Konuya ilgi duyanların bildiği üzere vicdani ret, kişinin siyasal görüşleri veya ahlaki değerleri ya da dinsel inançları gereğince zorunlu askerlik hizmetini yapmayı reddetmesidir.
Her ne kadar ‘Vicdani Ret’, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu tarafından temel bir insan hakkı olarak kabul edilmekte ise de, Türkiye dahil pek çok ülkede, gerek siyasetçiler, gerekse entelektüeller ile konuya ilgi duyan yurttaşlar arasında tartışmalı olan, bu bağlamda lehine olduğu kadar aleyhine de değerlendirmeler yapılan bir eylem biçimidir.
Ülkemizde de bir kısım aktivist, uzun bir zamandan bu yana gerek sosyal medyayı, gerekse diğer başka platformları kullanarak ‘Barış İçin Vicdani Ret’ adıyla bir kampanya yürütmek suretiyle vicdani ret konuda bir farkındalık yaratmaya ve kamuoyu oluşturmaya çalışmaktadır.
Bir süreden beri İngilizce aslından Türkçeye çevirmek için üzerinde çalıştığım Amerikalı siyaset bilimci John Rawls’un ‘Bir Adalet Teorisi’ isimli kitabında yer alan önemli konulardan birisi de ‘Vicdani Ret’ üzerinedir. Rawls’un ‘The Definition of Concscientious Refusal/Vicdani Reddin Tanımlanması’ ve yine ‘The Justification of Conscientious Refusal/Vicdani Reddin Haklılaştırılması’ başlıkları altında incelediği konuyla ilgili görüşlerini önemli ve değerli bulduğum için sizinle paylaşmak istedim.
Bu bölümün Türkçe tercümesini, kavram üzerinde kişisel olarak herhangi bir yorum ve değerlendirmede bulunmaksızın ve olduğu gibi aşağıda sunuyorum.
VİCDANİ REDDİN TANIMLANMASI
Sivil itaatsizlikten ayırt ettiğim vicdani ret nosyonunu/kavramını açıklamak istiyor ve şimdi bunu yapıyorum. Kabul etmek gerekir ki, bu iki görüşü birbirinden ayırmaya çalışmak, sivil itaatsizliğe geleneksel tanımından daha dar bir tanımlama getirmek demektir. Bunun nedeni, sivil itaatsizliğin son tahlilde örtülü biçimde yapılması, güç kullanılmasını içermemesi, alışılmış şekliyle daha geniş anlamda düşünüldüğünde vicdani nedenlere dayanması ve hukukla herhangi bir şekilde uyum içinde olmamasıdır. Thoreau’nun makalesi, geleneksel anlamda kesin olmamakla birlikte son derece niteliklidir/karakteristiktir.(23) Dar anlamlılığın kullanışlı olmaması nedeniyle vicdani ret tanımının incelenerek bir kez daha açıklanması gerektiğine inanıyorum.
Vicdani ret az veya çok hukukun emrine/ihtarına veya idari bir emre ya da düzene doğrudan uygunluk içinde değildir. Bizi muhatap alan bir emirden ve verili bir durumu takiben bizim bunu kabul edip etmeyeceğimizin yetkililerce bilinmediği bir ret biçimidir. İlk Hıristiyanların pagan/çok tanrılı bir devletin emrettiği dindarlığın belirli eylemlerini yapmayı ve yine Yehova Tanıklarının bayrağı selamlamayı reddetmeleri bunun ilk örnekleridir. Silahlı kuvvetlere hizmet etme hususundaki eylemsiz isteksizlik veya bir askerin savaşta uygulanacak olan bir emrin ahlak yasasına açıkça aykırı olduğunu düşündüğü için bu emre uymaması diğer örnekler olarak gösterilebilir. Ve yine Thoreau’nun olayında olduğu gibi, bir vergi yükümlüsünün, bir başkasının ağır/vahim bir şekilde haksızlığa/adaletsizliğe uğramasına neden olmamak için vergi vermeyi reddetmesi de bir başka örnektir. Birisinin eyleminin/hareketinin yetkililer tarafından bilindiği varsayılırsa eğer, bu gibi durumlarda daha fazla kişinin bunu gizlemek hususunda istekli olması da bu hususa ait bir örnek olarak verilebilir. Gizli olması gereken bir hususta, birisinin vicdani ret yerine vicdani olarak konuşması da aynı kapsamdadır. Kölelik hukukundaki gizli suçlardan firarda bulunmak da bir vicdani kaçınma örneğidir. (24)
