SİYASET NEDİR?

Abone Ol

Öğretim görevlisi olarak ders vermekte olduğum Ankara Bilim Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde, 2022/2023 akademik yılının Bahar Döneminde “Siyaset ve Siyasi Tarih” dersini vermeye başladım.

Bana bu görevin tevdii edilmesi üzerine, hem öğrenci arkadaşlarıma yardımcı olmak, hem de kendi entelektüel zevkimi tatmin etmek ve entelektüel bir işlevi yerine getirmek amacıyla “Siyaset ve Siyasi Tarih” isimli bir kitap yazmaya başladım.

En geç Nisan ayı sonuna kadar bitirmeyi ve yayımlamayı planladığım bu kitabın “Siyaset Nedir?” başlıklı bölümünü aşağıda sizinle paylaşıyor ve ilgi duyanlara iyi okumalar diliyorum.

Saygılarımla.

SİYASET NEDİR?

Siyaset sözcüğü Türkçeye Osmanlıcadan geçmiştir. Bu sözcük Arapça “Seyis/At Bakıcısı” sözcüğü ile bağlantılıdır. Buna göre Türkçede “At” kökünden türemiş olan “Atkarma” sözcüğü, “siyaset yapmak, idare etmek, icra etmek, muvaffak olmak” anlamlarına gelir. Dolayısıyla “Siyaset” ve “Atkarma” sözcükleri “atın idare edilmesi” demektir.

Yine Osmanlıcada siyaset sözcüğü aynı zamanda padişahın hükmettiği “ölüm cezası” anlamında kullanılmıştır. Esasen İslam kamu hukukunun önemli bir unsuru olan “siyaseten katl” deyimi, Türk – İslam devlet teorisinde hükümdarın mutlak otoritesine dayanarak verdiği en ağır ceza olan “ölüm cezası” demektir.

İngilizcede siyaset sözcüğünün karşılığı olan “politics” sözcüğü, Yunanca “şehir” anlamına gelen “polis” sözcüğünden türetilmiştir. “Polis” sözcüğü Yunancada “şehirle ilgili işler” demektir. Günümüzde ve modern toplumlarda “polis” sözcüğünün karşılığının “devlet” olduğu dikkate alındığında, siyaseti “devletle ilgili işler” şeklinde tanımlamak gerekir.

Ancak bu tanım oldukça sınırlı bir siyaset görüşünü içerir. Zira bu tanıma göre siyaset, devlet aygıtı etrafında dönen bir sosyal örgütlenme sistemi olan ve yine İngilizcede “polity” adı verilen bir işleyişi ve faaliyeti ifade eder. Yani buna göre siyaset, sadece yasama organı, yürütme organı, siyasi partiler ile bunların çevresindeki yerlerde ve bu yerlerde görev yapanlar, yani milletvekilleri, bakanlar, siyasi parti üyesi olan kişiler tarafından yapılan bir faaliyettir.

Siyasetin bu tanımı esas alındığında, siyaset, sadece milletvekillerinin, bakanların, siyasi parti üyesi olan kişilerin tekelinde olan ve bunların dışındaki kişilerin ve kurumların siyaset dışı kabul edildikleri bir alan, bir iş, bir işleyiş ve faaliyettir.

Ne var ki, siyasetin bu şekilde ve sadece bu kapsamda kabul edilmesi ve tanımlanması doğru olmadığı gibi, genel anlamda hayatın, daha dar anlamda gündelik hayatın akışına ve gerçeklerine de uygun değildir.

Zira en geniş anlamıyla siyaset, insanların hayatlarını düzenleyen genel kuralları yapmak, korumak ve değiştirmek için gerçekleştirdikleri faaliyetlerdir ve aynı zamanda akademik bir konu ve alan olmakla, bu faaliyetlerin incelenmesidir. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 2, Liberte Yayınları-Şubat 2006)

