde çalışan mahkemelerde gerekçeli kararı kaleme alan hâkimin adının kararda belirtilmiş olması” yönüyle de hukuk literatürümüzde bir ilk olduğuna dikkat çekmek isteriz. Söz edilen karar fikri mülkiyet hukuku ile hakimlerin sorumluluğunun belirlenmesine imkan sağlaması yönleriyle özel bir önem taşımaktadır.

İncelememizde, basit yargılama usulüne ilişkin genel açıklamalarla birlikte; anılan Yargıtay kararının geniş özetine ve değerlendirmelerimize yer verilmiştir. Böylelikle, basit yargılama usulünün zaman bakımından uygulanmasına ilişkin bu kuralın anayasaya uygunluğunun tartışmaya açılması amaçlanmaktadır. Nihayet konu fikri mülkiyet hukuku bağlamında da irdelenerek, gerekçeli karar hakkına ulaşma noktasında önemli bir kazanıma erişilmek istenmiştir.

1) BASİT YARGILAMA USULÜ

5271 sayılı CMK’ye 17/10/2019 tarihli ve 7188 sayılı Kanun’un 24. maddesiyle eklenen 251 ve 252. maddelerde basit yargılama usulü düzenlenmiştir. Asliye ceza mahkemesince, iddianamenin kabulünden sonra adli para cezasını ve/veya üst sınırı iki yıl veya daha az süreli hapis cezasını gerektiren suçlarda basit yargılama usulünün uygulanmasına karar verilebilecektir. Basit yargılama usulünün uygulanmasına karar verildiği takdirde mahkemece iddianame sanık, mağdur ve şikâyetçiye tebliğ edilerek beyan ve savunmalarını on beş gün içinde yazılı olarak bildirmelerini istenecektir. Yapılan tebligatta duruşma yapılmaksızın hüküm verilebileceği hususu da belirtilir (CMK md. 251/1-2).

Basit yargılama usulünde duruşma açılmadan ve sanığın sorgusu dahi yapılmaksızın hüküm verilmesi mümkündür. Beyan ve savunma için verilen süre dolduktan sonra mahkemece duruşma yapılmaksızın ve Cumhuriyet savcısının görüşü alınmaksızın sanık hakkında CMK’nin 223. maddesindeki sonkararlardan birine hükmedilebilecektir (CMK md. 251/3).

Basit yargılama usulü uygulanmasının maddi ceza hukuku bakımından en önemli sonucu sanık hakkında mahkûmiyet hükmü verilmesi hâlinde sonuç cezada dörtte bir oranında indirim sağlamasıdır.

Basit yargılama usulüne göre verilen hükümlere karşı itiraz edilebilecek; itiraz üzerine hükmü veren mahkemece duruşma açılarak genel hükümlere göre yargılamaya devam olunarak yine aynı hükümlere göre kanun yoluna konu edilebilecek bir hüküm kurulacaktır (CMK md. 252/1-2, 5). İtirazın sanık dışındaki kişiler tarafından yapıldığı hâllerde 251 inci maddenin üçüncü fıkrası uyarınca yapılan dörtte bir oranındaki ceza indirimi korunacaktır (CMK md. 252/3).

7188 sayılı Kanun’un gerekçesinde basit yargılama usulünün kabul edilme gerekçesi şu ifadelerle açıklanmıştır: “… belirli bir yaptırım ağırlığına kadar olan suçlar bakımından kovuşturma evresinde duruşma açmaksızın dosya üzerinden yargılamanın tamamlanabilmesine, ancak itiraz üzerine duruşma açmak suretiyle yargılamaya devam edilmesine imkân tanıyan “basit yargılama usulü” adıyla yeni bir usul kabul edilmektedir. Böylelikle, önemli veya daha ağır suçların kovuşturulması için yargılama makamlarına yeterli zaman ve imkân sağlanmakta, suçla etkin mücadele ile birlikte yargılama süreçleriyle ilgili temel hak ve özgürlüklerin korunmasını sağlayan adımlar atılmaktadır.” [i]

Açıklandığı üzere, kanun koyucu basit yargılama usulünü “önemli veya daha ağır suçların kovuşturulması için yargılama makamlarına yeterli zaman ve imkân sağlayan, suçla etkin mücadele ile birlikte yargılama süreçleriyle ilgili temel hak ve özgürlüklerin korunmasını sağlayan bir adım” olarak nitelendirerek kabul etmiştir. Ancak, belirtilen suçlulukla mücadele aracının temel hak ve özgürlüklerin korunmasına ilişkin güvenceleri zedelememesi ve ceza muhakemesi hukukunun demokratikliği ilkesine uygun olması gerektiği kuşkusuzdur.

2) YARGITAY 8. CEZA DAİRESİNİN SOMUT NORM DENETİMİ YOLUYLA ANAYASA MAHKEMESİNE BAŞVURU KARARI (GENİŞ ÖZET)

“…I. OLGULAR VE UYUŞMAZLIK

§ 2. Dairemizde görülmekte olan temyiz davasının muhakemesinde sanık hakkında uygulanmakta olan TCK’nin 292/1. maddesinde düzenlenen bu suçun, kanunda öngörülen ceza miktarının altı aydan bir yıla kadar hapis cezası olduğu, dolayısıyla sanığa yüklenen suçun 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK)’nun 17/10/2019 tarihli ve 7188 sayılı Kanunla değişik 251. maddesi gereğince basit yargılama usulünün uygulanması kapsamında olduğu görülmüştür.

§ 3. CMK’nin 251/3. maddesinin dörtte bir oranında ceza indirimi getirdiği gözetildiğinde “lehe kanun” niteliğinde bulunduğu ve görülmekte olan davada sanık hakkında TCK’nin 7/2. maddesi gereğince uygulanması gerektiği ortaya çıkmaktadır. Ancak anılan CMK geçici madde 5’in 1. fıkrasının (d) bendinde yer verilen “1/1/2020 tarihi itibarıyla …hükme bağlanmış .. dosyalarda … basit yargılama usulü uygulanmayacağı” normu gereğince sanık hakkındaki davanın … tarihinde ilk derece mahkemesince hükme bağlanmış olduğu gözetildiğinde, söz edilen lehe kanun niteliğindeki CMK’nin 251. maddesinin sanık hakkında uygulanma imkanını ortadan kaldırdığı anlaşılmıştır.