Vicdani ret (veya vicdani sakınma/kaçınma) ile sivil itaatsizlik arasında birkaç noktada çelişki/karşıtlık vardır. Her şeyden önce vicdani ret, çoğunluğun adalet duygusuna hitap eden bir eylem biçimi değildir. Pek çok durumda gizlilik mümkün olmamakla, bu tür eylemlerin çoğu zaman gizli veya örtülü kalmayacağından emin olmamız gerekir. Vicdani ret durumunda, bir kimse, vicdani temelde hukuki olmayan bir emre itaat etmeyi veya buna uymayı sadece ve en basit şekliyle reddeder. Vicdani ret de hiç kimse toplumun kanaatlerine/inançlarına çağrıda bulunmaz, bu bağlamda vicdani ret kamusal forumlarda/tartışmalarda yer alan bir eylem değildir. İtaati tanımaktan alıkonulmaya hazır olanların olduğu yerde karşılıklı bir anlayış temeli yoktur; bu konumdaki kişiler, kendilerinin sebep oldukları sivil itaatsizlik için herhangi bir fırsat aramazlar. Aksine, zamanlarını itaatsizliğe gerek olmayacağını umut ederek beklemeye harcarlar. Bu kişiler, sivil itaatsizliği üstlenenlerden çok daha az iyimserdirler ve gerek yasaların, gerekse politikaların değişeceği hususunda hiçbir beklenti içinde değildirler. İçinde bulundukları durum, onlara hiçbir zaman kendi meselelerini ortaya koyma hususunda izin vermez, onların meseleleri toplumun çoğunluğu tarafından üstlenilmez, hiç kimse iddiaları konusunda onlara karşı anlayışlı olmaz ve toplum onlara hiçbir şekilde şans tanımaz.
Vicdani reddin siyasal ilkeler temeline dayanması mutlak bir zorunluluk değildir, dini veya anayasal düzene uymayacak başkaca ilkeler üzerine kurulması da mümkündür. Vicdani ret başkaca zeminleri olan bir eylem iken, sivil itaatsizlik ortaklaşa paylaşılan adalet kavramından hareket eden bir uygulamadır. Örneğin erken dönem Hıristiyanların imparatorluğun dini adetlerine uymayı adalet gerekçesiyle reddetmelerini imparatorluğun dini adetleri üzerinden haklılaştırmaya çalışmadıklarını, sadece kendi dini anlayışlarına aykırı olduğu için reddettiklerini kabullendiğimizde, onların bu argümanları siyasal nitelikte olmadığı gibi, pasifistlerin benzer nitelikteki bakış açıları da anayasal rejimin altını çizdiği adalet kavramının tanıdığı meşru müdafaa savaşları niteliğinde değildir. Bununla birlikte, vicdani ret siyasal nedenler üzerine inşa edilebilir. Herhangi birisi daha hukuki bir yol izleyerek, bunun son derece haksız olduğunu ve buna uyulmasının sorunun dışında kaldığını düşünerek vicdani reddi geri çevirebilir. Hukukun, bizim varoluşumuzun bir başkasının köle yapılmasının etkeni olmasını emrettiğini veya benzer bir kaderin sunulmasının bizim için gerekli olduğunu söylememiz durumunda, bu söylem bir vakıa olarak hüküm ifade eder. Ama bunlar bilinen/tanınan siyasal ilkeleri referans alan açık ihlallerdir.
