Yargıtay Başkanı'nın TBMM'deki değişiklik tasarısının ertelenmesi talebi, bu bakımdan, "kamu yararı" düşünülerek yapılmış bir talep değildir. Kanun tasarısı, statükonun devamı hesaplarına kurban edilmemeli.
Yargının iflası, tutukluluk süreleriyle ilgili düzenlemenin yürürlüğe girmesiyle beraber tamamen gün yüzüne çıkmıştı. Türkiye'de yargı artık geç adalet dağıtmıyor; hiç adalet dağıtamıyor.
İflasın büyük ölçüde sorumlusu yüksek yargıdır; kimse bunun aksini iddia edemez. Göz boyamaya gerek yok; yüksek yargı yaklaşık elli yıldır kendine göre bir "yargı" ve "adalet" anlayışı inşa etmeye çalışmaktadır. Sadece hukukun değil, kanunların bile "yeri gelince" teferruat olarak addedildiği bir adalet anlayışı bu. Yargıdaki zihniyet dünyasının inşasında hemen hemen tek fail yüksek yargıdır. Öte yandan, yüksek yargı HSYK üzerinden, 1961'den, özellikle 1971 değişikliklerinden itibaren, yerel mahkemelerdeki hâkim ve savcıların atanmasından denetlenmesine, sicillerinin ve terfilerinin düzenlenmesine kadar bütün konularda tek belirleyici idi. 12 Eylül 2010 referandumundan sonra değişen bu sistem, yüksek yargıyı, tam kırk yıl hâkimlerin kaderini belirleyen bir konumda tutmuştur. Hâkim ve savcılar, yüksek yargının iki dudağının arasından çıkacak sözlere kilitlenmiş şekilde hiza almaya mecbur bırakılmışlardır. Yargı bağımsızlığına en büyük tehdit yüksek yargı olmuştur.
Bu konular çok tartışıldı, ayrıntılarla meşgul olmaya gerek yok. Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan bir çalışmadaki verilerin bir kısmını dikkate sunmak istiyorum. Yargıtay'daki, bir dosyanın incelenme süresi Birinci Ceza Dairesi'nde 352, İkinci Ceza Dairesi'nde 185, Üçüncü Ceza Dairesi'nde 341, Dördüncü Ceza Dairesi'nde 287, Beşinci Ceza Dairesi'nde 375, Altıncı Ceza Dairesi'nde 796, Yedinci Ceza Dairesi'nde 697, Sekizinci Ceza Dairesi'nde 408, Dokuzuncu Ceza Dairesi'nde 375, Onuncu Ceza Dairesi'nde 514 ve Onbirinci Ceza Dairesi'nde 371 gündür. Her dosyanın dairelere gitmeden önce Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nda bekleme süresi ise 473 gündür. Dairelerdeki sürelere 473 gün daha ilave etmek gerekiyor bu durumda. Her bir dairede bekleyen dosya sayısına baktığımızda ise tablo daha vahim bir hal alıyor. En az dosya sayısı 9.000 civarında olmak üzere Birinci Ceza Dairesi'nde, en çok dosya sayısı ise Altıncı Ceza Dairesi'nde 60.000 civarındadır.
Bundan çok daha önemli bir veri var. Dosya sayıları ve her bir dosya için bekleme süresi sadece kemmiyete dair (niceliksel) bir fikir vermektedir. Dosyaların nasıl incelendiğine dair bir fikrimiz de olmalı. Yargıtay'ın internet sitesinden alınan verilerle yapılan hesaplamalara göre, 2010 yılında, Onuncu Ceza Dairesi 29.002 dosyayı, Dokuzuncu Hukuk Dairesi ise 42.052 dosyayı karara bağlamış. Yargıtay'ın bir yılda, ortalama 200 gün çalıştığı dikkate alınacak olursa, bu durumda, Onuncu Ceza Dairesi bir günde 145 dosya, Dokuzuncu Hukuk Dairesi ise bir günde 210 dosya sonuçlandırmış olmaktadır. Yargıtay hâkimlerinin günde, ortalama, 6 saat yani 360 dakika çalıştığı varsayıldığında, Onuncu Ceza Dairesi bir dosyaya ortalama 2,4 dakika, Dokuzuncu Hukuk Dairesi ise bir dosyaya ortalama 1,7 dakika vakit ayırmaktadır. Beş hâkimin dosyaları okuması, tetkik hâkiminin inceleme raporunu değerlendirmesi ve tartışması bu kadar sürede yapılmaktadır. Yüksek yargının adalet dağıtımı böyle oluyor işte.
