‘Sanat uzun, hayat kısa!’ Hipokrat
Uzun zamandır canım yeni bir yazı yazmak istemedi. İstemediğim ve havamda da olmadığım için yeni bir yazı yazıp sizinle paylaşamadım. Benim yönümden yazı yazmak böyle bir şey zira. Kolay yazan birisi olmamama rağmen, eğer canım istemiyorsa, havamda değilsem, o sebeple veya bu sebeple bir motivasyon kaybı içindeysem tek bir sözcük dahi yazamam ben. Bu yazamama hadisesinde etkili olan bir diğer neden daha var. O da şu; daha önce tercümesini yaptığım Amerikalı siyaset bilimci ve hukukçu John Rawls’un ‘Bir Adalet Teorisi/A Theory of Justice’ isimli anıt niteliğindeki eseri üzerine, Chandran Kukathas ve Philip Pettit’in tarafından yazılan ‘Rawls-A Theory of Justice and Its Ctitics/Rawls-Bir Adalet Teorisi ve Eleştirileri’ isimli kitabın Türkçeye tercümesini üstlendim. Yoğun biçimde bunun üzerinde çalıştığımdan dolayı yeni bir yazı yazmaya çok da fazla fırsatım olmadı. Onun için bir süreden bu yana sizinle blogumda yazdığım eski yazıları, üzerlerinde biraz değişiklik yaparak paylaştım. Bu defa da öyle yapıyor ve sizinle 30 Ağustos 2015 tarihinde yazdığım ‘Annemin Öğrettiği Şarkılar’ isimli yazımı paylaşıyorum.
‘Annemin Öğrettiği Şarkılar’, Amerikalı ünlü sinema oyuncusu Marlon Brando’nun hayatını ve hatıralarını anlattığı kitabının adı. Kitabı Gürol Koca Türkçe’ye çevirmiş. Son derece başarılı bir çeviri. Adeta yeniden yazılmış gibi. Herkesin, hepimizin annelermizden öğrendiği bir şarkı mutlaka vardır. Ama bunlar daha çok çocuk şarkılarıdır. Marlon Brando’nun annesinin bildiği ve ona öğrettiği şarkılar, sadece çocuk şarkılarından ibaret değil. Yetişkin insanların bildiği, sevdiği ve hatta söylediği şarkılar. Marlon Brando hatıralarında bunu şöyle anlatıyor; ‘Annem dünyadaki bütün şarkıları bilirdi; annemin bana öğrettiği binlerce şarkının müziğini ve sözlerini hatırlıyorum…Afrika şarkılarını, Çin şarkılarını, Tahiti şarkılarını, Fransız şarkılarını, Alman şarkılarını ve şüphesiz annemin bana öğrettiği bütün şarkıları bilirim. Müziğini tanımadığım kültür pek yoktur. İşin garibi, bin dokuz yüz yetmişli yıllardan sonra yazılmış tek bir şarkıyı bile hatırlamıyorum.’
Marlon Brando, annesinden pek çok şarkı öğrenmiş, ama alkolik olan annesinden sevgi ve ilgi görmemiş hiç. Kendisinden büyük iki kız kardeşinin sevgisi, ilgisi dışında, mutsuz, huzursuz, sevgisiz bir aile ortamında büyümüş, kendisiyle aynı adı taşıyan ve annesi gibi alkolik olan babası tarafından hiçbir konuda teşvik edilmemiş, ödüllendirilmemiş, aksine sürekli olarak cezalandırılmış ve aşağılanmış. Pek çok kişide olduğu gibi kişiliğinin gelişmesinde ve oluşmasında bunların payı ve etkisi büyük. Kadınları sürekli aşağılayan tavrının, huysuzluğunun, disiplinsizliğinin, başkalarını umursamazlığının nedenleri hep çocukluğunda yaşadığı travmaların eseri. Yıllar, yıllar sonra kariyerinin doruğunda iken ‘Bir yetimhaneye düşseydim daha sağlıklı bir birey olarak yetişirdim’ demesi bundandır.
