1- Doğal/Tabii Hukuk; demokratik hukuk toplumlarında hukukun evrensel ilke ve esaslarına uygun olarak kişi hak ve hürriyetlerinin tanınmasını, herkes tarafından kullanılabilir halde tutulmasını, güvencesiz bırakılmamasını, keyfi veya hukuka aykırı müdahalelere karşı korunmasını, kişi hak ve hürriyetlerine getirilecek kısıtlamaların öngörülebilir ve önceden bilinebilir olmasını, suç ve cezaların kişi hak ve hürriyetlerini korumasını, bu korumanın da sürdürülebilmesini gerektirir. Sosyal düzen kurallarından olan, emir ve yasaklar öngören, yaptırımlarla desteklenen Ceza Hukuku; Doğal/Tabii Hukuktan doğan bu gerekliliğin yerine getirilmesinde Devlet tarafından kullanılan araçlardan birisi olup, iki temel kaide üzerine kuruludur: “Suçta ve cezada kanunilik" ve "şahsi kusur sorumluluğu" ilkeleri.
Bir davranış; hukuki yararları ihlal edip de "kanunilik" ilkesine uygun olarak suç ve ceza kapsamına alınmadığında veya alınıp da suça ve tehlikeye düşürülen veya zarara uğratılan hukuki menfaate oranla bu davranışa hafif bir ceza öngörüldüğünde veya uygulamada suç cezasız bırakıldığında, kişi hak ve hürriyetleri ile kamu düzeni güvencesiz kalma riski ile karşı karşıya kalacaktır. Bu nedenle; "cezalandırma" kelimesi güzel bir anlam içermese de, kişi hak ve hürriyetleri ile kamu düzeninin korunması için gereklidir. Maksadı meşru hukuki yararları korumak ve sorunların hukuk düzeni içinde çözülmesini sağlamak olan Ceza Hukuku; kişilik haklarının korunması, cebir, şiddet ve tehdit içeren fillerin engellenmesi ve milli değerlerin aşağılanmasının, değersiz gösterilmesinin, küçültülmesinin ve alay konusu edilmesinin önüne geçilmesi amacıyla, söz, yazı, resim ve eleştirilerle ilgili suç ve ceza tanımları öngörebilir. Suçlar ve cezalar "kanunilik" prensibi esas alınarak uygulanmalıdır, aksi halde "öngörülebilirlik" ilkesi zedelenir, üstün hukuki yararları koruma hedefinden sapılarak, Ceza Hukukunun fonksiyonlarının dışında kullanılmasının önü açılır. Bu nedenle ilk esas "kanunilik" ilkesi; ikincisi de bireyi kusuruna ve fiiline göre cezalandırmaktır.
Ceza Hukuku; fikri alandan uzak durmaya ve ifade hürriyetine müdahale etmemeye çalışır, düşünce açıklamaları, niyet okuyuculuğu, bireylerin tercihleri veya yaşam tarzları ile ilgilenmez. Bu nedenledir ki; sınırlı sayıda suç dışında konuşmalar, yazılar, resimler ve eleştiriler Ceza Hukuku kapsamına alınmaz.
2- Toplumun düzeni ve kamu kudretini kullanan Devletin işleyişi, hiyerarşik bir yapı çerçevesinde, kanunlarla tanımlanmış görev ve yetkilerin kamu otoritesi tarafından usule ve hukuka uygun kullanılması ile sağlanır. Kamu hizmetleri; güvenlik, sağlık, eğitim öğrenim ve adalet olarak sıralanabilir. Kamu hizmeti yapmakla görevlendirilen ve kamu gücü ile donatılmış kurum ve kuruluşların; dilediği gibi konuşabilme, yazabilme ve davranabilme hakkı ve yetkisi olmaz.