Kimi insanlar dini nedenlere başvurarak eylemde bulunmayı reddettiklerinde, bunun siyasal adalet ilkelerinin gereği olduğu her ne kadar ileri sürülebilir ise de, bu durumda neyin doğru olduğunu tespit etmek gerçekten çok zor bir meseledir. Bir savaş olduğu ve bu savaşın haklı nedenlere dayandığı varsayıldığında, pasifistler askerlik hizmetinden muaf mı tutulacaklardır? Veya devlet belirli zorluklara katlanılmasının uygun olmadığına izin mi verecektir? Her ne kadar, hukuk, her zaman vicdanın dikte ettirdiklerine saygı duyar şeklindeki bir ifadenin ayartma olduğu söylenebilir ise de, bu düşünce her zaman doğru değildir. Hoşgörüsüzlükte gördüğümüz üzere, eşit özgürlük ilkesinin gerçekleştirilmesinde olduğu gibi insanların dini menfaatlerinin arkasından gitmelerini hukuk düzenlemeli ve marjinal bir durum olan insanın kurban edilmesi gibi dini uygulamaları hukuk mutlaka yasaklamalıdır. Ne din, ne de vicdan böyle bir uygulamayı korumamalıdır. Kendi bakış açısına göre bir adalet teorisi de, buna muhalefet edenlere karşı nasıl davranılacağı üzerinde çalışmalıdır. İyi donanımlı veya adil bir toplumun amacı, adalet kurumlarını korumak ve güçlendirmek olmalıdır. Eğer bir din kendi bütünsel ifadesini inkar ediyorsa, o din muhtemelen başkalarının eşit özgürlüğünün ihlali içinde hareket etmektedir. Genel olarak hoşgörü derecesi, adil bir özgürlük sistemi içinde olan ve eşit yerde bulunmalarına izin verilen kişilerin zıt ahlaki kavramları tanımasına dayanır.
Eğer eylemsizlik saygılı davranır ama buna rağmen yine de hoş görülmez ise, buna ilişkin açıklama adalet ilkeleriyle makul bir uyum içinde olmalıdır. Toplum tarafından tanınan siyasi ilkelerin, pasifist itiraf öğretisiyle belirli bir benzeşimi ve yine eşit statüdeki ahlaklı insanlar arasında savaşa ve güç kullanılmasına karşı ortak bir nefret inancı vardır. Ulusların verili eğilimi, özelde büyük güçlerin savaşta haklı olmayan bir uğraş içinde olmaları ve devletin cihazlarını muhalefeti bastırmak yönünde ayarlaması, hükümetlerin kendi adlarına hareket ettiği düşüncesine sahip olan yurttaşların eylemsizliğe saygı duymalarına ve bunların, yapılan yanlışları yurttaşların uyarı olarak görmeleri yönündeki amaçlarına hizmet eder. Buna rağmen kendi görüşlerinin hep beraber seslendirilmediğini gören kişiler, pasifistler tarafından yapılan protesto ve uyarıların, kendi açıklamalarının adalet ilkelerinin daha az güvenliğe tercih edilmesi üzerindeki dengenin sonucu olduğunu ifade edebilirler. Doğru bir doktrin olarak yola çıkan pasifizmin, mesleklerini zafiyet içinde yaşayan insanların zararlarını makul ölçüler içinde tazmin etmesi gerekir.
Güncel bazı durumlarda, vicdani ret ile sivil itaatsizlik arasında keskin bir ayrım olmadığı hususu elbette unutulmamalıdır. Dahası her ikisine de konu olan aynı eylemin (veya eylemlerin sırasının) güçlü unsurlara sahip olması gerekir. Her ikisinin de açık durumlardan ibaret bulunduğu, ikisi arasındaki karşıtlığın/çelişkinin sivil itaatsizliğin yorumlanmasına ve demokratik bir toplumdaki işlevine yönelik aydınlatmalara giden yol olduğu açıktır. Bu şekilde hareket etmenin doğası siyasal başvurunun özel bir çeşidi olarak verilmiş olsa dahi, hukuki bir sistem içinde başkaca adımlar atılana kadar bu eylem her zaman haklılaştırılamaz. Bu gerekliliğe rağmen bazı aşikar durumlarda meşru olan vicdani ret çok sık olarak başarısız olur. Özgür/serbest bir toplumda, erken dönem Hıristiyanlarda olduğu gibi, hiç kimse dini eylemlerini eşit özgürlük ilkesine aykırı olarak icra etmeye ve pek tabii olarak daha yüksek bir otoriteye başvurmayı beklemekte olan hiçbir asker şer/kötü emirlere itaat etmeye zorlanamaz. Bütün bu uyarılar sözü vicdani reddin haklılaştırılması sorununa getirmek için yapılmıştır.