§ 4. Dairemizde görülmekte olan davada uygulanmakta olan CMK’ye 7188 sayılı Kanun’un 31. maddesiyle eklenen geçici madde 5’in 1. fıkrasının (d) bendinde yer verilen “1/1/2020 tarihi itibarıyla …hükme bağlanmış …dosyalarda … basit yargılama usulü uygulanmaz” ibaresinin lehe kanun olan CMK’nin 251. maddesinin sanık hakkında uygulanma imkanını engelleyici niteliği belirlenmekle, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 10. ve 38. maddelerine aykırı olduğu değerlendirilmiştir. Bu sebeple, CMK geçici madde 5’in 1. fıkrasının (d) bendinin “1/1/2020 tarihi itibarıyla …hükme bağlanmış …dosyalarda … basit yargılama usulü uygulanmaz” ibareleri yönünden Anayasa’nın 10. ve 38. maddelerine aykırılığı sebebiyle, Anayasa’nın 152/1. ve 6216 sayılı Kanunun 40. maddesi gereğince, somut norm denetimi yoluyla anılan normun iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulunma zorunluluğu ortaya çıkmıştır.

II. İNCELEME VE GEREKÇE

A) Normun Suçta ve Cezada Kanunilik İlkesi Yönünden Değerlendirilmesi

§ 5. Anayasa’nın 38/1. maddesinde, “Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez” normuyla suçun kanuniliği; üçüncü fıkrasında da “Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur” kuralıyla cezanın kanuniliği ilkesi güvence altına alınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin taraf olduğu İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS)’nin 7. maddesinde ve yine Medenî ve Siyasî Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin 15. maddesinde de benzer biçimde suçta ve cezada kanunilik ilkesine yer verilerek temel hak ve özgürlüklerin teminata kavuşturulması amaçlanmıştır.

§ 6. Anayasa Mahkemesi kararlarında da suçta ve cezada kanunilik ilkesinin, cezalandırmanın temel haklara etkisinden kaynaklanan özel önemi nedeniyle zaman içinde bir ceza hukuku kavramı olarak alt ilkeler de içerecek şekilde geliştiği açıklanarak; aleyhe kanunun geçmişe uygulanması yasağı ile lehe kanunun uygulanması ilkesine dikkat çekilmiştir. Nitekim, Yüksek Mahkemenizin 25/6/2020 tarih ve 2020/16 E., 2020/33 K. sayılı kararındaki (§19, 22) şu ifadeler önemlidir:

“…Sonraki kanunun fiili suç olmaktan çıkarması veya daha hafif bir ceza öngörmesi durumunda lehe kanundan söz edilir. Aleyhe kanunun geçmişe uygulanması yasağından farklı olarak lehe kanunun uygulanması ilkesine ilişkin bir hükme Anayasa’nın 38. maddesinde açıkça yer verilmemiştir.

…Ceza yargılamasında lehe kanunun uygulanmasının Anayasa’nın 38. maddesinde düzenlenen suçta ve cezada kanunilik ilkesi kapsamında anayasal bir zorunluluk olduğu sonucuna ulaşılmaktadır…”

§ 7. Ceza kanunlarının birbirini izlemesi konusunda temel ilke, fiil tarihindeki kanunun esas alınması ve geçmişe uygulanmazlıktır; lehe düzenleme getiren ceza kanunu ise, geçmişe uygulama istisnasını oluşturmaktadır (Katoğlu: Ceza Kanunlarının Zaman Bakımından Uygulanması, Ankara 2008, s. 67, 89). Görülmekte olan davada sanık hakkında uygulanma imkanı olan basit yargılama usulüne ilişkin CMK’nin 251/3. maddesi, mahkumiyet kararı verilmesi durumunda sanık hakkında dörtte bir oranında ceza indirimi uygulanmasını getirmektedir. Bu itibarla, anılan normun “lehe kanun” niteliğinde olduğu ve TCK’nin 7/2. maddesi gereğince sanık hakkında “geçmişe uygulama istisnası kapsamında derhal uygulanması gerektiği” ortaya çıkmıştır.

§ 8. Anayasa Mahkemesinin 25/6/2020 tarih ve 2020/16 E., 2020/33 K. sayılı kararında da (§25) uyuşmazlığa konu CMK’nin 251/3. maddesindeki dörtte bir oranındaki ceza indirimine ilişkin kurala ilişkin olarak “…ceza miktarının üzerinde fail lehine bir etki oluşturan ceza muhakemesi kurallarının da geçmişe uygulanması suçta ve cezada kanunilik ilkesinin bir gereği…” olduğu vurgulanmıştır. Bu itibarla, CMK’de yer verilmiş bulunmasına rağmen Kanun’un 251/3. maddesindeki dörtte bir oranındaki ceza indirimine ilişkin normun uygulanma şartlarını belirleyen CMK geçici madde 5/1-d’deki iptali istenen normun “maddi ceza hukuku” kuralı niteliğinde olduğu belirlenmiştir. Dolayısıyla, maddi ceza hukuku normu niteliğindeki bu kuralın suçta ve cezada kanunilik ilkesi ve onun bir alt ilkesi olan “lehe kanunun uygulanması ilkesi” kapsamında değerlendirilmesi gerektiği konusunda kuşkuya yer bulunmamaktadır.

