“Tanrı bilgeleri şaşırtmak için dünyanın aptalca şeylerini seçmiştir ve Tanrı güçlü olanları şaşırtmak için dünyanın zayıf şeylerini seçmiştir ve dünyanın aşağılık şeyleri ve hor görülmüş şeyleri Tanrı tarafından seçilmişlerdir ve olmayan şeyler, olan şeylere yokluğu getirmek için seçilmişlerdir.” Korintoslululara yazılan 1. Mektup: 27-28
“Ben bir Yahudi’yim. Bir Yahudi’nin gözleri yok mudur? Bir Yahudi’nin elleri yok mudur? Organlar? Duyular? Bizi yaraladığınız zaman, biz kanamıyor muyuz? Her anlamda size benziyorsak, intikam almada neden farklı olalım?”
Bu sözler Shakespeare’in önemli eserlerinden birisi olan “Venedik Taciri” isimli hem komik, hem de trajik tiyatro oyununun kötü adamı tefeci Shylock’a ait. Yahudi olan Shylock’un, kendisine yönelik düşmanlığa karşı gösterdiği tepkiyi ifade eden bu konuşma, edebi eserler içinde ırkçılık karşıtlığı konusunda yazılmış en iyi tiratlardan biridir. İnsana ait olan ama insani olmayan intikam sözcüğünü, Shylock’un tiradının içinden söküp bir kenara atarsak eğer, bu tiradın hem gerçekçi, hem insani, hem duygusal, hem de eğitici olduğunu çok daya iyi anlayabiliriz.
Sanırım Shakespeare, Shylock’a söylettirdiği bu sözleri, sevgi dolu, iyilik dolu, ahlaklı insanlar kadar, onun bunun canını acıtan, içinde biriktirdiği nefreti intikam olarak kusan kötü insanların da yer aldığı dünyamızda, kötü insanların yaptıklarını, herhangi bir ırkla ya da bir dinle ilişkilendirmeyelim diye yazmış olsa gerek.
Esere yönelik bir kısım eleştirilerde, her ne kadar eserin ve yazarı Shakespeare’in antisemitik olduğu iddiaları yer almakta ise de, bu iddia ve eleştiriler bana ve edebiyat eleştirmenlerine göre doğru ve haklı değildir. Aksine, bu yazdıklarıyla Shakespeare, üç kağıtçı bir tefecinin ağzından hepimize ırkçılığın, nefretin, intikam alma duygusunun, kötü bir şey olduğunu, insani bir şey olmadığını anlatmak ister.
Michael Radford tarafından yönetilen 2004 yapımı “Venedik Taciri” adlı sinema eserinde Shylock rolünü oynayan, çok iyi bir Shakespeare okuyucusu olan Al Pacino, Lawrence Grobel tarafından yazılan, Merve Namlı’nın Türkçe’ye çevirdiği biyografisinde, Venedik Taciri’nin, antisemitik ögeler içermekle birlikte, özünde antisemitik olmadığını ifade etmekte, bu görüşünü bu yazının en başında verdiğim Shylock’un tiradına dayandırmaktadır.