VİCDANİ REDDİN HAKLILAŞTIRILMASI
Sivil itaatsizlikle ilgili incelememde, hukukun ve siyasetin iç meselelerdeki endişeli protestolarını mütevazi bir şekilde üstlendim. Bu noktada elbette siyasal görev teorisinin dış politikaya nasıl uygulandığını sormak gerekir. Bunu yapabilmek için her şeyden önce adalet teorisini ulusların hukukuna doğru genişletmek zorunluluğu vardır. Ben de bunu yapmaya çalışacağım. Bu konudaki fikirleri düzeltmek için vicdani reddin haklılaştırılmasını, savaşın belirli eylemleri ve yine silahlı kuvvetlere hizmet etmek temelinde inceleyeceğim. Belirtmek isterim ki, vicdani ret, dini veya başkaca ilkeler temelli değildir, siyasal temellidir. Haklılaştırmanın yollamada bulunduğu ilkeler anayasanın da temelini oluşturan adalet kavramıdır. O nedenle bizim önümüzdeki sorun, sözleşme doktrinine göre devletlerin tutumlarını düzenleyen ve bu bakış açısı çerçevesinde ulusların hukukunun ahlaki temelini açıklayan adil siyasal ilkelerle ilgilidir.
Hali hazırda biz, adalet ilkelerinin temel yapıya ve bir birim olarak topluma uygulanmasının türetilmesi noktasındayız. Bu durumda bireylerin benimsedikleri doğal görev ve yükümlülüğün değişik ilkelerinin, bireylere nasıl uygulanması gerektiğini hayal etmemiz gerekir. Zira başlangıç durumundaki/orijinal pozisyondaki kişiler, üzerinde anlaştıkları hak ilkelerini önce kendi toplumlarına ve o toplumun üyesi olarak kendilerine uygularlar. Bu noktada herhangi bir kişi, başlangıç durumunun/orijinal pozisyonun yorumlanmasının genişletilmesini ve başkaca ulusların temsilcileri olan tarafların birlikte seçmek durumunda oldukları temel ilkelerin devletler arasındaki ihtilaflı iddiaların hükme bağlanmasında uygulanmasını düşünebilir. Ben o nedenle başlangıç durumu anlayışını hariç tutuyor ve bu temsilcilerin çok değişik bilgiler türettiklerini varsayıyorum. Bu durumdaki kişiler, insan hayatının olağan akışı altında yaşayan değişik ulusları temsil ettiklerini bilmekle birlikte, kendi toplumlarının özel durumu, gücü ve güçlülüğü ile bunların diğer uluslarla mukayesesi ve kendilerinin kendi toplumlarındaki yerleri hakkında hiçbir şey bilmemektedirler. Bir kez daha ifade etmek gerekir ki, bu durumda olan akit taraflar devletlerin temsilcileridirler. Yeterli bilgiye sahip olan bu kişiler, rasyonel bir seçim yapabilmek ve kendi çıkarlarını koruyabilmek konusunda izinli olmakla birlikte, kendi özel durumları hakkında çok fazla bilgi sahibi değildirler. Bununla birlikte, kaderin tarihsel önyargılarını ve beklenmedik durumlarını ortadan kaldıran devletler arasındaki bu başlangıç durumu/orijinal pozisyon adildir. Zira devletler arasındaki adalet, başlangıç durumunun/orijinal pozisyonun yorumlanması sonucu tercih edilen ilkeler tarafından belirlenmiştir. Bu ilkeler diğer uluslara yönelik olarak kamu politikaları yürütmek için gerekli olan siyasal ilkelerdir.
Bu durumda, ben, sadece kabul edilen bu ilkelerle ilgili olarak bir açıklamada bulunabilirim. Ama herhangi bir durumda seçilen ilkeler birbirine benzer olduğu sürece bu konuda hiçbir sürpriz olmayabilir. (27) Ulusların hukukunun temel ilkesi eşitlik ilkesidir. Bağımsız insanlar devlet olarak belirli temel eşit haklara sahip olmayı düzenleyebilirler. Bu ilke anayasal bir rejim içinde yurttaşların eşit haklarına benzer. Ulusların bu eşitliğinin bir sonucu, dış güçlerin müdahalesi olmadan halkların kendi sorunları üzerinde anlaşma hakları demek olan kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi ilkesidir. Bir diğer sonuç, saldırılara karşı bu hakkı korumak için savunma ittifakları kurma hakkı dahil öz-savunma hakkıdır. Daha ileri bir ilke de, devletler arası ilişkilere egemen olan diğer ilkelere bağlılığın sağlanması amacıyla antlaşmaları korumaktır. Bu bağlamda öz-savunma antlaşmaları bağlayıcı olarak yorumlanmakta iken, haksız saldırılar konusundaki işbirliği anlaşmaları, haksız saldırılarda baştan itibaren/ab initio hükümsüz sayılmaktadır.