§ 9. Bu bağlamda değerlendirildiğinde, Dairemizce uygulanması gerekli olan CMK geçici madde 5’in 1. fıkrasının (d) bendindeki “1/1/2020 tarihi itibarıyla …hükme bağlanmış …dosyalarda … basit yargılama usulü uygulanmaz” normunun maddi ceza hukuku kuralı niteliğinde olup, TCK’nin 7/2. maddesi gereğince uygulanması gereklidir. Ancak, iptali istenen norm, CMK’nin 251/3. maddesinin uygulanmasını -devam eden muhakemeler yönünden- zaman bakımından sınırlamaktadır. CMK geçici madde 5/1-d ile getirilen kural, (söz edilen iptal kararı sonrasındaki yürürlükteki haliyle dahi) belirli bir tarihten önce hükme bağlanmış dava dosyalarında basit yargılama usulünün yani lehe kanunun uygulanmasını engellemektedir. Halbuki, maddi ceza hukuku kuralları yönünden suçta ve cezada kanunilik ilkesi ve onun bir alt ilkesi olan “lehe kanunun uygulanması ilkesi” Anayasa’nın 38. ve İHAS’in 7/1. maddesindeki güvenceler kapsamındadır.

§ 10. Anayasa’nın 38. maddesinde kanunilik ilkesine genel bir prensip olarak yer verilerek anayasal güvenceye bağlanmış; ilkenin kapsamı ise kanunlarla ve yargı kararlarıyla ortaya konulmuştur. TCK’nin 2. maddesinde “Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemeyeceği ve güvenlik tedbiri uygulanamayacağı”; 7/2. maddesinde “suçun işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanun ile sonradan yürürlüğe giren kanunların hükümleri farklı ise, failin lehine olan kanunun uygulanacağı ve infaz olunacağı” normlarına yer verilerek alt ilkeler ortaya konulmuştur. Bu bağlamda, lehe kanunun uygulanması ilkesinin muhakemede hüküm kesinleşinceye kadar uygulanması; infaz edilmekte olan hükümler yönünden dahi uygulanması gerekliliği güvenceye alınmıştır. Bu itibarla, CMK geçici madde 5/1-d ile kabul edilen kuralın “özel norm ve sonraki norm” niteliğinde olmakla birlikte TCK’nin 7/2. maddesi ile çatıştığı görülmektedir.

§ 11. Kanun koyucu, TCK’nin “Özel kanunlarla ilişki” başlıklı 5/1. maddesindeki “Bu Kanunun genel hükümleri, özel ceza kanunları ve ceza içeren kanunlardaki suçlar hakkında da uygulanır” kuralıyla, Kanun’un genel hükümlerinde yer verdiği ilkelerin ceza hükmü içeren özel kanunlar bakımından da uygulanması isteğini açıkça ortaya koymuştur. Bu bağlamda, TCK’nin 7. maddesindeki kanunilik ilkesi ve onun alt ilkesi olan lehe kanunun uygulanması ilkesi kaynağını Anayasa’nın 38. maddesinden almakla TCK’nin 5. maddesi bağlamında da özel bir öneme sahip gözükmektedir. Düşüncemize göre, söz edilen Anayasal ilke ve TCK genel hükümlerine aykırı bir şekilde özel bir kanunla (CMK geçici madde 5/1-d örneğinde olduğu gibi) lehe kanunun uygulanması ilkesi adeta yok sayılamayacak; temel haklara ilişkin belirtilen güvenceler ortadan kaldırılamayacaktır.

§ 12. Anayasa Mahkemesinin 11/4/2019 tarihli ve 2019/9 E., 2019/29 K. sayılı kararında (§23); “…Söz edilen anayasal ilke (kanunilik ilkesi) doğrultusunda düzenlenen 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun “Zaman bakımından uygulama” başlıklı 7. maddesinin (2) numaralı fıkrasında lehe kanunun uygulanması ilkesi “Suçun işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanun ile sonradan yürürlüğe giren kanunların hükümleri farklı ise, failin lehine olan kanun uygulanır ve infaz olunur” şeklinde ifade edilmiştir” düşüncesine yer verilmiştir. Böylelikle, ceza muhakemesinde hükmün kesinleşmesine ve cezanın infazına kadar olan evrelerde lehe kanunun uygulanmasının Anayasa’nın 38. maddesindeki kanunilik ilkesinin gereği olduğu Yüksek Mahkemece de benimsenmiştir. TCK’nin genel hükümleri arasında yer verilen anılan normların TCK’nin veya özel ceza kanunlarının ve haliyle inceleme konusu olan CMK geçici madde 5/1-d karşısında “üstün norm” olmadığı kuşkusuzdur. Ancak, Anayasa’nın 38. maddesinde güvence altına alınan kanunilik ilkesi ve bunun alt ilkesi olan lehe kanun ilkesi karşısında inceleme konusu normun belirtilen ilkelere uygun kurallar benimsemesi gereklidir. Bu anlamda, CMK geçici madde 5/1-d ile getirilen “1/1/2020 tarihi itibarıyla …hükme bağlanmış …dosyalarda seri muhakeme usulü …uygulanmaz” normu, ceza indirimi getiren CMK’nin 251/3. maddesinin uygulanmasını engellediğinden Anayasa’nın 38. maddesindeki kanunilik ilkesi ile lehe kanunun uygulanması ilkesine aykırı olduğu değerlendirilmektedir.