İnsanın, kendisini oluşturan sevinçlerin, üzüntülerin, hatıraların, arzuların, benlik duygusunun, özgür iradenin, tamamı sinir hücrelerinin ve onlara bağlı moleküllerin bir arada çalışmasıyla ortaya çıkan davranışlarından ibaret olduğuna inanan Marlon Brando, insanlarla arasına mesafe koymasını, insanlara güvenmemesini, hayatı boyunca tek bir insana, tek bir kadına bağlı kalmamasını çocukluğunda yaşadığı iki travmaya bağlıyor: birisi bir şişe içki uğruna kendisini terk eden annesi; diğeri ruhunun orta yerinde taht kuran, evlenerek gittikten sonra hayatının geri kalan kısmını onu bulmaya adadığı dadısı Ermi.
Marlon Brando, kişiliğinin şekillenmesinde etkili olan her iki olayla ilgili duygularını şöyle ifade ediyor: ‘Eğer bir insan sıcaklığının, aşkın veya sevginin nasıl bir şey olduğunu bilmiyorsanız, insanlara da bunu veremezsiniz; veya böyle duyguları bir zamanlar tatmışsanız ve bir süre sonra da elinizden alınmışsa, reddedildiğinizi veya terk edildiğinizi düşünüyorsanız, o zaman tekrar aynı duyguları yaşamaktan korkarsınız.’
Öğrenim hayatında son derece başarısız olan, gittiği her okuldan disiplinsizlik nedeniyle kovulan Marlon Brando, ‘okullardan hep nefret ettiğini’ söylüyor. Onun için, hemen her şeyi hayattan, tanıdığı olumlu, olumsuz insanlardan, okuduğu kitaplardan, gezip gördüğü yerlerden, tanıştığı farklı kültürlerden öğrenmiş.
Yirmili yaşlarda geldiği New York’ta, bir yandan özgürlüğün tadını çıkarırken, diğer yandan kafası karışık bir delikanlı olarak ortalıkta dolaşmış. Kozmopolit New York’da sinirli otobüs şoförleriyle, pasifistlerle, felsefe yapanlarla, tuhaf gülünç insanlarla ve kendisiyle uğraşıp durmuş. Ne kadar çok okursa o kadar çok akıllı olacağını sandığı için sürekli olarak okumuş. Kant’ı, Rousseau’yu, Nietzsche’yi, Locke’u, Tolstoy’u, Faulkner’i, Dostoyevski’yi ve neden bahsettiklerini bir türlü anlayamadığı bir yığın yazarın kitabını okumuş.
New York’ta serserilik yaptığı o günlerden bir gün New School’un Tiyatro Atölyesi’ne gitmiş. O günden sonra hayatı değişmiş. Sanat ve tiyatro dünyasına girmiş çünkü. O dünyada Moskova Sanat Tiyatrosu’nda Konstantin Stanislavsky yönetimi altında çalışmış olan, oradaki bilgisini ve deneyimini ABD’ye taşıyan Stella Adler ile tanışmış. Tiyatro ve tiyatro oyunculuğuyla ilgili pek çok şeyi ondan öğrenmiş.
Oyuncu olarak yıldızının parlaması Broadway’de sahnelenen Tennessee Williams’ın ‘Poker Gecesi’ isimli eserinden ‘İhtiras Tramvayı’ adıyla uyarlanan oyunla başlamış. Daha sonra sinemaya da aktarılan Elia Kazan’ın yönetmenliğini yaptığı oyundaki duyarsız ve kaba mizaçlı Stanley Kowalski’ı rolünde çok başarılı olmuş.
Eleştirmenler bu başarısını Marlon Brando’nun Stanley Kowalski’ye benzemesine bağlamışlar. Ama o bunun her zaman aksini düşünmüş. Duyarlı olduğunu, kaba olmadığını, o karakteri hayal gücüyle ve yeteneğiyle yaratıp oynadığını söylemiş.