Bu ilkeler, bir ulusun haklı nedene dayalı bir savaşta olması veya geleneksel bir ifadeyle savaş ilan etme hakkı/jus ad bellum olarak tanımlanmaktadır. Ama aynı zamanda, bir ulusun devam eden bir savaşta kullanabileceği araçları düzenleyen, mesela savaşın adil şekilde yönetilmesi/jus in bello (28) gibi ilkeler de vardır. Haklı bir savaşta dahi belirli şiddet şekillerini kullanmak kesinlikle kabul edilemez. Ve yine bir ülkenin savaş hakkı mutlak ve sorgulanamaz dahi olsa, bu savaşta daha ağır araçları kullanmanın belirlenmiş sınırlamaları vardır. Meşru savunma hakkına dayalı bir savaşta gerekli olduğuna izin verilen eylemler, daha kuşkulu bir durumda açıkça hariç tutulmuştur. Savaşın amacı adil bir barıştır ve bundan dolayı kullanılacak araçlar barış olanağını ortadan kaldırmamalı, insan hayatını, bizim emniyetimizi ve insan türünü tehlikeye sokacak bir saldırıya umut/cesaret vermemelidir. Savaşın yönetimi sınırlandırılmalı ve savaş düzeni bu şekilde kurulmalıdır. Başlangıç durumundan/orijinal pozisyondan görüldüğü şekliyle, devletlerin temsilcileri, savaş araçları üzerindeki sınırlamaların tanınmasının uluslarının menfaatlerine hizmet ettiğini bilmelidirler. Zira adil/haklı devletin ulusal menfaati, hali hazırda kabul edilen adalet ilkeleriyle tanımlanmıştır. Dolayısıyla böyle bir ulus, bütün bunları mümkün kılacak yukarıdaki adil kurumları ve koşulları korumayı ve sürdürmeyi amaçlayacaktır. Bu ulus/devlet, dünya gücü olmak arzusuyla veya ulusal şan ve şeref için hareket etmeyecek veya ekonomik kazanç elde etmek ya da toprak kazanmak amacıyla savaşı sürdürmeyecektir. Zira bütün bu sonuçlar/uzantılar, bir toplumun meşru menfaatleri olarak tanımlanan adalet kavramına aykırı ve fakat devletlerin yaygın bulunan güncel tutumlarına uygundur. Bundan dolayı bu varsayımları, insan hayatını korumayı seçen geleneksel yasaklarla birleşim içinde olduğu kabul edilen doğal görevlere bahşetmek makul görülmelidir.
Savaş zamanında bu ilkelere başvurulduğunda, vicdani ret kavramı dini ve başkaca nosyon üzerine değil, sadece siyasal anlayış üzerinedir. Bu şekildeki bir yadsıma, kamusal alanda yer almadığı sürece siyasal bir eylem değildir ve bu sadece anayasanın altını çizdiği ve yorumlanmasına rehberlik ettiği aynı adalet teorisine dayanır. Dahası, hukuk düzeninin kendisi muhtemeldir ki, antlaşmalar şeklinde olan ulusların hukukunun en azından bazı ilkelerinin geçerliliğini tanır. O nedenle eğer bir asker savaşta mutlak olarak kanuna aykırı bir eylemde bulunma emri alırsa, bu emrin uygulanmasının açıkça savaş durumunun ihlali olduğu yönünde akla uygun ve vicdani bir kanaate vardığında, bu emre uymayı reddetmelidir. Bu durumdaki kişi, her şeyi gözden geçirmeli, başkalarına kötülük yapmanın itaat edilmesi gereken bir görev olmadığını ve yine doğal görevinin adil olmayan ağır sonucun ajanlığını yapmamak olduğunu bilmesi gerekir. Ben burada, bu tür ilkeleri ihlal etmenin açık ifadesinin nasıl oluştuğunu/olması gerektiğini açıklamayacağım. Sadece belli bazı açık durumların tam olarak benzer olduğunu not etmekle yetineceğim. Burada esas önemli olan nokta, siyasal ilkelerin haklılaştırmadan söz ettiğinin ve buna sözleşme doktrini tarafından önem verildiğinin bilinmesidir. Ben adalet teorisinin geliştirileceğine ve giderek bu olguyu da kapsayacağına inanıyorum.