§ 13.Belirlilik ilkesi yönünden” iptali istenen norm irdelendiğinde, “hükme bağlanmış ibaresinin belirli olmadığı” ortaya çıkmaktadır. Söz edilen ibare belirsiz olması sebebiyle farklı yorumlanabilecek ve bundan dolayı farklı uygulamalara yol açabilecek niteliktedir. “Hükme bağlanmış” ifadesinin sadece ilk derece mahkemesince verilen hükümleri mi; yoksa kanunyolu denetiminde istinaf mahkemeleri ya da Yargıtay tarafından verilen hükümleri mi kapsadığı belirsizdir. Şöyle ki, istinaf mahkemesince kanunyolu denetimi sırasında ilk derece mahkemesinin hükmü kaldırılarak yeniden hüküm kurulmuşsa (CMK md. 280/2) ya da Yargıtayca davanın esasına hükmedilen hallerin varlığı söz konusuysa (CMK md. 303/1) muhakemede “hüküm kurulmuş” olmaktadır. Temyiz denetimi sonucunda “bozma kararı” verilmişse (CMK 302/2) Yargıtay bozma kararına karşı “uyma kararı verilmesi durumunda” ilk derece mahkemesince verilen (ilk) hüküm ortadan kalkacaktır. Yargıtay, bozma ilamına uyan ilk derece mahkemesi uyuşmazlık hakkında yeniden hüküm kuracaktır. Belirtilen, ilk hükmün ortadan kalktığı durumlarda, Yargıtay bozma ilamı üzerine henüz hüküm verilmemişse bu durum “hükme bağlanmış” olarak kabul edilecek midir? İstinaf kanunyolu denetimi sonucunda “bozma kararı” verilmişse (CMK md. 280/1-e,f) -istinaf kararına karşı ilk derece mahkemesince direnme kararı verilemeyeceğinden- istinaf mahkemesinin bozma kararı ilk derece mahkemesine gönderildikten sonra duruşma açıldığında, ilk derece mahkemesince verilen hüküm ortadan kalkacaktır. CMK’nin 223. maddesine göre duruşmanın sona erdiği açıklandıktan sonra verilen, uyuşmazlığı sona erdiren son kararlar “hüküm” niteliğindedir. Bu anlamda, ister ilk derece mahkemesince ister istinaf mahkemesince verilsin duruşma devresinin sonunda verilen ve uyuşmazlığı esastan çözümleyen son kararlar hükümdür. Dolayısıyla, yukarıda örnekleri verilen istinaf veya temyiz incelemesi sonrası durumlarda henüz hüküm verilmemişse davanın “hükme bağlanmış” olarak kabul edilmesi hukuken mümkün gözükmemektedir.

§ 14. Somut örneklerden de görüleceği gibi, iptali istenen normdaki “hükme bağlanmış” ibaresinin belirsiz olması itibariyle, hangi hukuksal durumdakiler için lehe olan kuralın uygulanmasını öngördüğü açıkça anlaşılamamaktadır, dolayısıyla farklı uygulamalara yol açabilecektir. Bu sebeple, anılan norm ile CMK’nin 2/1-f maddesinde ifade edilen muhakemenin yürüyüş şemasına aykırı bir hukuksal durum oluşturulmaktadır. Hakimlerin dahi belirlemekte tereddüt edebilecekleri bir normun içeriğini bireylerin bilebilmesi, öngörebilmesi beklenemeyecektir. Kısacası, iptali istenen norm, lehe kanunun uygulanması bakımından bireyler yönünden de öngörülemeyecek hukuki durumlar oluşturmakla kanunilik ilkesinin bir alt unsuru olan belirlilik ilkesine aykırılık oluşturmaktadır.

B) Normun Eşitlik İlkesi Yönünden Değerlendirilmesi

§ 15. Anayasa Mahkemesinin 25 Haziran 2020 tarihli kararıyla CMK geçici madde 5/1-d’deki “kovuşturma evresine geçilmiş” ibaresinin iptal edilmesiyle, kovuşturma evresine geçilmiş davalar yönünden basit yargılama usulünün uygulanması mümkün hale gelmiştir. İptali istenen normun (yürürlükteki haliyle) “hükme bağlanmış” dava dosyaları yönünden lehe kanun ilkesinin uygulanmasını engellediği gözetildiğinde “haklarındaki davalar muhakemenin farklı devrelerinde bulunan bireyler (sanıklar) yönünden yapılan bu sınırlamanın” Anayasa’nın 10. maddesinde güvenceye bağlanan eşitlik ilkesine uygunluğu irdelenmelidir.

§ 16. Eşitlik ilkesine Anayasa’nın “Kanun önünde eşitlik” kanar başlıklı 10. maddesinde yer verilmiş; maddenin beşinci fıkrasında ise, “Devlet organları ve idare makamlarının bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda oldukları” güvenceye bağlanmıştır. Doktrinde, eşitlik ilkesi açıklanırken en sık kullanılan ilkeler; en yaygını kanun önünde eşitlik (equality before the law) olmak üzere; “kanunların eşit koruması” (equal protection of the laws), “eşit haklar” (equal rights) ve “ayrım yapmama” (non-discrimination) şeklinde dört farklı formülasyondan söz edilmektedir (Evans: “Benign Discrimination and the Right to Equality”, Federal Law Review, 1974, Volume: 6, s . 46, http://classic .austlii .edu .au/au/journals/FedLawRw/1974/2 .html. Erişim Tarihi: 1/10/2020). Eşitlik ilkesi, normların içerikleri itibariyle herkes bakımından aynı olmalarını zorunlu kılmamakta; ancak yapılacak bir farklılaştırma veya sınıflandırmanın da “akla uygun sınırlandırma” ölçütü çerçevesinde yapılmasını gerektirmektedir. Öden, Amerikan doktrinindeki “reasonable classification” ilkesi olarak ifade edilen ölçüte göre, yalnızca akla uygun, yani makul kanuni sınıflandırmaların eşitlik ilkesi ile bağdaşabileceğini; akla uygun olmayan sınıflandırmaların ise eşitlik ilkesi ile çelişeceğinden bahisle geçersiz sayılmaları gerektiğini yerinde olarak ifade etmektedir (Öden, Merih: Türk Anayasa Hukukunda Eşitlik İlkesi, Ankara, 2003, s. 201-203).