Kişiliğindeki bozuklukları yetiştiği aile ortamındaki olumsuzluklara bağlayan Marlon Brando, hatıralarını yazdığı yetmiş yaşına geldiğinde bu konudaki duygu ve düşüncelerini şu şekilde ifade ediyor: ‘Farklı bir sevgi görüp farklı şekilde bakılsaydım, bugünkünden farklı bir insan olurdum. Hayatımın büyük bir kısmını reddedilme korkusuyla yaşayıp, bana sevgi gösteren insanları, onlara güvenemediğim için reddetmekle geçirdim…Clifford Odets bir seferinde bana, “Beethoven’ın söylemek istediğini kırkıma gelene kadar hiç hissetmemiştim” demişti. İnsan yaşlandıkça, salt bu nedenle çok şeyler öğrenebiliyor. Bazı açılardan hiç değişmediğimi söyleyebilirim ama her zaman duyarlı, kendime ve başka insanlara karşı her zaman ilgiliydim. İnsanlara ilişkin sezgilerim her zaman güçlüydü, iyi kitapları ve her türlü espriyi her zaman sevdim…Hayatımın büyük kısmında öyle olmadığım halde güçlü görünmek durumunda kaldım, en fazla istediğim şey ipleri elimde tutmaktı. Bir yanlışımı bulduklarında veya kendimi küçültülmüş hissettiğimde öç almak isterdim. Artık istemiyorum…Yirmili yaşlarımda hep en iyi ben olayım isterdim, oysa şimdi buna zerre kadar önem vermiyorum. Kendimi başkalarıyla kıyaslamayı bıraktım. Birinin benden daha yetenekli olmasına veya hakkımda dedikodu çıkarılmasına hiç aldırış etmiyorum; onların benden pek farklı olmayan bir dünyada tıpkı benim gibi kiracı olan ve yaptıkları şeylerin çirkinliğine gözlerini kapamış insanlar olduklarını anlayabiliyorum. Bütün bunları doğru bildikleri için yaptıklarının farkındayım…Yakınlarda Kevin Costner’in “Kurtlarla Dans” filmini seyrettim ve filmin ortalarında dayanamayıp ağladım. Önce bunun nedenini anlayamadım. Sonra genç Kızılderili oğlanın perdeye yansıyan görüntüsü beni ağlatan nedeni anlamamı sağladı: Bu sanki bir tür yuvaya dönüştü, çünkü o sırada bir iki yıl öncesinde temiz, saf ve içten bir yanım olduğunu, bir yanımın çocukluğumdan beri gizli kaldığını keşfettiğimi hatırladım. Bir şekilde bütünleştiğimi ve özgürleştiğimi hissettim. Sonra bir de annemi ve babamı affetmem gerektiğini, aksi takdirde hayatımın geri kalan kısmını nefret ve kederin pençesinde geçirmek durumuyla karşı karşıya kalabileceğimi fark ettim…Artık küçükken yaptığım gibi elimi uzatmıyorum, ama büyülü anları eskisi kadar hiç bıkmadan, usanmadan bekliyorum.’
Alıntıladığım bu sözlerden de anlaşılacağı üzere, kendisiyle, kendi kişisel tarihiyle yüzleşen, kendisini ve yaşadığı hayatı sorgulayan, yaptığı yanlışlardan ders alan, bir insan için taşınması gerçekten çok ağır bir yük olan kin ve nefret duygularından kurtulmaya çalışan Marlon Brando, sadece başarılı bir sinema sanatçısı değil, aynı zamanda otoriteye, bayağılık derecesindeki konformizme şiddetle karşı olan, kendisini topluma, insanlara karşı sorumlu hisseden donanımlı bir entelektüeldir.
Daha henüz on yaşında iken mazlumları koruyan, kuşları vurmaktan vazgeçen, onların da bizim kadar yaşamaya hakları var diyerek karıncaları ezen arkadaşlarına dur diyen, yerde kağıt parçası gördüğünde ben almazsam onu yerden kim alacak diye düşünen, sonra alıp çöp kutusuna atan Marlon Brando, hayatı boyunca ezilen, hakları çiğnenen insanların yanında ve onların destekçisi olmuştur.