Bu çerçevede ve bu anlamda siyaset, hem bir çatışma, hem de bir işbirliği faaliyeti ve alanıdır. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 2, Liberte Yayınları-Şubat 2006) Siyaset bir çatışma faaliyeti ve alanıdır, zira siyaset birbirine rakip olan fikirlerin, farklı isteklerin, ihtiyaçların ve çıkarların birbirleriyle yarıştığı,  karşı karşıya geldiği bir alandır. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 2, Liberte Yayınları-Şubat 2006) Yine siyaset bir işbirliği faaliyeti ve alanıdır, zira aynı görüşte olan, aynı isteklerde bulunan, ortak çıkarlarda buluşan insanların birlikte ve işbirliği içinde yürüttükleri bir faaliyet alanıdır. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 2, Liberte Yayınları-Şubat 2006)

Yine siyaset, hemen hemen bütün toplumlarda ve zamanlarda, insanların ilgisini çeken ve albenisi olan bir faaliyettir. Bunun nedeni, Aristoteles’in nitelemesiyle insanların “bir zoon politikon, yani “siyasal bir hayvan” olması ve gerek siyasi görüşleri, gerekse yönetim anlayışları ve yönetenlerin yönetim şekilleri konusunda birbirleriyle uyuşmazlık halinde ve çatışma içinde olmalarıdır. Zira insanlar, nasıl bir hayat sürmeleri konusunda aynı görüşte olmadıkları gibi, kimin yönetmesi, nasıl yönetmesi, ülke kaynaklarının kime, neden ve nasıl dağıtılması, kararların kim tarafından ve ne şekilde alınması, ihtilafların çözümlenmesi başta olmak üzere, diğer pek çok konu hakkında aynı görüşte değillerdir.

Nitekim siyasetin ne olduğu, nasıl tanımlanması, kimin tarafından yapılması gerektiği konusunda, gerek bu konunun uzmanları, gerekse siyasiler ve hatta sıradan insanlar arasında bir fikir birliği yoktur. Bu bağlamda, siyaset, kimilerine göre, bir “hükümet etme sanatıdır”, kimilerine göre “kamusal işlerdir veya bu işlerin görülmesidir”, kimilerine göre bir “uzlaşma ve mutabakattır”, kimilerine göre ise, “iktidar olarak siyasettir”.   

O nedenle, siyaset, gerek kavram ve kurum olarak, gerekse icra-i bir faaliyet olarak tartışmalı bir kavram ve kurumdur. Bununla birlikte, siyasetin sosyal bir faaliyet olduğu, monolog olmadığı, aksine diyalog olduğu, tek başına değil, başka insanlarla birlikte ve bir arada yapılan veya yapılabilen bir faaliyet niteliği taşıdığı hususları tartışmalı değildir.

Buna ve İngitere’de Orpington Koleji’inde Siyaset Çalışmaları müdürlüğü yapan siyaset bilimci Andrew Heywood’un “Politics/Siyaset” isimli kitabına göre ve bu kitabı takip ederek ve referans alarak siyaseti aşağıdaki şekillerde tanımlayabiliriz;

b- Hükümet Etme Sanatı Olarak Siyaset

Prusya Şansölyesi Bismark’a göre siyaset, “bir bilim değil, bir sanattır.” Bu tanımı ve yaklaşımı ile Bismark, kolektif kararların alınmasının ve uygulanmasının ve bu yolla toplum içinde kontrolün sağlanmasının, insanların yönetilmesinin bir ustalık ve sanat olduğunu ifade eder. Kuşkusuz bu ustalık ve sanat, bilmeyi, yani bilgiyi ve bilimi gerektirdiği gibi, yeteneği, bir sanat olan insanları yönetmeyi, idare etmeyi de gerektirir. Bu ise, deneyimi, deneyim sahibi olmayı gerektirir.

Diğer taraftan, Bismark’ın bu tanımı, aslında siyasetin eski Yunan’daki özgün anlamından türetilmiş olan klasik tanımına uygun bir tanımdır. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 2, Liberte Yayınları-Şubat 2006) Zira eski Yunandaki tanıma ve anlayışa göre siyaset, daha önce de işaret ve ifade ettiğimiz üzere, “polisin işleri, polisle ilgili işler” demektir. Polis sözcüğünün ve kavramının günümüzde “devlet” sözcüğüne ve kavramına tekabül ettiği dikkate alındığında, siyaset  “devletin işleri, devletle ilgili işler” anlamına gelmektedir.