§ 17. Belirtilen temel ilkeler çerçevesinde, (iptal olunan) “kovuşturma evresine geçilmiş” ile (iptal istemimizin konusunu oluşturup halen yürürlükte bulunan) “hükme bağlanmış” terimleri arasında farkın ne olduğu, yapılan farklılaştırmanın sebepleri ile bunun eşitlik ilkesine uygunluğunu ceza muhakemesinin yürüyüş şeması bakımından değerlendirelim. CMK’ye göre ceza muhakemesi “soruşturma” ve “kovuşturma” olmak üzere iki evreden oluşmakta olup; “kovuşturma evresi, iddianamenin kabulüyle başlayıp, hükmün kesinleşmesine kadar geçen evreyi” ifade etmektedir (CMK md. 2/1-e-f). Kovuşturma evresi, duruşma hazırlığı, duruşma, sonuç çıkarma (hüküm) ve kanun yolu devrelerinden oluşmaktadır (Öztürk/ Tezcan/ Erdem/ Sırma Gezer/ Saygılar Kırıt/Alan Akcan/Özaydın/ Erden Tütüncü/ Altınok Vıllemın/ Tok: Nazari ve Uygulamalı Ceza Muhakemesi Hukuku, Güncellenmiş 12. Baskı, Ankara 2018, s. 39-40). Ceza muhakemesinin ikinci ve son evresi olan kovuşturma evresi, iddianamenin kabulüyle başlayıp, son kararın (hükmün) kesinleşmesine kadar devam etmektedir. Gerçekten, 5271 sayılı CMK ile kanun yolu da kovuşturma evresine dâhil edilerek, kovuşturma evresi genişletilmiştir: Geniş anlamda kovuşturma evresi (Centel/ Zafer: Ceza Muhakemesi Hukuku, Yenilenmiş ve Gözden Geçirilmiş 14. Bası, İstanbul 2017, s. 698). CMK geçici madde 5/1-d’deki (iptal edilen) “kovuşturma evresine geçilmiş” ibaresinin, -CMK md. 2/1-e-f’deki ilkeye uygun şekilde yorumlandığında- hükmün kesinleşmesine kadar olan aşamayı da kapsadığı düşünülebilecektir. Ancak, -norm yapma tekniği anlamında tartışmaya girişmeksizin- kanun koyucunun hata yapmayacağı ön kabulünden hareketle değerlendirildiğinde, (iptali istenen normda yer verilen) “kovuşturma evresine geçilmiş” ifadesinden sonra (kendi içindeki söz dizimine uyumlu şekilde) “hükme bağlanmış” terimine yer verilmesinin bilinçli bir tercih olduğu ve kovuşturma evresine dahil olan “duruşmadan sonuç çıkarma (hüküm) devresinin sonundaki hükmün verilmesini ifade ettiği” kabul edilmelidir.

§ 18. Hüküm, yargılama makamının önüne getirilmiş olan uyuşmazlığı çözen, diğer bir ifadeyle doğrudan doğruya yargılayan kararıdır (Kunter/ Yenisey/ Nuhoğlu: Muhakeme Dalı Olarak Ceza Muhakemesi Hukuku, 18. Bası, İstanbul Ekim 2010, s.1497). Duruşmadan sonuç çıkarma devresinin sona erdiğinin; dış dünyaya yansıyan ifadesi “hüküm” olmaktadır. Duruşmadan sonuç çıkarma devresinin sona ermesi, uyuşmazlığın konusunu oluşturan fiil ve bu fiili gerçekleştirdiği iddia edilen fail hakkında yargılama makamı tarafından hukuki olarak değer yargısı içeren bir sonuca ulaşıldığı anlamındadır.

§ 19. Hükmün verilmesiyle, duruşmadan sonuç çıkarma (hüküm) devresi tamamlanmış olmaktadır. İptal istemine konu normdaki “hükme bağlanmış” teriminin “duruşmadan sonuç çıkarma devresi tamamlanmış” anlamında kullanıldığı açıktır. Anılan normun, “kovuşturma evresine geçilip de duruşmadan sonuç çıkarma devresi tamamlanmış yani hüküm verilmiş olan davalarda basit yargılama usulünün uygulanmasını engelleyici nitelikte olduğu” görülmektedir. Bir diğer deyişle, kovuşturma evresinde olup da henüz hüküm kurulmamış olan davalarla hüküm kurulmuş davalar arasında farklı hukuki sonuçlar oluşturucu mahiyettedir. O halde, hüküm verilmiş dava dosyaları yönünden oluşturulan bu farklılık, eşitlik ilkesine uygunluk bağlamında makul bir sebebe dayanmalı ve meşruiyet temelleri bulunmalıdır. İptali istenen normu bu bakımdan değerlendireceğiz:

§ 20. İlk olarak, tâbi olacakları muhakeme usulü (basit yargılama usulünün uygulanması ve ceza indiriminden yararlanma) bakımından henüz hüküm kurulmamış dava ile hükme bağlanmış dava arasında ceza muhakemesi hukukunda bir fark bulunmamaktadır: Henüz hüküm kesinleşmemiş olduğundan her iki muhakeme devresinde bulunan davada da kovuşturma evresi devam etmektedir. Yukarıda açıkladığımız üzere (§17-18) hükmün verilmiş olması, ceza muhakemesinde uyuşmazlığın çözümlenmesi için gerekli; ancak tek başına yeterli değildir. Hukuk düzeninde uyuşmazlığın yarılmış, yargıya bağlanmış kısacası çözümlenmiş hale gelmesi için hükmün “kesinleşme” olarak tanımlanan aşamaya gelmesi gerekmektedir. Bir hüküm, ancak kesinleşmiş ise ceza muhakemesinin maddi gerçeğe ulaşmak amacının ifadesi olabilecek; “yargı” niteliği kazanarak dış dünyada hukuksal etkilerini gösterebilecektir. Erem’in ifadesiyle kesin hüküm ile dava münasebeti sona ermiş olmakta; artık infaz münasebeti başlamaktadır (Erem: Ceza Usulü Hukuku, Genişletilmiş beşinci bası, Ankara 1978, s. 641). Kesin hükümle birlikte, infaz aşamasına geçilmiş olmakla hüküm taraflar hakkında uygulanarak hukuki sonuçlar doğuracaktır. Hüküm “kesin” hale gelmekle “değişmez” olmuş; bu değişmezlikten gelen şu sonuçlar ortaya çıkmıştır: Zorunluluk (kesin hükme uyma gerekliliği), infaz ve non bis in idem (Erem, s. 647-655). Kısacası, dış dünyada hukuki sonuç doğurabilecek, “yargı” olarak nitelendirilebilecek, infaz edilebilecek olan hükmün kesinleşmesinin şart olduğu muhakkaktır. Açıklanan sebeplerle, hüküm kurulmamış dava ile hükme bağlanmış davanın her ikisi de henüz kovuşturma evresindedir; bu sebeple aynı muhakeme kurallarına ve dolayısıyla aynı cezalara tabi tutulmalıdır. Konumuz itibariyle, söz edilen dava türleri arasında tabi olacakları muhakeme usulü ve cezalar bakımından bir farklılık oluşturulması haklı bir nedene dayanmamakla, iptali istenen normla oluşturulan durumun eşitlik ilkesine uygun olmayacağı değerlendirilmektedir.