Öyle olduğu için onu 1940’lı yıllarda, Hitler Almanya’sında yaşadıkları insanlık dışı zulme tepki olarak İsrail Devleti’nin kurulmasına destek verirken gördüğümüz gibi, çok daha sonraki yıllarda Yahudilerin Filistinlilere yaptıkları insanlık dışı muamelelere ve saldırılara tepki gösterirken görürüz.
1950’lerin sonunda, 1960’lı yılların başında şekillenmeye başlayan yurttaşlık hakları hareketinin en önde gelen destekçilerinden birisi olan Marlon Brando, Martin Luther King’in ‘Bir Hayalim Var’ sözleriyle başlayan ünlü konuşmasını yaparken onun birkaç adım ötesindedir. Siyahların haklarının verilmesine ilişkin yasaların çıkmasını Kennedy’den, Johnson’dan, Humphrey’den daha çok Bessie Smith’in, Emmet Till’in, Medgar Eversen’ın, Rosa Parks’ın, James Meredith’in ve hayatta kalmayı başarabilen pek çok tanığın başarısı olduğunu ifade eden Marlon Brando, bu konuda beyazlara yönelik şu eleştiriyi yapmayı da ihmal etmez: ‘Yurttaşlık haklarının kabul edilmesinden sonra herkes siyahların hayatlarının daha yaşanılabilir bir hal alacağını düşündü ki, birçok yönden de öyle oldu gerçekten; öncekinden biraz daha fazla imkana sahip oldular böylece. Fakat bir şey değişmeden kaldı: küçük bir siyah çocuğun aklının bir köşesinde yer etmiş, umutlarını gerçekleştiremeyeceğine ilişkin inancı: çünkü bilinçsizce de olsa çocuklara siyah olarak hayatta pek şanslarının bulunmadığı öğretilmeye devam ediliyordu.’
Sadece siyahlar konusunda değil, Kızılderililer konusunda da son derece duyarlı olan Marlon Brando, Başkan Kennedy ile yaptığı bir sohbet sırasında Kennedy’nin ‘Kızılderililerle neler yaptığınızı biliyoruz’ şeklindeki aba altından sopa gösteren sözlerine ‘Ben de sizin neler yapmadığınızı biliyorum’ yanıtını verir.
Amerikalı beyazların kıtaya ayak bastıktan sonra Kızılderililere yaptıklarının, Nazilerin Yahudilere yaptığı soykırımla aynı olduğunu ifade eden Marlon Brando, Kızılderililere verdiği desteği, sadece yaptığı açıklamalarla, ABD Kızılderili Hareketi Komisyonu’nun toplantılarına katılmakla sınırlandırmaz, protesto eylemlerine de fiilen katılır. Yüzyıl önce yapılan antlaşmalarda, ‘dağlar durdukça, çimenler büyüdükçe ve güneş dünyanın tepesinde parladıkça’ diye yazmasına, bu bağlamda Kızılderili kabilelere yaşadıkları bölgelerde serbestçe avlanmaları için sonsuza kadar hak tanınmış olmasına rağmen, Washington, Tacoma’da, Puyaallup Nehri’nin ağzında Kızılderililere konan balık avı yasağına karşı yapılan protesto eylemine katıldığı için 1964 yılında tutuklanır.
Kızılderililere yapılanları protesto etmek için ‘Baba’ filmindeki rolünden dolayı 1973 yılında layık görüldüğü en iyi oyuncu Oscar ödülünü almaya gitmeyen, yerine bir Apaçi Kızılderilisi olan Sacheen Küçük Tüy’ü ödülü reddettiğini bildirmek üzere gönderen Marlon Brando, hatıralarında bu konuyla ilgili olarak Hollywood’u da: ‘Altmış yıldır Kızılderilileri sistemli şekilde kötü tanıtan, onları yerden yere vuran bir endüstriyi pohpohlamak, üstelik tam o sıralarda Wounded Knee’de iki yüz Kızılderili kuşatma altına alınmışken böyle bir kutlamaya katılmak bana çok komik görünmüştü’ diyerek eleştirir.
