Son günlerde özellikle sosyal medyada denk geldiğimiz haberlerde koronavirüs kovid-19 nedeniyle uğranılan zararların tazmini amacıyla Çin Devletine karşı dava açıldığını okuduk. Söz konusu davanın yine medyadan edindiğimiz bilgilere göre kar mahrumiyeti talepli ve asliye hukuk mahkemesinde ikame edildiği ifade edilmektedir.
Özel tüzel ve gerçek kişilerin herhangi bir nedenle bir yabancı devleti dava etmesi halinde yargı bağışıklığı ve milletlerarası hukukta buna dayanak bir hususun olup olmadığı öncelikle irdelenmesi gerekmektedir.
Milletlerarası Özel Hukuk Kanununun 49. Maddesi yargı muafiyetine dair şartları ortaya koymaktadır.
Yabancı devletin yargı muafiyetinden yararlanamayacağı hâller
MADDE 49 – (1) Yabancı devlete, özel hukuk ilişkilerinden doğan hukukî uyuşmazlıklarda yargı muafiyeti tanınmaz.
(2) Bu gibi uyuşmazlıklarda yabancı devletin diplomatik temsilcilerine tebligat yapılabilir.
Bütün devletlerin aynı değerde onurlu, eşit ve bağımsız olması, eşitlerin birbiri üzerinde hâkimiyet sahibi olamaması sebebiyle, yabancı bir devletin, başka devletlerin yargı yetkisinden bağışık olduğu milletlerarası hukuk çerçevesinde kabul edilmektedir. Uzun bir süre mutlak olarak kabul edilen bu bağışıklık , günümüzde devletlerin ticari alanda oldukça aktif olmaları nedeniyle daha sınırlı olarak ele alınmakta, yabancı devletin eyleminin bir egemenlik faaliyeti gereği mi yoksa özel hukuk kişisi gibi mi olduğu ayrılmakta, ikinci halde yabancı devlet de yargı yetkisine tabi kılınmaktadır.
Yabancı devletlerin bir başka ülkenin yargısından bağışıklığı, günümüzde kamu hukukundan kaynaklanan ve egemenlik yetkisinin görünümü biçimindeki işlemlere hasredilmiştir. Özel hukuktan kaynaklanan uyuşmazlıklar açısından ise yargı bağışıklığı söz konusu olmaz. Burada dikkat edilmesi gereken husus ise, ne zaman bir uyuşmazlığın özel hukuk ilişkisinden kaynaklandığının belirlenmesi noktasındadır.
Hukukumuzda da, Milletlerarası Özel Hukuk ve Usûl Hukuku Hakkında Kanun’un 49’uncu maddesiyle yabancı devletlerin özel hukuktan kaynaklanan faaliyetleri nedeniyle yargı muafiyetine tabi olmadıkları açıkça düzenlenmiştir. İşlemin ne zaman özel hukuk faaliyeti olarak değerlendirileceği bir vasıflandırma meselesidir ancak, söz konusu ayrım yapılırken işlemin yahut eylemin amacı değil özü, doğası dikkate alınmalıdır. Zira devletçe gerçekleştirilen her işlemin nihai amacı kamusaldır.
Devlet tüzel kişiliği yanında, devlete ait teşebbüsler açısından da aynı ölçüt kullanılır ve faaliyetin egemenlik yetkisinin kullanımı olup olmadığının yahut malvarlığı değerinin kullanım amacının tespitine göre bağışıklık durumu belirlenir.
Burada birkaç İHAM kararları ile Türk Mahkemelerinin içtihatlarını inceleyerek faaliyetin egemenlik yetkisinin kapsamına girip girmediği hususunun daha iyi anlaşılacaktır.
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin Jones ve Diğerleri-Birleşik Krallık kararının yargı bağışıklığı ve devletlerin egemenlik yetkisinin kullanılması anlamında önemli olduğunu görmekteyiz.