Hiyerarşik yapıda bulunan Devlet; içeride ve dışarıda ulusal güvenliğin korunması, suçun önlenmesi, faillerin yakalanması amacıyla hukuka uygun güç kullanmak zorunda kalabilir. Meşru amaçlara hizmet etse de cebir/zor kullanma son çaredir. Bu kapsamda Devlet; ancak gerekli olduğunda, kişi hak ve hürriyetlerinin, kamu düzeninin, ulusal güvenliğin ve ülke sınırlarının korunması amacıyla “meşru müdafaa” amaçlı zorunlu kuvvet kullanılabilir. Devletin varlık sebebi; gerekli olduğunda, ülkeyi, milleti ve bölünmez bütünlüğü korumaktır.
Devletin varlık sebebi ve fonksiyonları ile ilgili zor kullanması, kulağa hoş gelmese de bazı durumlarda kaçınılmaz zorunluluklardan kaynaklanmaktadır ki, zor kullanma yetkisini Devlete bırakan toplumsal mutabakattır. Devleti; meşru savunmanın şartlarının gerçekleşip, kaçınılmaz olduğu durumda, başvurduğu zor kullanmayı bitirmeye davet etmek abesle iştigaldir.
3- İnsancıl Hukukun, yazılı kurallardan ziyade Teamül Hukukuna dayandığı bilinmektedir. İnsancıl Hukuk, “Savaş Hukuku” veya “Silahlı Çatışmalar Hukuku” olarak da bilinmektedir. Teamülün yazıya geçirildiği 12 Ağustos 1949 tarihli dört ayrı Cenevre Andlaşması, İnsancıl Hukukun temelini oluşturur. Cenevre Andlaşmalarının kabulü, bağımsız ve tarafsız Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Hareketi’nin devletlere yaptığı baskıyla mümkün olmuştur.
Cenevre merkezli Uluslararası Kızılhaç Örgütü’nün Uluslararası İnsancıl Teamül Hukuku çalışmasına bakıldığında, iç veya dış silahlı çatışmaların toplamda 161 kurala riayet etmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Savaş Hukukunun teamül ağırlıklı düzenlenmesi, bu 161 kuralın bağlayıcı niteliğini zedelemez; zira Birleşmiş Milletler Şartı’nın 92. maddesi ile Şartın bir parçası olduğu kabul edilen Uluslararası Adalet Divanı Statüsü’nün 38. maddesine göre Uluslararası Teamül Hukuku, Uluslararası Sözleşmeler Hukuku ile aynı konumda kabul edilmiş olup, 1998 Roma Statüsü’nün kabulü ile kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi hariç olmak üzere, diğer uluslararası ceza mahkemelerinde (Nürnberg, Tokyo, Yugoslavya ve Ruanda mahkemeleri) Savaş Hukukunun teamül niteliğinde kuralları, doğrudan kaynak olarak kabul edilmiştir.
Uluslararası İnsancıl Teamül Hukukunun 161 kuralı, hem uluslararası ve hem de bir devletin sınırları içerisinde gerçekleşen ve bir başka devletin sınırlarına taşabilen iç silahlı çatışmaları kapsamaktadır (Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin PKK’ya karşı gerçekleştirdiği sınırötesi operasyonlar; klasik anlamda yani devletler arası savaş olmayıp, iç silahlı çatışmanın dışarıya taşması niteliğinde olup, bu “taşma” örgütün sınıraşan faaliyetlerinden kaynaklanmaktadır). Cenevre Andlaşmalarının 1977 yılına ait 1. ve 2. Ek Protokolleri ile uluslararası ve ulusal silahlı çatışmalar birbirinden ayrılmıştır. Bu ayırımın yapılmasının sebebi; İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleşen çatışmaların %80’inin devletler arası savaşlardan farklı olup, devlet içerisinde gerçekleşmesi[1] ve bu tür çatışmalar için geçerli olan kuralların belirlenmesi ihtiyacının doğmasıdır.