“Shylock önce insan, sonra Yahudi…Yahudi doğmuş bir adam, dini bu. Onun yaptıklarını yapmayan Yahudiler de var.” diyen Al Pacino, Shylock’un dramını içinde yaşadığı toplumun üzerindeki baskısına, ilişki içerisinde olduğu insanların kendisine yaptıklarına bağlar ve sözlerine şöyle devam eder; “Benim Shylock’um kötü muamele görmüş, sömürülmüş ve öfkesiyle kendi kazdığı kuyuya düşmüş biridir…Shylock eşini kaybetmiş olanve Venedik’te Hıristiyanların baskısı altında yaşayan depresif bir adamdır. Varoşlarda yaşayan bir insandır. O, birçok insanın gücünün yettiği sosyal olanaklardan yoksundur. Zira o zamanlar Yahudiler bu durumdadırlar… Onun deneyimlediği derin öfkeden de bir şeyler anlamak mümkündür. Shylock, bir yıl önce ölen eşinin kaybından, ırkçı tacizden ve ona göre kızını çalmalarından dolayı depresyondadır. Kızı, bir Hıristiyan ile evlenmek için onu terk etmiştir. Bütün bunlar ona intikam alma hakkı olduğu hissini verir. O, mutlu bir adam değildir ama onuru, yüreği ve cesareti olan bir adamdır…’
Tiyatrosunu, filmini seyredenlerin, eseri okuyanların çok iyi hatırlayacağı üzere, Shakespeare’in önemli eserlerinden birisi olan “Venedik Taciri”, geleneklerin, dinsel ve toplumsal ahlak kurallarının sorgulandığı bir oyundur. Hepsi hayata ve insana dair olan, aşk, intikam, ekonomik, dini ve ırksal ayrımcılık temaları üzerine kurulu bulunan oyunun kötü adamı Shylock’tur. Yahudi bir tefeci olan Shylock, Shakespeare’in yarattığı en tartışmalı karakterlerden birisidir.
Eserin son derece basit bir olay örgüsü, olayların yaşandığı yüzyıla egemen olan anlayışa uygun bir kurgusu vardır. Bununla birlikte Shakespeare, okurlarını, ırkçılık gibi, dindarlık gibi, adalet duygusu gibi, kanun önünde eşitlik ilkesi gibi, ayrımcılık gibi, intikam alma isteği gibi, nefret, lanet ve bağışlama gibi, evrensel olan, insanlık tarihinin bütün zamanlarında var olan duygu, düşünce, inanç, değer ve zaaflar ile insana ait arızalar üzerine düşünmeye sevk ve davet eder.
Gemicilik yapan, varlıklı bir adam olan ama nakit sıkıntısı çeken ve o nedenle çaresiz durumda kalan Antonio, bir zamanlar aşağıladığı, yüzüne tükürdüğü, hakaretler yağdırdığı Yahudi tefeci Shylock’tan borç para alır. Shylock ile Antonio arasında borcun teminatı ve kanıtı olarak bir senet düzenlenir. Senet de, Antonio’nun borcu ödeyememesi halinde, vücudunun neresinden isterse, o kısımdan yaklaşık 450 grama tekabül eden bir pound tutarında et kesileceği ve alacaklıya verileceği yazılıdır.
Shylock’un senede böyle bir şart koymasının nedeni, pazarda yüzüne tüküren, bu tükürüğün sadece kendisine karşı değil, kendi şahsında tüm Yahudilere ve Yahudiliğe karşı yapıldığını düşünmesi, o nedenle Antonio’dan ve diğer Hıristiyanlardan intikam almak istemesidir. Kendisinden ve borcunu ödeyeceğinden emin olan Antonio için senetteki bu şartın önemi yoktur, o nedenle, Antonio senedi çekincesiz olarak imzalar.
Ne var ki, gemileri batan, o nedenle mali durumu daha da bozulan soylu tüccar Antonio borcunu ödemez, daha doğrusu ödeyemez. Karısının ölümü, onu takiben kızının bir Hıristiyan ile evlenmesinden dolayı depresyona giren ve esasen o güne kadar uğradığı haksızlıklar, kendisine ve diğer Yahudilere karşı yapılan hakaretler nedeniyle Antonio’ya ve onun şahsında bütün Hıristiyanlara karşı nefret içinde olan Shylock, Venedik sokaklarında “alacağımı isterim, hakkımı isterim, senette ne yazıyorsa onu isterim” diye bağırmaya ve intikam yeminleri etmeye başlar.