§ 21. İkinci olarak, henüz hüküm kurulmamış dava ile hükme bağlanmış dava arasında yargılanan süjenin, sanığın hukuki durumu, statüsü bakımından da bir farklılık bulunmamaktadır. Kovuşturma evresi tamamlanıncaya kadar suç isnadı altında olan birey “sanık statüsünde” olup; davanın hükme bağlanmış olması bu statüyü değiştirmemektedir. Sanık statüsünün değişerek “hükümlü statüsüne geçme” ancak hükmün kesinleşmesi ile gerçekleşebilecektir. Şunu hatırlayalım ki, “hakkında mahkumiyet hükmü verilen sanık için Ülkemizde uygulamada “hüküm özlü” sıfatı kullanılmakta ise de bunun hukuksal ve düşünsel temelleri ve ayrı bir hukuki sonucu bulunmamaktadır. Kısacası, hakkındaki hüküm kesinleşmedikçe kovuşturma evresinde suç isnadı altında bulunan kişinin sanıklık statüsü hüküm verilmiş olsa dahi devam etmektedir. Oluşturulan farklılık bu yönüyle de makul sebebe dayanmamaktadır.

§ 22. Sanık statüsünde bulunmanın en önemli sonuçlarından birisi suçsuzluk (masumiyet) karinesinden yararlanmaktır. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinde, İHAS’de ve Anayasa’nın 38/4. maddesinde güvence altına alınan bu karine uyarınca, suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamayacaktır. “Suçluluğun hükmen sabit olması” suç isnadı altında bulunan birey hakkındaki hükmün kesinleşmesi yani “yargı” haline gelmesi anlamındadır. Hakkındaki muhakeme, kovuşturma evresinde devam eden birey hakkındaki dava ister hükme bağlanmış olsun isterse hükme bağlanmamış olsun; hüküm kesinleşmedikçe hiçbir hukuki sonuç doğmayacaktır. Her iki durumda da birey sanık statüsünde olup; masumiyet karinesinden yararlanacaktır. Bu itibarla, aynı hukuki durumda olan bireyler hakkında farklı sonuçlar öngörülerek farklı hukuki durumlar oluşturulması makul bir sebebe dayanmadığı gibi masumiyet karinesini ihlal edici yönü de dikkate alındığında eşitlik ilkesine aykırılık oluşturacağı değerlendirilmektedir.

§ 23. Üçüncü olarak, ceza muhakemesi pratiği perspektifinden ele alındığında muhakemenin belirli bir tarih itibariyle hangi evrede bulunduğunun belirlenmesi bakımından aynı durumdaki bireyler bakımından bir farklılık bulunmamaktadır. Gerçekten, muhakemenin zaman bakımından yürüyüşü, hangi evreye hangi sürede geçildiği gibi hususlar sanığın iradesi ve inisiyatifi ile belirlenmeyip; onun dışında adli bir organ olan savcılığın ve yargılama makamının işlemleriyle gerçekleşmektedir. Kısacası, muhakemenin bulunduğu evrenin belirlenmesi bakımından sanıklar yönünden bir fark bulunmamakla; haliyle yapılacak bir ayrımı da makul ve akla uygun bir sebebe dayandırmak imkansız gözükmektedir.

Somutlaştıracak olursak, aynı tarihte benzer fiili işleyen kişilerden birisi hakkında -belirli bir tarih itibariyle- soruşturma devam ederken, birisi hakkında duruşma devresi devam etmekte, bir başka kişi hakkında ise hüküm verilmiş hatta kesinleşerek infaz edilmiş dahi olabilir. Kişinin muhakemeye yansıyan kendi hal ve davranışlarından kaynaklanmayan, onun inisiyatifi dışında iddia ve yargılama makamlarının ceza muhakemesini yürütme biçimlerinden kaynaklanan geciktirici faktörler ortaya çıkması olağandır. İptali istenen norma göre, aynı tarihte aynı fiili işleyen kişilerden birisi hakkında henüz dava açılmadığı veya hüküm verilmediği için basit yargılama usulü uygulanabilecek; hakkındaki dava derhal açılıp hüküm verilen kişi hakkında ise bu usul ve haliyle ceza indirimi uygulanamayacaktır. Suç şüphesi altındaki kişi hakkında davanın ne zaman açılacağı, hangi tarihte hüküm verileceği bireyin inisiyatifi dışında gerçekleşeceği ve hatta adli mercilerden kaynaklanabilecek olası gecikmelerin makul sürede yargılanma hakkını da ihlal edeceği muhakkaktır. Belirtilen durumlarda, adli makamların kendi fiillerinden kaynaklanan gecikmeye bağlı olarak bireylere farklı yargılama usullerinin uygulanması gündeme gelecektir ki, böyle bir durum öncelikle dürüst muhakeme ve hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmayacak ve eşitlik ilkesine de aykırılık oluşturabilecektir.