Yüksek yargının bundan birkaç yıl önce hem Yargıtay'da hem de Danıştay'da daire sayısının artırılmasına dair talepleri vardı. Şimdi her iki mahkeme yetkilileri de bu taleplerinden vazgeçtiklerini açıklamakta ya da daire sayısının artırılmasına karşı olduklarını ifade etmektedir. Nedir değişen? Son yıllarda Yargıtay ve Danıştay'da iş yükü mü azalmıştır? Bir ihtiyaç olan daire sayısının artırılması ne olmuş da ihtiyaç olmaktan çıkmıştır?
Açık konuşalım; iş yükü azalmamış, bilakis artmıştır; daire sayısının artmasına olan ihtiyaç devam etmektedir. Değişen nedir? Değişen HSYK'dır. Daha önce Yargıtay ve Danıştay'a atanacak hâkimleri HSYK'daki kontrolü ellerinde tuttukları için, yine Yargıtay ve Danıştay seçmekteydi. İki yüksek mahkemede zaman içinde oluşmuş "gruplaşma"lar çerçevesinde bir statüko kurulmuş. HSYK, bu statükoyu sürdürmekteydi. O zaman daire sayısını artırmak, üye sayısını artırmak sorun değildi; statüko değişmiyordu.
12 Eylül 2010 referandumuyla HSYK'nın yapısı değişti. HSYK'da Yargıtay ve Danıştay hakimiyeti kalmadı; çoğunluk artık yerel mahkemelerde görev yapan hâkim ve savcıların temsilcilerinde. Artık HSYK'nın yüksek mahkemelere üye seçimindeki kriterler statükoya göre ayarlanmış kriterler değil. O zaman yüksek mahkemelere yapılan her atama statükoyu değiştirecek. Tartışmanın temelindeki husus işte budur.
TBMM'ye sunulan kanun değişikliği tasarısı bir "yargı reformu paketi" değildir. Bu aşamada yargıya gerek bir reform değil, bir "acil servis" müdahalesidir. Yerel mahkemeler için hâkim alımı süreçleri zaten devam ediyor. Açıkladığımız tablo ise yüksek mahkemelerde hâkim sayısının artırılmasının zaruri olduğunu apaçık ortaya koymaktadır. Yargıtay ve Danıştay da bunu gerekli görmüş. Şimdi karşı çıkışın sebebi, daire ve üye sayısının artırılmasının gereksiz hale gelmesinden değil, statükonun değişeceği korkusundandır. Yargıtay Başkanı'nın TBMM'deki değişiklik tasarısının ertelenmesi talebi, bu bakımdan, "kamu yararı" düşünülerek yapılmış bir talep değildir. Kanun tasarısı, statükonun devamı hesaplarına kurban edilmemelidir.
Doç. Dr. Mustafa Şentop
İflasın büyük ölçüde sorumlusu yüksek yargıdır; kimse bunun aksini iddia edemez. Göz boyamaya gerek yok; yüksek yargı yaklaşık elli yıldır kendine göre bir "yargı" ve "adalet" anlayışı inşa etmeye çalışmaktadır. Sadece hukukun değil, kanunların bile "yeri gelince" teferruat olarak addedildiği bir adalet anlayışı bu. Yargıdaki zihniyet dünyasının inşasında hemen hemen tek fail yüksek yargıdır. Öte yandan, yüksek yargı HSYK üzerinden, 1961'den, özellikle 1971 değişikliklerinden itibaren, yerel mahkemelerdeki hâkim ve savcıların atanmasından denetlenmesine, sicillerinin ve terfilerinin düzenlenmesine kadar bütün konularda tek belirleyici idi. 12 Eylül 2010 referandumundan sonra değişen bu sistem, yüksek yargıyı, tam kırk yıl hâkimlerin kaderini belirleyen bir konumda tutmuştur. Hâkim ve savcılar, yüksek yargının iki dudağının arasından çıkacak sözlere kilitlenmiş şekilde hiza almaya mecbur bırakılmışlardır. Yargı bağımsızlığına en büyük tehdit yüksek yargı olmuştur.
Bu konular çok tartışıldı, ayrıntılarla meşgul olmaya gerek yok. Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan bir çalışmadaki verilerin bir kısmını dikkate sunmak istiyorum. Yargıtay'daki, bir dosyanın incelenme süresi Birinci Ceza Dairesi'nde 352, İkinci Ceza Dairesi'nde 185, Üçüncü Ceza Dairesi'nde 341, Dördüncü Ceza Dairesi'nde 287, Beşinci Ceza Dairesi'nde 375, Altıncı Ceza Dairesi'nde 796, Yedinci Ceza Dairesi'nde 697, Sekizinci Ceza Dairesi'nde 408, Dokuzuncu Ceza Dairesi'nde 375, Onuncu Ceza Dairesi'nde 514 ve Onbirinci Ceza Dairesi'nde 371 gündür. Her dosyanın dairelere gitmeden önce Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nda bekleme süresi ise 473 gündür. Dairelerdeki sürelere 473 gün daha ilave etmek gerekiyor bu durumda. Her bir dairede bekleyen dosya sayısına baktığımızda ise tablo daha vahim bir hal alıyor. En az dosya sayısı 9.000 civarında olmak üzere Birinci Ceza Dairesi'nde, en çok dosya sayısı ise Altıncı Ceza Dairesi'nde 60.000 civarındadır.