‘Godfather/Baba’ filminin konu aldığı Mafyasal işler ve ilişkilerle, Amerika’nın Vietnam politikası ve CIA’nın yaptıkları arasında ilinti kuran Marlon Brando, bu konudaki görüşlerini hatıralarında şöyle ifade eder: ‘Çete cinayetleriyle Anka Kuşu Operasyonu ve CIA’nın Vietnam’daki infaz programı arasında sanki çok mu fark var? Devletin gerçekleştirmiş olduğu diğer şeyler de Mafya’nınkiler gibi kişisel değildi, sadece bir işti, o kadar. Tamam, Mafya’da ahlaki değerler işlemiyordu ve şiddet hüküm sürüyordu, ama yapılanlar aynı şekilde görev hizmet bilinciyle yapılıyordu; Mafya’nın yaptıklarıyla çok uluslu şirketlerin gemilerinin gittikleri yerlerde denizlere zehirli kimyasal madde akıtmaları arasında pek fark göremiyorum. Mafya, çete savaşları sırasında birçok kişinin ölmesine neden olabilir, olmuştur da, fakat filmi yaptığımı sıralarda CIA’nın Altın Üçgeni’nde uyuşturucu işine karıştığını, sorgulamalar sırasında insanlara işkence yaptığını ve gangster çetelerini aratmayacak şekilde infazlar gerçekleştirdiğini de burada hatırlatmakta fayda var. Joy Gallo gibi gangsterlerin gerçekleştirdikleri infazlar ile Diem Kardeşler’in Vietnam’da infaz edilişleri arasında pek fark göremiyorum; aradaki fark olsa olsa, ülkemin bu infazları daha büyük bir ikiyüzlülükle gerçekleştirmiş olmasıdır. Henry Cabot Lodge televizyona çıkıp Diem Kardeşler’in ölüm sebeplerini açıklarken yalan söylediği gün gibi ortadaydı, ama kimseden çıt çıkmadı, çünkü insanlar ABD’nin gayri ahlaki bir şey yapmayacak kadar büyük bir ülke olduğu masalına inanıyordu. Mafya’ya mensup insanlar nereden bakarsanız bakın başkanlarının ve diğer politikacıların içinde bulundukları ortamlardan daha sıkı yasalarla yönetilen ortamlarda yaşıyorlar. Politikacılar dürüst çalışacaklarına dair İncil’in üzerine el basmak yerine, sözlerinde durmadıkları takdirde ayaklarından çimentolanıp Potomac Nehri’ne atılacaklarını bilselerdi ne olurdu acaba, merak ediyorum doğrusu. Politikadaki yozluk hızla düzelirdi herhalde.’
‘Annemin Öğrettiği Şarkılar’ isimli kitabın bu satırlarını okurken, Marlon Brando’nun unutulmaz filmlerinden birisi olan ‘Çirkin Amerikalı’ geldi aklıma. William J.Lederer ile Eugene Burdick’in birlikte yazdıkları kitaptan uyarlanan filmde, Güneydoğu Asya’da hayali bir ülkeye büyükelçi olarak giden Harrison Carter McWhite’ı canlandıran Marlon Brando’nun bu filmini izlediğimde, filmi, ABD’nin Üçüncü Dünya Ülkelerine uyguladığı çirkin siyasetin bir metaforu olarak değerlendirmiştim. Başlangıçta kendisinin de böyle bir yaklaşım içinde olduğuna işaret eden Marlon Brando, hatıralarında daha da ileriye gidiyor ve aslında bu filmin, Dullers kardeşlerin uydurdukları ‘komünistlerle işbirliği’ yalanı yüzünden 58 bin Amerikalıyla binlerce Vietnamlıyı ölüme gönderen yanlış politikaların bir metaforu olduğunu ifade ediyor. Bununla da kalmıyor, ABD’nin Güney Amerika’dan Asya’ya kadar komünizm aleyhtarlarını beslediğini, o ülkelerin yurttaşlarını ülkelerine yabancılaştırdıklarını, dünyanın özgür ülkelerinde kendi tiranlıklarını kuran, halkın demokrasi hayallerini engelleyen, kendilerini zenginleştirmenin ötesinde bir avuç zengin azınlığı kollayan totaliter bu liderlerin ve yönetimlerin arkasında ABD’nin bulunduğunu, CIA’nın seçimle işbaşına gelmiş hükümetlerin çalışmalarını engellediğini, devletlerin iç işlerine karıştığını söylüyor ve Ferdinand Marcos örneğini veriyor.