§ 24. Dördüncü olarak, kanunilik ilkesinin bir alt unsuru olan ceza kanunlarının zaman bakımından uygulanmasında temel ilkenin “suçun işlendiği tarihin esas alınması” olduğu; ancak böylelikle aynı hukuksal durumda bulunan, aynı tarihte aynı fiili işleyen kişiler hakkında eşitlik ilkesine uygun şekilde benzer hukuksal sonucun doğmasının mümkün hale geldiği gözetilmelidir. Halbuki, iptali istenen kuralın maddi ceza hukuku normu olup, lehe kanun niteliğinde oluşu gözetilmeksizin 1 Ocak 2020 gibi Kanun’un yürürlük tarihinden sonraki bir tarihin belirlenmesi ve bunun da o tarihte muhakemenin bulunduğu evre ve devrelere bağlı tutulması, ceza kanununun zaman bakımından uygulanmasına dair temel ilkelere de aykırılık oluşturmaktadır. Bu yönüyle, anılan norm yukarıda (§ 23) açıkladığımız gerekçelerle, iddia ve yargılama makamının soruşturmaları farklı sürelerde tamamlamasına ve davayı hükme bağlamasına ilişkin olası gecikmelerin sorumluluğunu adeta faile yüklemekte; oluşabilecek gecikme durumunda fail hakkında lehe kanunun uygulanmasını yasaklamaktadır. Dolayısıyla, iptali istenen normun aynı tarihte aynı fiili işleyen kişiler yönünden kanunilik ilkesine aykırı olarak farklı uygulamaları kabul etmesinin makul ve haklı bir sebebe dayanmamakla eşitlik ilkesine aykırı olacağı düşünülmektedir.

§ 25. Açıklanan gerekçelerle, iptali istenen norm, kovuşturma evresinde olup da henüz hüküm kurulmamış olan davalarla hüküm kurulmuş davalar arasında farklı hukuki sonuçlar oluşturucu mahiyettedir. Ancak, oluşturulan bu farklılık eşitlik ilkesine uygunluk bağlamında değerlendirildiğinde kanun önünde eşitlik, kanunların eşit koruması, eşit haklar ve ayrım yapmama ölçütlerinden hiçbirisine uygun düşmemekte bir diğer yaklaşımla makul ve haklı bir sebebe dayanmamaktadır. Bu itibarla, Anayasa’nın 10. maddesindeki eşitlik ilkesine aykırı olduğu değerlendirilmektedir.

III- Sonuç ve Karar:

Açıklanan gerekçelerle;

1) Dairemizde görülmekte olan davada CMK’nin 251/3. maddesinin uygulanabileceği, ancak 17/10/2019 tarihli ve 7188 sayılı Kanunla değişik CMK geçici madde 5/1-d’deki normun belirli bir tarihten sonra hükme bağlanmış davalarda lehe kanun niteliğindeki basit yargılama usulünün uygulanmasını engellediği belirlenmiştir. Bu itibarla, açıkladığımız gerekçelerle, CMK geçici madde 5’in 1. fıkrasının (d) bendinin“1/1/2020 tarihi itibarıyla …hükme bağlanmış …dosyalarda … basit yargılama usulü uygulanmaz” (ibareleri yönünden), Anayasa’nın 10. maddesindeki eşitlik ilkesine ve 38. maddesindeki suçta ve cezada kanunilik ilkesi ve bunun alt ilkeleri olan lehe kanunun uygulanması ile belirlilik ilkesine aykırı olduğu kanaatine ulaşılmakla; CMK geçici madde 5’in 1. fıkrasının (d) bendinin“1/1/2020 tarihi itibarıyla …hükme bağlanmış …dosyalarda … basit yargılama usulü uygulanmaz” ibareleri yönünden anayasaya aykırılığı görülmekle somut norm denetimi yoluyla iptali için ANAYASA MAHKEMESİNE BAŞVURULMASINA,

2) Gerekçeli başvuru kararının aslı, iddianame ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerinin dizi listesine bağlanarak 6216 sayılı Kanun’un 40/1. maddesi gereğince karara eklenmesine,

3) İtiraz başvurusunun Anayasa Mahkemesine ulaşmasından itibaren beş ay içinde bir karar verilinceye kadar TEMYİZ DAVASININ İNCELENMESİNİN GERİ BIRAKILMASINA, belirtilen süre içinde karar verilmezse davanın yürürlükteki hükümlere göre sonuçlandırılmasına, gerekçesi Dairemiz üyesi Dr. İhsan Baştürk tarafından kaleme alınmak suretiyle 1 Ekim 2020 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.”

3) KARARIN ANAYASA YARGISI YÖNÜNDEN DEĞERLENDİRİLMESİ

Yargıtay 8. Ceza Dairesi, görülmekte olan davada uygulanmakta olan basit yargılama usulüne ilişkin CMK’nin 251/3. maddesinin “ceza indirimi getirmesi sebebiyle lehe kanun niteliğinde olduğu” ancak CMK geçici madde 5/1-d’deki normun belirli bir tarihten sonra hükme bağlanmış davalarda anılan usulün uygulanmasını engellediğini belirlemiştir. Bir normun ceza hukuku veya ceza muhakemesi hukuku normu olup olmadığının belirlenmesinde normun yer aldığı kanundan hareket eden “biçimsel ölçüt” yeterli olmamaktadır. Norm, suçun varlık şartları, müeyyidenin tür ve miktarı, fail ve ceza sorumluluğu gibi konulara ilişkin ise ceza normudur.[ii] CMK’nin 251/3. maddesindeki “cezanın dörtte bir oranında indirilmesine” ilişkin norm söz edilen ölçütler çerçevesinde irdelendiğinde müeyyidenin miktarına ilişkindir. Bu yönü itibarıyla CMK’de yer verilmesine rağmen, “tamamlayıcı nitelikte[iii] ceza hukuku normu” olduğu ortaya çıkmaktadır.