Shylock ile Antonio arasındaki ihtilaf Venedik mahkemesine intikal eder. Shylock’un saldırgan sözleri ve eylemleri nedeniyle hemen her duruşma olaylı ve gerilimli geçer. Antonio’nun avukatı, “senette sadece et yazılı olduğunu, kan yazılo olmadığını, Shylock’un kan dökmeden senette yazılı olan ve o nedenle hakkı sayılan eti alması gerektiğini, müvekkilinin de bunu vereceğini” savunur.
On altıncı yüzyılda Hıristiyan egemenliğindeki Venedik’de yürürlükte olan yasaya göre, “kan aktığı ve akan bu kanın Hıristiyan’ın kanı olduğu takdirde Shylock’un bütün malının ve mülkünün müsadere edilmesi” gerektiğinden, malını ve mülkünü korumak için Shylock, senette yazılı olan et hakkından vazgeçmek zorunda kalır. Ancak bu vazgeçme, Shylock’u malını, mülkünü kaybetmekten yine de kurtarmaz, kanunda bulunan “bir Hıristiyan’ın canına dolaylı yoldan kastetmek” suçunu işlediği için mahkemece bütün mallarına el konur.
Shylock’un el konulan malını ve mülkünü kurtarması, ancak ve ancak Antonio’nun onu bağışlaması, yani ona merhamet etmesi durumunda mümkündür. Antonio, Shylock’u Hıristiyan olması şartıyla bağışlayacağını ifade eder. Dinini değiştirmekle mali yönden ölümü arasında bir seçim yapmak zorunda kalan Shylock, Hıristiyan olmayı kabul eder, yani hayatı seçer, Hıristiyan olduktan sonra “mesudum” der ve Shylock ile Antonio arasındaki ihtilaf bu şekilde sona erer.
Al Pacino’nun yorumuna göre, Shylock’un Hıristiyan olduktan sonra “mesudum” demesi, gerçekten mesut olmasından dolayı değil, yaşamak istemesinden, ölmek istememesinden dolayıdır. Son derece ironik olan bu yanıt aslında, hayatta kalan bir insanın matemidir. Adaletsizliğe karşı olan öfkesi nedeniyle büyük sıkıntılar yaşayan, dinini değiştirmek zorunda kalan Shylock bütün bu yaptıklarının cezasını yaşayarak çekecek, neden bunlara neden oldum diye belki kendisine kızacak, bunların cevabını ise yaşarken bulacaktır.
Shakespeare’in ustaca kurguladığı oyun, gücün ve güçlü olanın zaman zaman yer değiştirdiği bir güç oyunudur aslında. Bu oyunun sonunda kazanan, haklı olan Shylock değil, güçlü olan Antonio’dur. Antonio’nun gücü soyluluğundan, Hıristiyan olmasından gelir. Shylock kaybetmiştir, çünkü o, Hıristiyan egemen bir toplumda tarih boyunca itilen, kakılan, ezilen, ötekileştiren bir dinin mensubudur, yani Yahudi’dir.
Shakespeare, bu oyunu ile bize, dinsel bir çatışmadan daha ziyade, paranın gücüne dayanan sömürü düzeninin çarpıklığını, toplumsal sınıflar arasındaki ekonomik eşitsizliğin, hukuk önündeki eşitsizliğin yarattığı adaletsiz sonuçları anlatır.
Bir şeyi daha anlatır: nefretin insana ait bir duygu olmakla birlikte, insani bir duygu olmadığını, insanlar ve dinler arasındaki barışın, yani toplumsal barışın, ancak bağışlamayla sağlanabileceğini, yani bağışlamanın iyileştirici gücünü anlatır.
Yani bu oyun bize şunu demek ister, insan olarak birbirinizi bağışlamaz iseniz eğer, başka insanların malına, canına göz dikerseniz eğer, uygar, medeni bir toplum değil, duygusuz bir caniler topluluğu olursunuz.