Bir başka sorun, herhangi bir kimsenin silahlı kuvvetlere bazı özel savaş durumunda katılıp katılmayacağıdır. Bu sorunun yanıtı savaşın durumuna olduğu kadar amacına da bağlıdır. Bu durumu belirginleştirmek için zorunlu askerlik hizmetinin yürürlükte olduğunu ve kişinin buna uyarak askerlik hizmetine girmesinin hukuki görevi olup olmadığını incelediğini varsayalım. Ben zorunlu askerlik hizmetinin eşit yurttaşlığın temel özgürlüklerine karşı ağır bir müdahale olduğunu ve bu durumun ulusal güvenliğin ihtiyacından daha az bir zorlayıcılığı haklılaştırmayacağını varsayıyorum. (29) İyi donanımlı bir toplumda (veya yaklaşık olarak adil) bu ihtiyaçlar, adil kurumlar tarafından nihai bir koruma olarak belirlenmiştir. Zorunlu askerlik hizmeti sadece özgürlüğün kendisini savunması için talep edilebilir ve buna sadece toplumda sorunu olan yurttaşlar değil, aynı zamanda başka toplumlardaki insanlar da dahildir. O nedenle zorunlu ordu, az da olsa yabancı maceralar için gerekli ve haksız bir enstrümana benzemektedir ki, bu tek başına ve her şeye rağmen zorunlu askerlik hizmetinin yurttaşların eşit özgürlükleri üzerinde bir tecavüz temelinde haklılaştırılabilir. Fakat herhangi bir durumda özgürlüğün öncüllüğü, (bir dizi emir sağlandığı varsayılarak) zorunlu askerlik hizmetinin sadece özgürlüğün gerektirdiği güvenlik durumunda kullanılmasına ihtiyaç duyar. Yasama organı yönünden bakıldığında, (bu soru için uygun aşamada) yasa taslağı mekanizması sadece bu zeminde savunulabilir. Yurttaşlar bu düzenleme konusunda, ulusal güvenliğin ispatının adil bir yolla paylaşılması durumunda anlaşacaklardır. Emin olunuz ki, herhangi bir birey, kaza sonucu veya tarihsel bir tesadüf durumunda durumda tehlike ile yüz yüze gelecektir. Fakat iyi donanımlı bir toplumda, bu kötülükler zaten hariçten, yani dışarıdan gelen haksız saldırılar olacaktır. Adil kurumlar için bu zorlukları bütünüyle aşmak imkansızdır. Bu kurumların yapabilecekleri en fazla şey, acı tehlikesini toplumun bütün üyelerinin hayatlarının bir dersi, az ya da çok zorunlu bir şansızlığı olarak paylaştıkları ve yine sakınan/kaçınan sınıfın ve görev için hiç kimsenin yanlı olarak seçilmediği hususunda emin olmaları için çaba göstermektir.