Ceza kanunlarının birbirini izlemesi konusunda temel ilkenin, fiil tarihindeki kanunun esas alınması ve geçmişe uygulanmazlık olup, lehe düzenleme getiren ceza kanununun ise, geçmişe uygulama istisnasını oluşturduğu gözetilmelidir.[iv] CMK geçici madde 5/1-d’deki “1/1/2020 tarihi itibarıyla …hükme bağlanmış …dosyalarda … basit yargılama usulü uygulanmaz” ibaresi, lehe kanun niteliğindeki CMK’nin 251/3. maddesinin uygulamasını henüz kesinleşmemiş davalar yönünden engellemektedir. Halbuki, hükmün kesinleşmemiş olduğu davalarda kovuşturma evresinin devam ettiği gözetildiğinde, sanık hakkında basit yargılama usulü “lehe kanunun geçmişe uygulanması ilkesi” gereğince uygulanmalıdır. Bu sebeple, anılan normun “1/1/2020 tarihi itibarıyla …hükme bağlanmış …dosyalarda … basit yargılama usulü uygulanmaz” (ibareleri yönünden), Anayasa’nın eşitlik ilkesi, suçta ve cezada kanunilik ilkesi ve bunun alt ilkeleri olan lehe kanunun uygulanması ile belirlilik ilkesine aykırılığı konusunun Yüksek Mahkemece süratle sonuca bağlanması önem taşımaktadır.

Basit yargılama usulü ile, uzun zaman alabilecek duruşma süreçlerine başvurmaksızın uyuşmazlıkların süratle çözümlenmesinin amaçlandığı aşikardır. Ancak, belirtilen gayeye ulaşmak için özel muhakeme usüllerine başvurulurken, temel hak ve özgürlüklerin korunmasına ilişkin güvencelerin zedelenmemesi ve ceza muhakemesi hukukunun demokratikliği ilkesinden vazgeçilmemesi gerektiğini önemle vurgulamak isteriz.

4) KARARIN FİKRİ MÜLKİYET HUKUKU YÖNÜNDEN DEĞERLENDİRİLMESİ

5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu (FSEK) “sahibinin hususiyetini taşıması” şartıyla dört eser grubundan birisine dahil olan fikrî ve sanatsal çabaları “eser” kabul ederek, fikri hak korumasından yararlandırmaktadır. FSEK’e göre “sahibinin hususiyetini taşıma ve herhangi bir şekilde dil ve yazı ile ifade olunan ilim ve edebiyat eseri” unsurlarını barındırdığı (md. 1/B-1-a, 2/1-1) gözetildiğinde mahkeme kararlarının eser niteliğinde olduğu” kuşkusuzdur. Eseri meydana getirenin, “adının belirtilmesini isteme salahiyeti” bulunmaktadır (FSEK md. 15). Bu bağlamda “kurul halinde çalışan mahkemelerde gerekçeli kararı kaleme alan hâkimin adının kararda belirtilmiş olması” uygulamasına birçok ülkede mahkeme kararlarında rastlandığını hatırlatmak isteriz. Gerekçesini kaleme aldığımız bu Yargıtay kararının belirtilen yönüyle hukuk literatürümüzde bir ilk oluşturmasından bu satırların yazarı onur duymaktadır.

Gerekçeli karar hakkı, İHAS ve Anayasamızda güvence altına alınan adil yargılanma hakkının temel unsurlarındandır. Kuşkusuz, gerekçe hükmün kapısını açan bir anahtar gibidir. Dolayısıyla, hâkim bu anahtarı hem davanın taraflarına hem de kamuya sunmak zorundadır. Gerekçesiz bir karar, hükme ulaşırken dayanılan sebepleri, olguları, delilleri sadece hâkimin bildiği bir metin olmaktan öteye geçemez. Hukuk devletinde buna tahammül edilemeyeceği şüphesizdir. Öte yandan ülkemiz özelinde düşünüldüğünde, yargıya hak ettiği güvenin duyulmasının yolunun da gerekçeli kararlar ortaya koyarak vicdanlara ve gönüllere hitap etmekten geçtiğine inanıyoruz. Bu bağlamda, ceza muhakemesi pratiğimizde “kararlarda gerekçe sorununun üzüntüyle ifade edeceğimiz bir gerçeklik olduğu” gözetildiğinde; bu kronik hastalıktan bir an önce kurtulabilmek için tüm hukukçulara önemli görevler düşmektedir. “İyi uygulama örnekleri oluşturmak” anlamında tüm yaratıcı ve nitelikli çabaların teşvik edilmesi gerekliliğine yürekten inanıyoruz. Bu itibarla, eser niteliğindeki gerekçeli kararı kaleme alan hakimin adının belirtilmesinin, niteliğin yükseltilmesine ve dolayısıyla gerekçeli karar hakkına ulaşılabilmesine dolaylı olarak katkı sağlayabileceğini düşünüyoruz.

Kurul halinde çalışan mahkemelerce verilen lar kurul tarafından birlikte imzalanarak geçerlik kazanmakla birlikte, sebebiyle oluşabilecek olası bir sorumluluk durumunda, kararı kaleme alan hâkimin adının belirtilmiş olması ise, konunun bir diğer önemli yönünü oluşturmaktadır.

İnsanımızın hak ettiği nitelikteki gerekçeli mahkeme kararlarına “adına mahkemelerce karar verilen Türk Milletinin bir ferdi olarak” bir an önce kavuşmak muradıyla…

Dr. İhsan Baştürk**

-------------------------------------

* Bu inceleme, Yargıtay 8. Ceza Dairesinin 1 Ekim 2020 tarih ve 2020/2463 E. sayılı kararı temel alınarak yapılan değerlendirmelerden oluşmaktadır.

** Yargıtay Üyesi.

[i] https://www2.tbmm.gov.tr/d27/2/2-2215.pdf (Erişim tarihi: 10/10/2020).

[ii] KATOĞLU, Tuğrul: Ceza Kanunlarının Zaman Yönünden Uygulanması, Seçkin Yayınevi, Ankara 2008, s. 29.

[iii] Bağımsız ceza hukuku normları bir davranış kuralıyla müeyyide kuralından meydana gelirken; bağımlı ceza hukuku normları ise varlık nedeni bağımsız ceza normları olan, belli bir biçimde davranmayı emretmemekle birlikte asıl ceza normlarını tamamlayan normlardır: TCK’nin genel hükümlerinde yer alan hükümler gibi. Bu konuda ayrıca bkz. HAFIZOĞULLARI, Zeki: Ceza Normu, US-A Yayıncılık, Ankara 1999, s. 278-279.

[iv] KATOĞLU, s. 67, 89.