İnsanlık tarihinde, insanlığın rezil olduğu yıllar ve olaylar vardır. Savaşlar mesela. Hiroşima mesela. Holocaust mesela. Gulag mesela. Şimdilerde yaşadığımız İŞİD terörü ve İsrail’in Filistin’de uyguladığı soykırım mesela. Türkiye bağlamında ve yerel düzeyde; binlerce insanımızı yitirdiğimiz terör belası mesela; Gar katliamı mesela; Madımak Oteli’nin kundaklanması ve insanların orada diri diri yakılması mesela.
Bunları düşününce insanın aklına Amin Maalouf’un şu sözleri geliyor: “Seçmek durumunda bırakılıyorlar, zorlanıyorlar dedim. Kim tarafından mı? Sadece her çeşidinden fanatikler ve yabancı düşmanları değil, sizin ve benim tarafımdan da, aramızdaki herkes tarafından. Gerçekten de hepimizin içinde kök salmış bu düşünce ve ifade alışkanlıkları yüzünden, bütün bir kimliği, öfkeyle ilan edilen tek bir aidiyete indirgeyen o dar, o sığ, o yobaz kolaycı yaklaşım yüzünden. İçimden katiller böyle imal ediliyor diye haykırmak geliyor.”
Peki, insanlığın rezil olduğu bütün bu olanlardan ve olaylardan kim ya da kimler sorumludur? Onu da Dostoyevski söylüyor: “Biz hepimiz her şeyden sorumluyuz; ve her şeyden önce tüm insanlardan sorumluyuz ve başkalarından daha çok kendimizden sorumluyuz.”
Evet, biz sorumluyuz, çünkü insan varoluşunun en başta gelen ve tarih boyunca değişmeyen niteliği “başkalarıyla birlikte olmak, başkalarıyla birlikte barış içinde yaşamaktır.’ Bu ise en başta ve hatta tek başına, sorumluluk demektir.
Bu sorumluluk, ötekine, yani bizim gibi olmayana, bize göre farklı olana, Shylock’un söylediği gibi bizim gibi gözleri, elleri, organları, duyuları olana, yaralandığı zaman kanayana, yani insana karşı duyduğumuz, duymamız gereken sorumluluktur. Bu sorumluluk koşulsuz bir sorumluluktur. Nesnesinin ve öznesinin; kimliğinden, ırkından, dininden, yaşam tarzından, siyasal görüş ve tercihlerinden uzak ve bağımsız olan bir sorumluluktur. İnsan olmanın sorumluluğudur. Beni, benim gibi olmayana, yani ötekine bağlayan bu sorumluluktur.
Bu sorumluluğun merkezinde yer alan en önemli duygu, beni başkalarına, hatta hiç tanımadığım insanlara – salt insan oldukları için – bağlayan yakınlık duygusudur. Zira ahlaki ve etik davranışın temelini, ötekine olan yakınlık oluşturur. Esasen yakınlık sorumluluk, sorumluluk da yakınlık demektir. Yakınlığa son vermek için sorumluluğa, sorumluluktan kurtulmak için de yakınlığa son vermek gerekir. Kötü insanların yaptıkları da bu değil midir? Yani sorumsuzluk, sorumluluktan kurtulmak için yakınlığa son vermek, insanlık camiasından uzaklaşarak caniler topluluğuna katılmak değil midir?