Şimdi zorunlu askerlik hizmetinin olduğu bir toplum hayal edelim. Bu toplumdaki bir kişi özel bir savaşa konu ihtilafın amacının adil olmadığı gerekçesiyle savaş sırasında askerlik ödevi için silahlı kuvvetlere girmeyi kabul etmeyerek vicdani redde bulunmuştur. Bu savaşın nesnel görünümü ulusal güç gösterme ve ekonomik çıkarlardır. Yurttaşların temel özgürlüğüne bu kazanımlara/başarılara ulaşmak için dokunulamaz. Hiç kuşku yok ki, bu nedenlerle başka toplumların özgürlüğüne saldırıda bulunulması da gayri adil ve ulusların hukukuna aykırıdır. Dolayısıyla savaş için haklı bir neden yoktur ve bu durum, bir yurttaş için hukuki görevini yapmama ve haklı bir ret de bulunma hususunda yeterli bir nedendir. Hem ulusların hukuku, hem de adalet ilkesi bu kişinin kendi toplumundaki bu iddiasını desteklemektedir. Bazen reddin dayandığı temel, savaşın nedenine değil de, yürütülmesine yönelik olabilir. Bu durumda bir yurttaş, savaşın ahlakının sistemli olarak ihlal edildiği hususu açık olduğu takdirde, savaşa katılmaktan kaçınabilir, bu durumda o kişinin doğal görevini yapma onuruna sahip olması nedeniyle askerlik hizmetini yapmayı reddetme hakkı vardır. Bu kişinin silahlı kuvvetler mensubu olması ve kendisini savaşın ahlakına aykırı emir verirken görmesi durumunda, bu kişi itaati talep etmeye karşı koyamayabilir. Gerçekte, ihtilafın amacı yeteri kadar belirsiz ve bir olasılık olarak alınan emirler bariz bir şekilde büyükse, vicdani ret de bulunmak o kişi için sadece bir hak değil, aynı zamanda bir görevdir. Gerçekten devletlerin savaşı sürdürmelerindeki amaçları ve tutumları, özellikle büyük ve güçlü olan devletler yönünden, bazı durumlarda, herhangi birisinin öngörülebilen bir gelecekte askerlik hizmetinin haklı olmadığını ileri sürerek bunu hep beraber sonuçlandırmayı zorlaması gibidir. O nedenle bir grup askerin bir çeşit pasifizm içinde olması mükemmel bir makul pozisyon olabilir: bu durumda haklı savaş olasılığı kabul edilse dahi o koşullar altında savaşa devam edilemez. (30)
O halde, bu durumda ihtiyaç duyulan genel bir pasifizm değil ve fakat savaşın mutlak bazı durumlarında vicdani reddi ayırt edici şekilde ele almaktır. Devletler pasifizmi tanıma konusunda isteksiz olsalar dahi, özel bir durum olarak lütufta bulunmaya isteklidirler. Reddetme, bütün bir savaş içinde herhangi bir koşulda kendisine dünyevi olarak bağlayıcı bir yer bulsa da, bu görüntüde sekter bir doktrin olarak kalabilir. Devlet otoritesinin meydan okuması, rahiplerin bekarlığının evliliğin kutsallığına meydan okumasından daha fazla bir anlam ifade etmez.(31) Pasifistleri reçetelerinden muaf tutmak suretiyle devlet belirli bir alicenaplık sergileyebilir. Adalet ilkelerine dayanan vicdani reddin insanlar arasındaki belirli ihtilaflara uygulanması da ayrı bir sorundur. Bu tür bir ret, hükümetin kibrine/gösterişine karşı bir saldırıdır ve bu saldırı yaygınlaştığı takdirde, haksız bir savaşın sürmesinin imkansızlığı kanıtlanabilir. Devlet gücünün amaçlarının sık sık didiklenmesi, insanların eğilimlerinin hükümetlerin savaşı sürdürme kararını ertelemesi yönünde olması, devletin iddialarına karşı bir genel gönüllülük direnişi daha da gerekli olan şeylerdir.
23) Bakınız Henri David Thoreau, Civil Disobiedience/Sivil İtaatsizlik (1848), H.A.Bedau tarafından yeniden basılmıştır. Civil Disobiedience/Sivil İtaatsizlik, sayfa 27-48. Eleştirel inceleme için bakınız Bedau’nun işaretlediklerine, sayfa 15-26
24) Bu ayrımı BurtonDreben’e borçluyum.
27) Bakınız J.L.Brierly, The Law of Nations/Ulusların Hukuku (Oxford, The Clarendon Press, 1963), özellikle kısım IV-V. Bu eser bizim ihtiyacımız olan her şeyi içermektedir.
28) Yeni bir inceleme için bakınız Paul Ramsey, War and Christian Concscience/Savaş ve Hıristiyan Vicdanı (Durham, N.C. The Duke University Press, 1961) ve yine bakınız R.B.Potter, War and Moral Discourse/Savaş ve Ahlaki Konuşma (Richmond, Va. John Knox Press, 1969) Sonuncusu yararlı bibliyografik makaleleri içermektedir, sayfa.87-123.
29) Bu paragraftaki konuların açıklanmasını R.G.Albritto’a borçluyum
30) Bakınız Nuclear Weapons and Christian Conscience/Nükleer Silahlar ve Hıristiyan Vicdanı, Walter Stein (London, The Merlin Press, 1965), nükleer savaşla bağlantılı olan bu tür doktrinin sunumu için.
31) Bu hususu Walzer, Obligations/Borçlar/Yükümlülükler. Sayfa 127’den ödünç aldım.