‘Amerika’ya neden çamur atıyorsun, sana karşı cömert değil miydi?’ diye düşünenlere ise şöyle yanıt veriyor: ‘E, tabii Amerika bana karşı cömertti. Ama bu bir lütuf değil. Alnımın teriyle, kendimi geliştirip hayatımı sürdürmemi sağlayan şeyleri hakkıyla kazandım. Doğru şartlar altında bulunmasaydım, şansım yardımcı olmasaydı başıma neler gelirdi bilmiyorum. Belki bir dolandırıcı olup hapsi boylardım, belki de yüksek okul mezunu aramayan bir yerde iş bulacak kadar şanslı olur, örneğin bir montaj fabrikasına girer, evlenir, üç çocuk yapar, elli beş yaşlarına gelince de birçok Amerikalı gibi posası çıkmış bir şekilde kapı önüne bırakılırdım.’
Sinema yıldızı olmayı planlamadığını, bunu arzulamadığını, buna heves etmediğini, geçimini sağlamak, hayatını sürdürmek dışında oyunculuğa özel bir istek duymadığını, her şeyin kendi kendine olduğunu belirten Marlon Brando, kendisi üzerinde çok emeği olan, elinden tutan büyük sinema yönetmeni Elia Kazan’a, bu konularla ilgili olarak bir keresinde şöyle dediğini yazıyor: ‘İşte karşında kafası kabaklaşmaya başlamış orta yaşlı bir hiç. Rol yaparken kendimi bir sahtekar gibi hissediyorum. Hayatta her şeyi yaptım, düzüştüm, içtim, çalıştım ama bunların hiçbirinin anlamı yok. Dünyada bu kadar önyargı, adaletsizlik, nefret, açlık, yoksulluk ve acı kol gezerken film çevirmek bana aptalca ve alakasız bir şeymiş gibi geliyor, koşulları iyileştirmek adına üstüme düşeni yapmam gerektiğini hissediyorum.’
Bu düşüncelerden hareketle Birleşmiş Milletler Uluslararası Çocuklara Yardım Fonu’na (UNICEF) gönüllü olarak katılan Marlon Brando, UNICEF adına televizyon spotları hazırlar, UNICEF’in tanıtılmasıyla ilgili basın toplantıları yapar, bağış kampanyaları düzenler, kendisi de önemli miktarlarda bağış da bulunur.
Yetmiş yaşına geldiğinde ve yaşadığı hayatın bir muhasebesini yaptığında ise şöyle yazar: ‘Felsefi açıdan kendimi Kızılderililere yakın hissediyorum. Onlardan çok şey öğrendim çünkü. Yahudiler gözümü açan insanlar oldular, bilginin değerini ve öğrenmeye saygı duymayı onlardan öğrendim. Siyahlardan da aynı şekilde birçok şey aldım. Fakat sanırım yaşayış biçimi bakımından üzerimde en çok etkisi olan insanlar, Polinezyalılar. Hayatın nasıl yaşanacağını Tahiti’de öğrendim. Bununla birlikte, hiçbir zaman bir Tahitili olamayacağımı da fark ettim…Bir kültüre hayran olabilir, o kültürü sevebilir, o kültüre bir ucundan da olsa tutunmayı başarabilirsiniz ama hiçbir zaman oraya ait olamazsınız. Sizi siz yapan şeylerden asla kurtulamazsınız.’
Neden mi yazdım bu yazıyı? Marlon Brando’yu hem sinema sanatçısı, hem de entelektüel olarak önemli ve değerli bulduğum için yazdım. Bir de bizim ülkemizdeki iktidar yalaması bazı sözde sanatçılara belki örnek olur diye yazdım…!