Benimle öteki arasındaki bu bağ, yani insan olmaktan kaynaklanan yakınlık ve sorumluluk bağı, ötekinin filozofu olan Emmanuel Levinas’ın ifadesiyle; “…kabul de edilse, ret de edilse; nasıl üstlenileceği bilinse de, bilinmese de; öteki için somut bir şeyler yapılabilse de, yapılamasa da vardır. Bu ‘Me Voici/İşte Ben’ diyebilmektir. Öteki için bir şey yapmaktır. Vermektir, insan ruhuna sahip olmaktır, hepsi bu…Ben insanlar arası ilişkiyi, öteki ile yakınlıkta beni ona yardım etmeye yazgılı kılan – diğer insan hakkında kendi oluşturduğum imajın ötesinde – onun yüzüymüş, yani ötekinin ifadesiymiş gibi çözümlüyorum… Çünkü biz aslında, ötekinin, bendeki öteki düşüncesini aşarak kendini tanıtma biçimine yüz diyoruz. Bu tarz, bakışım altındaki tema veya bir imgeyi oluşturan nitelikler topluluğu gibi art arda sıralanmaktan ibaret değildir. Ötekinin yüzü, bu yüzün bende bıraktığı görsel izlenim, benim ölçülerimle bana uygun olan düşünceyi sürekli olarak yıpratır ve aşar. …Yakınımın yüzü beni yoksunluğa davet eder. Bana bakar, her şeyiyle bana bakar, ben onun hiçbir şeyine kayıtsız kalamam. Yüz bana emreder ve beni yazgılı kılar. Onun anlamı, görüntüyle iletilen emirdir. Daha doğrusu, yüz benim açımdan bir emir gösteriyorsa bu, sıradan bir işaretin ileteceği şeyi iletmesi şeklinde değildir, bu emir özellikle yüzün ifade edici oluşundandır…Yüz karşısındakini sorumluluğa davet eder. Onun için yüzü öldürmek imkansızdır.’
Romantizm ve lirizmden çok, akılcılığa yakın olan Jean-Paul Sartre, “varoluş, özden önce gelir” ilkesine dayandırdığı varoluşçu felsefenin ilkelerini açıkladığı “Varlık ve Hiçlik” isimli kitabında: “Öteki benim için, kah varlığımı benden çalan, kah bana ait bir varlık olduğunu ortaya çıkarandır.” diye yazar. Gerçekten, öteki ile karşılaşma, karşılaşılan her iki kişiye de yalnız olmama durumunu hatırlatır. Zira öteki bakış değil, yüzdür. Öteki, beğeni veya hayranlığın hizmetine sunulmuş plastik bir figür, taştan veya bronzdan yapılmış bir heykel, ruhsal hareketlerin sabırla deşifre edilmek üzere yazıldığı ve sergilendiği bir metin değil, yüzdür.
Yahudi katliamı sırasında Sobibor’da ve Treblinka’da komutanlık yapan Nazi subayı Franz Stangl, gazeteci Gitta Sereny’ye şunları söylüyor: “Anlıyor musunuz, onları nadiren birer insan olarak gördüm. Onlar her zaman için devasa bir kitleydiler. Kimi zaman duvarın üstünde ayakta duruyorlardı ve onları avluda seyrediyordum. Nasıl anlatmalı bilmem ki, çıplaktılar… Kamçılarla yönetilerek koşturulan devasa bir yığındılar.’
Gitta Sereny, Franz Stangl’un söylediklerini şöyle okuyor: “İnsanlar soyunma barakalarındayken, yani çıplakken Franz Stagl veya aynı konumdaki başkası için artık insan değildirler. İnsanların çıplak olarak istiflenmesiyle, gruplaştırılmasıyla, her birinin diğerinin yerine geçebildiği, homojen ve benzer bir yığın oluşur. Böyle yapılmak suretiyle, yüzünün insana atfettiği gizemli ayrıcalık elinden alınır. Bedenler bir yerde çıplak olarak toplandığında sınırlar ortadan kaldırılır, birey kitle içinde boğulur, yüz artık vücudun geri kalanından ayrı değildir. Yüz, yüz olmaktan çıkmıştır. Nazilerin öldürmeye hazırlandıkları insanları giysilerinden arındırmalarının neden işte budur. Yani onları görünmez hale getirmek ve yüzü yok etmektir.’
Yüzü yok etmek! Peki neden? Yüz insanı, ona yakın ve aşina olanları ama en çok canileri rahatsız eder de ondan. Ama yüzü, insanın yüzünü yok etmek mümkün değildir. Bunu da en iyi, bir caniler, bir de yakınının yüzünü yok etmeye çalışanlar bilir…!