Bundan çok daha önemli bir veri var. Dosya sayıları ve her bir dosya için bekleme süresi sadece kemmiyete dair (niceliksel) bir fikir vermektedir. Dosyaların nasıl incelendiğine dair bir fikrimiz de olmalı. Yargıtay'ın internet sitesinden alınan verilerle yapılan hesaplamalara göre, 2010 yılında, Onuncu Ceza Dairesi 29.002 dosyayı, Dokuzuncu Hukuk Dairesi ise 42.052 dosyayı karara bağlamış. Yargıtay'ın bir yılda, ortalama 200 gün çalıştığı dikkate alınacak olursa, bu durumda, Onuncu Ceza Dairesi bir günde 145 dosya, Dokuzuncu Hukuk Dairesi ise bir günde 210 dosya sonuçlandırmış olmaktadır. Yargıtay hâkimlerinin günde, ortalama, 6 saat yani 360 dakika çalıştığı varsayıldığında, Onuncu Ceza Dairesi bir dosyaya ortalama 2,4 dakika, Dokuzuncu Hukuk Dairesi ise bir dosyaya ortalama 1,7 dakika vakit ayırmaktadır. Beş hâkimin dosyaları okuması, tetkik hâkiminin inceleme raporunu değerlendirmesi ve tartışması bu kadar sürede yapılmaktadır. Yüksek yargının adalet dağıtımı böyle oluyor işte.
Yüksek yargının bundan birkaç yıl önce hem Yargıtay'da hem de Danıştay'da daire sayısının artırılmasına dair talepleri vardı. Şimdi her iki mahkeme yetkilileri de bu taleplerinden vazgeçtiklerini açıklamakta ya da daire sayısının artırılmasına karşı olduklarını ifade etmektedir. Nedir değişen? Son yıllarda Yargıtay ve Danıştay'da iş yükü mü azalmıştır? Bir ihtiyaç olan daire sayısının artırılması ne olmuş da ihtiyaç olmaktan çıkmıştır?
Açık konuşalım; iş yükü azalmamış, bilakis artmıştır; daire sayısının artmasına olan ihtiyaç devam etmektedir. Değişen nedir? Değişen HSYK'dır. Daha önce Yargıtay ve Danıştay'a atanacak hâkimleri HSYK'daki kontrolü ellerinde tuttukları için, yine Yargıtay ve Danıştay seçmekteydi. İki yüksek mahkemede zaman içinde oluşmuş "gruplaşma"lar çerçevesinde bir statüko kurulmuş. HSYK, bu statükoyu sürdürmekteydi. O zaman daire sayısını artırmak, üye sayısını artırmak sorun değildi; statüko değişmiyordu.
12 Eylül 2010 referandumuyla HSYK'nın yapısı değişti. HSYK'da Yargıtay ve Danıştay hakimiyeti kalmadı; çoğunluk artık yerel mahkemelerde görev yapan hâkim ve savcıların temsilcilerinde. Artık HSYK'nın yüksek mahkemelere üye seçimindeki kriterler statükoya göre ayarlanmış kriterler değil. O zaman yüksek mahkemelere yapılan her atama statükoyu değiştirecek. Tartışmanın temelindeki husus işte budur.
TBMM'ye sunulan kanun değişikliği tasarısı bir "yargı reformu paketi" değildir. Bu aşamada yargıya gerek bir reform değil, bir "acil servis" müdahalesidir. Yerel mahkemeler için hâkim alımı süreçleri zaten devam ediyor. Açıkladığımız tablo ise yüksek mahkemelerde hâkim sayısının artırılmasının zaruri olduğunu apaçık ortaya koymaktadır. Yargıtay ve Danıştay da bunu gerekli görmüş. Şimdi karşı çıkışın sebebi, daire ve üye sayısının artırılmasının gereksiz hale gelmesinden değil, statükonun değişeceği korkusundandır. Yargıtay Başkanı'nın TBMM'deki değişiklik tasarısının ertelenmesi talebi, bu bakımdan, "kamu yararı" düşünülerek yapılmış bir talep değildir. Kanun tasarısı, statükonun devamı hesaplarına kurban edilmemelidir.
Doç. Dr. Mustafa Şentop