Söz konusu kararda “15 Mart 2001’de, Suudi Arabistan’da yaşadığı ve çalıştığı sırada Jones, Riyad’taki bir kitapçının dışında bir bombanın patlamasıyla beraber hafif biçimde yaralanmıştır. Ertesi gün Suudi Arabistan yetkilileri tarafından hastaneden çıkartıldığını ve 67 gün boyunca hukuka aykırı olarak tutulduğunu iddia etmektedir. Bu süre boyunca kendisine Yarbay Abdul Aziz tarafından işkence edilmiştir. Özellikle de avuç içlerine, ayaklarına, kollarına ve bacaklarına bir sopayla vurularak dövüldüğünü; yüzüne tokat atıldığını ve yumruklandığını; uzun sürelerle kollarından asıldığını; ayak bileklerinin zincirlendiğini; uykusuz bırakıldığını ve kendisine zihin bulandırıcı ilaç verildiğini iddia etmektedir. Jones, Birleşik Krallık’a geri dönmüş, burada gerçekleştirilen tıbbi bir incelemede, anlatımıyla tutarlı yaralar tespit edilmiş ve kendisine travma sonrası ağır stres bozukluğu teşhisi konulmuştur. 27 Mayıs 2002’de “Suudi Arabistan Krallığı İçişleri Bakanlığı” ve Yarbay Abdul Aziz’e karşı, başka şeylerin yanı sıra işkenceden gördüğü zararları talep ederek, ilk derece mahkemesinde (High Court) dava açmıştır. Yapılan yargılama sonunda 30 Temmuz 2003 tarihli kararında, bir ilk derece mahkemesi yargıcı, 1978 tarihli Devlet Bağışıklık Kanunu’na göre, Suudi Arabistan’ın bağışıklıktan yararlanma hakkı olduğuna karar vermiştir.
Aynı davadaki diğer olayda ise; “Mitchell ve Sampson, Aralık 2000’de Riyad’ta yakalanmış; Walker, aynı yerde Şubat 2001’de yakalanmıştır. Üç başvurucu da, tutuldukları sırada, ayakları, kolları, bacakları ve kafalarına vurularak dövülmeleri ve uykusuz bırakılmaları da dahil olmak üzere uzun süreli ve sistematik işkenceye tabi tutulduklarını iddia etmiştir. Sampson, kendisine anal yolla tecavüz edildiğini iddia etmiştir. Başvurucular, 8 Ağustos 2003’te serbest bırakılmış ve Birleşik Krallık’a geri gönderilmiştir. Her biri, yaralarıyla anlatımlarının tutarlı olduğunu bulgulayan raporlar almıştır. Başvurucular, sorumluluk taşıdığını düşündükleri dört bireye karşı ilk derece mahkemesinde dava açmaya karar vermiştir. İki polis memuru, tutuldukları hapishanenin müdür yardımcısı ve işkenceye izin verdiği iddia edilen İçişleri Bakanı. Bu nedenle yargı yetkisi dışındaki dört birey hakkındaki dava dilekçelerinin yargı yetkisi dışına tebliğ edilmesi talebinde bulunmuşlardır.18 Şubat 2004’te bu talepleri Jones’un iddiasını gören aynı yargıç tarafından, Jones’a ilişkin daha önceki karara dayanılarak reddedilmiştir.”
İlk derece mahkemelerinin red kararlarından sonra temyiz mahkemelerinden de taleplerin reddine dair karar çıkması neticesinde İnsan Hakları Mahkemesi’ne Sözleşmenin 6.maddesinin ihlali nedeniyle devlet aleyhine dava açılmış ve yukarıdaki açıklanan her iki olayda birleştirilerek dosyanın incelenmesi yapılmıştır. Uyuşmazlık konusu da tazminat istemlerinin yargı muafiyeti kapsamında kalıp kalmadığı noktasındadır. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi vermiş olduğu kararda kısaca “Mahkeme, mevcut davada devlet görevlilerine bağışıklık tanımanın uluslararası kamu hukukunun genel olarak tanınmış kurallarını yansıttığı konusunda tatmin olmuştur. Dolayısıyla başvurucuların açmış oldukları medeni hukuk davalarında devlet görevlilerine 1978 tarihli Yasa hükümlerinin uygulanması, başvurucuların mahkemeye erişimi üzerinde haksız bir sınırlama yaratmamıştır. Buna bağlı olarak bu davada Sözleşme’nin 6.1 maddesinin ihlal edilmesi söz konusu değildir.” Gerekçesiyle başvuruyu kabul edilebilir bulmakla beraber sözleşmenin ihlal edilmediğine hüküm altına almıştır.
Sovyetler Birliği donanmasına bağlı bir geminin, İstanbul yakınındaki Kınalıada açıklarında Türkiye Cumhuriyeti donanmasının bir hücumbotuna çarpması sonucu yaşamlarını yitiren denizcilerin yakınlarınca açılan, destekten yoksun kalma tazminatı istemiyle ilgili davada, özetle şu gerekçelerle yargı bağışıklığı tanınmıştır. Yargıtay 13. Hukuk Dairesinin 16 Kasım 1989 tarihli, E.1989/3896,K.1989/6648 sayılı kararı. “Harp gemilerinin, bayrağını taşıdığı devletin egemenlik simgesi olduğu açıktır. Bu bakımdan harp gemileri de yargı bağışıklığından yararlanırlar…anılan hukuk ilişkilerinden amaç yabancı bir devletin egemenlik hakkına dayanarak yaptığı tasarrufların dışında kalan , özel bir kişi gibi hususi hukuk faaliyetinde bulunması, ticari ilişkilere girmesi sonucu doğan uyuşmazlıklardır. Yoksa yabancı bir devletin egemenlik hakkına dayanarak yaptığı tasarrufları bu maddenin kapsamı içinde mütalaa etmek mümkün bulunmamaktadır.”