Bu tanıma göre siyasetin alanı, devletin, daha geniş anlamda otoritenin kullanılması ile sınırlıdır. Nitekim Aristoteles’e göre siyaset, siyasi otoritenin kullanılması yoluyla örgütlenmiş bir toplumun çoğunluk tarafından herkesin çıkarına göre yönetilmesidir.

Ne var ki, Bismark’ın bu tanımı, siyaseti sadece devlet aygıtı ve otoritesi etrafında dönen bir sosyal örgütlenme ve faaliyet olarak kabul ettiği için sınırlı bir tanımdır. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 4, Liberte Yayınları-Şubat 2006) Zira bu tanım, siyaseti ve siyasi faaliyeti, sadece bakanlar kurulunda, yani yürütme organında, yasama organında, hükümet dairelerinde ve bu nitelikteki yerler ile özellikle siyasetçiler, kamu görevlileri ve lobicilik yapanlar gibi sınırlı sayıdaki belirli bir insan grubu tarafından yapılan ve yapılması gereken bir faaliyet olarak kabul eden, bunların dışındaki kişileri ve grupları, örneğin iş adamlarını, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarını, sivil toplum örgütlerini, dernekleri, üniversiteleri, aileleri, siyasetin ve ülke yönetiminin dışında gören (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 4, Liberte Yayınları-Şubat 2006) ve o nedenle, hem gerçekçi olmayan, hem de dışlayıcı olan bir tanımdır.  

Oysa Aristoteles’e göre “siyasal bir hayvan” olan insanın ve insanların oluşturdukları yapılar olan sivil toplum kuruluşlarının, iş adamlarının, meslek örgütlerinin, üniversitelerin, derneklerin siyasetin dışında olmaları düşünülemez ve hatta düşünülmemelidir. Zira siyaset işi ve kurumu, gerek yaptıklarıyla, gerekse yapmadıklarıyla hepimizin hayatını olumlu ya da olumsuz yönde etkileyen bir kurumdur.

Bu yönden bakıldığında, gerek siyaset kurumu, gerekse yönetim işi, elbette ve sadece profesyonel siyasetçilerin işi olmadığı gibi, sadece onların tekelinde de değildir. Aksine, siyaset, her yurttaşın, her iş adamının, her meslek mensubunun, her meslek kuruluşunun, her sivil toplum örgütünün, her derneğin ve her üniversitenin ilgi alanı içindedir ve ilgi alanı içinde olmalıdır ve esasen ilgi alanı içindedir. Bu bağlamda, Atinalı devlet adamı ve asker olan Perikles’in “yönetimle ilgileniniz” şeklindeki öğüdü ve çağrısı, sadece siyaseti kendilerine meslek edinenlere ve yönetenlere yönelik bir öğüt ve çağrı değil, aslında yönetilenlere, yurttaşlara verilen bir öğüt ve çağrıdır.

Kaldı ki, siyaseti meslek edinmiş olmasalar da, siyasetle fiilen uğraşmasalar da, insanların ve yurttaşların siyaset yapma hakları ve özgürlükleri vardır. Bu bağlamda, her yurttaşın, her iş adamının, her meslek mensubunun, her meslek kuruluşunun, her sivil toplum örgütünün, her derneğin ve her üniversite mensubunun siyasete katılmaya hakkı olduğu gibi, ülke ve dünya siyaseti ile ilgilenmeye, bu konularda söz söylemeye, eleştiri yapmaya da hakkı ve bu konuda özgürlüğü vardır.

Kaldı ki, insan hakları, bu hakların ayrılmaz bir parçası olan kadın ve çocuk hakları, dayanışma hakkı kapsamında bulunmakla, tüm dünya insanları ile dayanışarak kullanmak ve korumak zorunda olduğumuz çevre ve barış hakkı, insanların kadim dostu olan hayvanların hakları ile onların korunması, siyasi olmaktan daha çok hukuki konular, kurumlar ve kavramlardır.

Bunları korumak ve kollamak, bu konularla ilgilenmek ve uğraşmak ise, her yurttaşın, her iş adamının, her meslek mensubunun, her meslek kuruluşunun, her sivil toplum örgütünün, her derneğin ve her üniversitenin en başta gelen görevleri arasındadır. 