Türk Dil Kurumu ise savaşı, “Devletlerin diplomatik ilişkilerini keserek giriştikleri silahlı mücadele, harp, cenk, cidal” olarak tanımlamaktadır. Bu tanım konvansiyonel/geleneksel devletler arası silahlı çatışmaya işaret etmektedir. Buna karşılık Türk Hukuku, savaşın mutlaka devletler arasında olması gerektiğini kabul etmemektedir. Şöyle ki;
2941 sayılı Seferberlik ve Savaş Hali Kanunu’nun “Tanımlar” başlıklı 3. maddesine göre savaş; “Devletin bekasını temin etmek, milli menfaatleri sağlamak ve milli hedefleri elde etmek amacıyla, başta askeri güç olmak üzere Devletin maddi ve manevi tüm güç ve kaynaklarının hiçbir sınırlamaya tabi tutulmadan kullanılmasını gerektiren silahlı mücadeledir”.
Aynı madde “seferberlik” kavramını ise; “Devletin tüm güç ve kaynaklarının, başta askeri güç olmak üzere, savaşın ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde hazırlanması, toplanması, tertiplenmesi ve kullanılmasına ilişkin bütün faaliyetlerin uygulandığı; hak ve hürriyetlerin kanunlarla kısmen veya tamamen sınırlandırıldığı haldir.” şeklinde tanımlamıştır.
Askeri Ceza Kanunu’nun “Düşman karşısı:” başlıklı 9. maddesine göre; “Seferberlikte düşman ile müsademeyi intizaren emniyet hizmetleri tatbik ve ifa olunmağa başladığı zamandan itibaren bu müsademeye memur kıta, gemi, tayyare düşman karşısında sayılır”.
Aynı Kanunun “Silahlı eşkiya:” başlıklı 10. maddesine göre ise, “Silahlı eşkiya düşman sayılır”.
Türk Hukuku’nda savaşın mutlaka iki devlet arasında gerçekleşmesi gerektiğine yönelik bir hüküm bulunmasa da; savaş, resmi olarak ilan edilen bir haldir, yani ortada savaş ilanı olmadığında, savaştan bahsedilemez.
Anayasa m.87’ye göre; “Türkiye Büyük Millet Meclisinin görev ve yetkileri, kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak; bütçe ve kesin hesap kanun tekliflerini görüşmek ve kabul etmek; para basılmasına ve savaş ilanına karar vermek; milletlerarası andlaşmaların onaylanmasını uygun bulmak, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının beşte üç çoğunluğunun kararı ile genel ve özel af ilanına karar vermek ve Anayasanın diğer maddelerinde öngörülen yetkileri kullanmak ve görevleri yerine getirmektir”.
2941 sayılı Seferberlik ve Savaş Hali Kanunu’nun “Tanımlar” başlıklı 3. maddesine göre “savaş hali”; “Savaş ilanına karar verilmesinden, bu halin kaldırıldığının ilan edilmesine kadar devam eden süre içinde, hak ve hürriyetlerin kanunlarla kısmen veya tamamen sınırlandırıldığı durumdur”.
4- Zeytin Dalı (Afrin) Harekatı, yukarıda yer verdiğimiz çerçevede değerlendirildiğinde;
Ø TBMM tarafından savaş ilan edilmediğinden, ortada bir savaş olduğundan bahsedilemez.
Ø Gerek İnsancıl Hukuka ve gerekse Türk Hukuku’na göre savaş; devletler arasında olabileceği gibi, bir devlet ile bir devlete bağlı olmayan orduya benzer yapılanmalar arasında da olabilir. Her halde, İnsancıl Hukuk normlarına riayet edilmelidir. Bu normların başında da sivil hayatının korunması gelmektedir.
Ø Zeytin Dalı Harekatı’nın resmen bir savaş ilanı üzerine gerçekleştirilmemesi, İnsancıl Hukuk, yani Savaş Hukuku kurallarına uyma zorunluluğunun bulunmadığı anlamına gelmez.