Aynı şekilde, Yargıtay, İran-Irak arasında 1980 yılında başlayan savaş sırasında geçen bir olay nedeniyle açılmış olan dava ile ilgili olarak da benzer bir karar vermiştir. 1986 yılında verilmiş olan bu kararda dava konusunu oluşturan olay şöyle özetlenmiştir: “Davacı, kendilerine ait tankerin, İran’dan ham petrol yükleyip Basra Körfezi’nde seyrederken Irak Devleti’ne ait savaş uçaklarının saldırısına uğradığını ve bu haksız eylemin sonucunda üç denizcinin öldüğünü ve tankerin de hasar gördüğünü ileri sürüp uğradığı maddi ve manevi zararın davalı Irak Arap Cumhuriyeti Devleti’ne ödettirilmesini talep ve dava etmiştir.” Davaya bakan yerel mahkeme “davalı devletin yargılanamayacağı nedeniyle” davayı reddetmiş ve dava temyiz yoluyla Yargıtay’ın önüne gelmiştir. Yargıtay kararında eski MÖHUK m. 33’e dayanılarak şöyle denilmiştir: “Dava konusu olayda davalı devletin savaş uçaklarının saldırısı ile oluşan haksız fiilin, özel hukuk ilişkisi sayılıp sayılamayacağının tespiti gerekir. Maddi olayın niteliğine göre, harp halindeki devletlerden birinin savaş araçlarının üçüncü bir devletin vatandaşlarına verdiği zararın özel hukuk ilişkisinden doğmadığı, bir hakimiyet tasarrufu bulunduğu açıktır.”
Özel hukuk ilişkisinin daha iyi anlaşılabilmesi için Yargıtay’ın temyiz incelemesinde bozma kararı verdiği bir olaydan bahsetmenin faydası olduğu düşüncesindeyim. “Davacı, iki dairesini ABD Konsolosluğu’na kiraladığını, ödenmeyen telefon faturaları ile hor kullanma karşılığı 3.029.280 liranın ödetilmesini istemiştir. Davalı, Milletlerarası Hukuk ve Viyana Anlaşması’na göre, bir devletin başka bir devlet tarafından yargılanamayacağını öne sürerek davalıya husumet düşmeyeceğini savunmuştur. Mahkemece, bir devletin başka bir devlet tarafından yargılanamayacağı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı tarafından temyiz edilmiştir. İddia ve savunmadan anlaşıldığı üzere kira sözleşmesi davacı ile ABD Konsolosluğu arasında kurulmuştur. Konsolosluk, ABD’yi temsil ettiğinden olayda kira ilişkisi davacı ile ABD arasındadır. Olayda dayanılan kira sözleşmesi hususi (özel) hukuk işlemidir. Davacı bu sözleşmeye aykırı davranıştan doğan hor kullanma tazminatı ve telefon kullanmadan doğan alacağını istemiştir. Olayın taraflar arasındaki niteliğine göre, davalı devletin olayda yargı muafiyeti bulunmamaktadır.” şeklinde karar Yargıtay’ın kararı ile uyuşmazlığın özel hukuk kriteri de açıklığa kavuşmaktadır.
Açıklanan kararlar ve kanunun amacı da gözetildiğinde sonuç olarak; yargı bağışıklığı devletin kamu gücünden ve egemenlik yetkisinden kaynaklanmakla beraber sınırları ve şartları da kanun ve içtihatlarla belirlenmiştir. Özel hukuk ilişkisinden doğan uyuşmazlıklar dışında yabancı devletlere husumet yöneltmenin mevcut yasal düzenlemeler karşısında mümkün olmadığı anlaşılmaktadır. Son aylarda ülkemizde ve dünya genelinde büyük bir sorun haline gelen ve pandemi ilan edilen bir salgın neticesinde özel tüzel ve gerçek kişilerin zarara uğradıkları aşikardır. Bu zararların giderilmesi adına gerek yerel otoriteler gerekse uluslararası kuruluşların birtakım çalışmaları olduğunu da görmekteyiz. Bu noktadan hareketle, özellikle kar mahrumiyeti, işçilik alacağı, sözleşmenin feshedilmesi gibi konuların özel hukuk ilişkisi gerekçesiyle bir yabancı devlete husumet konusu yapılmasının kanuna aykırı olduğu ve bu davaların da MÖHUK madde 49 gereğince reddedilmesi gerektiği kanaatindeyim.