Netice itibariyle; savaşın Türk Hukuku ve İnsancıl Hukuk kurallarında farklı tanımlandığını, Zeytin Dalı Harekatı’nın milli menfaatlerimizin ve güvenliğimizin korunabilmesi için zorunluluk teşkil eden meşru müdafaa hali kapsamında sınırötesi bir operasyon olduğunu, bu operasyonun icrası sırasında İnsancıl Hukukun öngördüğü kurallara uygun hareket edilmesinin gerekli olduğunu, ancak yapılan operasyonun “savaş” olarak değerlendirilmesinin mümkün olmadığını, dolayısıyla operasyonu savaş olarak nitelendiren ve Türkiye Cumhuriyeti’nin milli menfaatlerini ve güvenliğini koruma maksadını gözardı eden açıklamaların isabetsiz olduğunu, bu hususta tüm kurum ve kuruluşların sağduyulu hareket etmesi ve toplumu ayrıştırma tehlikesi içeren tutumlardan uzak durması gerektiğini, bununla birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğunu, suç unsuru içermeyen açıklamalar nedeniyle bireylerin ifade hürriyetlerinin kısıtlanmaması gerektiğini, ifade hürriyetinin sınırlarını aşan ve suç teşkil eden açıklamalar karşısında ise gerekli hukuki yaptırımların uygulanmasının kaçınılmaz olduğunu ifade etmek isteriz.
Ortada savaş olmadığı halde, savaşın bir halk sağlığı sorunu olduğunun söylenmesi, Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmez bütünlüğünün, sınırlarının, ulusal güvenliğinin ve geleceğinin korunması için yapılan askeri harekatın/operasyonun manidar cümleler kullanılmak suretiyle eleştirilmesi yanlıştır. Bu sözleri söyleme hak ve yetkisinin olup olmadığı ise ayrı bir sorundur.
Bir devlet ve memleket işleyişinde herkes görev ve yetkileri ile sorumluluklarının gereğini yerine getirmek zorundadır ki, toplum çarkı bu şekilde işler ve hukuk düzeni korunur. Birey olarak insanlar her konuda, ifade hürriyeti sınırlarında kalmak şartıyla görüşlerini açıklayabilir, paylaşabilir, eleştiride bulunabilir veya başka görüşlere katkı sunabilir. Ancak resmi bir kurum veya kuruluşun, kendi görev, yetki ve sorumluluklarının bilincinde olarak bu kapsamda görüşlerini açıklaması kabul edilebilirse de; kendi görev, yetki ve sorumluluk alanına girmeyen konularda, halkı aydınlatma ve bilgilendirme yükümlülüğü sınırlarının dışında kalan, bireysellik taşımayan, bir kurum veya kuruluşun, dolayısıyla tüm üyelerinin fikri olarak nakledilen açıklamalar isabetli değildir.
5- Uluslararası basın takip edildiğinde; bazı haber kaynaklarında Afrin haberlerinin yapıldığı, orada yaşayanların zor durumda olduklarının anlatıldığı ve nerede ise bunun ana sorumlusunun Türkiye Cumhuriyeti olarak gösterildiği anlaşılmaktadır. 16 Mayıs 1916 tarihli Sykes-Picot Sözleşmesi’nden bu tarafa; emperyalist güçlerin hedefi ortadadır, artık onların maksadı ve bölgeyi yeniden dizayn etme süreçleri ile ilgili özel açıklamalar yapmaya gerek de bulunmamaktadır.
Dış ilişkilerde kimse ile kötü olmayalım, tamam iyi ilişkiler yürütelim, ancak illa bizi de içine alacak şekilde bir plan yapıp parçalama derdine girenlere, bölgeye silah dağıtanlara, Türkiye Cumhuriyeti’ni tehdit edenlere, ulusal güvenliği hiçe sayanlara, yeni devlet kurma sevdası ile hareket edip insanları tahrik edenlere, toprak bütünlüğüne göz dikenlere karşı ne yapılmalı? Afganistan’ı vur, Irak’ı perişan et, Suriye’yi ve Libya’yı karıştır, gözünü Türkiye Cumhuriyeti ve İran’a dik, Pakistan’ı tehdit et, sonra da bunu barış ve demokrasi için yaptığını söyle, pes doğrusu!.. Asıl eleştirilmesi ve kınanması gerekenler gözardı edilmemelidir.
(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)
-------------------------------