Buna göre, her yurttaşın, her iş adamının, her meslek mensubunun, her meslek kuruluşunun, her sivil toplum örgütünün, her derneğin ve her üniversitenin ve bunların üyelerinin siyasetle ilgilenme, siyaset üzerine görüş bildirme, eleştiride bulunma hakkı vardır.

O nedenle, siyaseti,  sadece devlet aygıtı ve otoritesi etrafında dönen,  siyaseti ve siyasi faaliyeti, sadece bakanlar kurulunda, yani yürütme organında, yasama organında, hükümet dairelerinde ve bu nitelikteki yerler ile özellikle siyasetçiler, kamu görevlileri ve lobicilik yapanlar gibi sınırlı sayıdaki belirli bir insan grubu tarafından yapılan bir sosyal örgütlenme ve faaliyet olarak kabul etmek ve bunların tekelinde görmek, hem mümkün ve hem de doğru değildir.

Bu konuda önemli olan ve işaret edilmesi gereken husus, adı geçen kurum ve kuruluşların günlük siyasetin dışında olmaları ve kalmaları, bir siyasi partinin ön veya arka bahçesi şeklinde hareket etmemeleridir.

c- Kamusal İşler veya Bu İşlerin Görülmesi Olarak Siyaset

Siyaseti, kamusal işler veya bu işlerin görülmesi olarak kabul eden anlayış ve yaklaşım, daha geniş anlamda bir siyaset kavrayışını ifade eder, zira bu yaklaşım                                                                                                                                                                    ve kabul, siyaseti hükümetin veya iktidarın dar alanının dışına çıkarır ve siyaseti kamu hayatı veya kamusal işler olarak düşünülen ve kabul edilen alanın içine dahil eder. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 8, Liberte Yayınları-Şubat 2006)

Diğer bir deyişle, “siyasi olan” ile “siyasi olmayan” şeklindeki ayrım, hayatın kamusal alanı ile özel alanı arasındaki ayrımla örtüşür. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 8, Liberte Yayınları-Şubat 2006) Bu tür siyaset yaklaşımının kökleri Aristoteles’e kadar götürülebilir, öyle ki, Aristoteles “Siyaset” isimli eserinde, insanın doğası gereği bir “siyasi hayvan/zoon politikon” olduğunu ifade etmiş ve bununla da insanın ancak siyasi bir toplumda, yani devlet içinde “iyi bir hayat” yaşayabileceğini anlatmak istemiştir. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 8, Liberte Yayınları-Şubat 2006)

Bu bakış açısına göre siyaset, “adil toplum” yaratmaya ilişkin etik bir faaliyet ve yine Aristoteles’in ifadesiyle “bilimlerin efendisidir/üstadıdır.” (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 8, Liberte Yayınları-Şubat 2006)

Bu noktada siyasetin alanının belirlenebilmesi için, “kamusal alan” ve “özel alan”  arasındaki sınırın çizilmesine ve bu konuda bir ayrımın yapılmasına ihtiyaç vardır. Hemen işaret etmek gerekir ki, bu konudaki sınır ve ayrım, devlet ile sivil toplum arasındaki sınır ve ayrım ile az ya da çok aynıdır ya da paraleldir.

Buna göre, vergilerle ve devletin bütçesiyle finanse edilen hükümet, yargı, ordu ve polis teşkilatları ile sosyal güvenlik sistemi ve benzerlerinden oluşan devlet kurumları “kamusal alan” kapsamında; bizzat yurttaşlar tarafından finanse edilen ve yurttaşların çıkarlarını korumak ve tatmin etmek için kurulan aile, özel işletmeler, sendikalar, dernekler, meslek kuruluşları, kulüpler vs. ise “özel alan” kapsamındadır. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 8-9, Liberte Yayınları-Şubat 2006) 

Bu ayrıma göre, siyaset, sadece devletin kendi faaliyetleriyle, bu bağlamda, mahkemeler, ordu, polis, bürokrasi dışında kalan kamusal organlar eliyle yürütülen görevlerle ve sorumluluklarla sınırlıdır. Dolayısıyla yurttaşların kendileri için ve kendileri adına ve namına yaptıkları ve yapabildikleri faaliyetleri kapsayan yaşam alanları, bu bağlamda, iktisadi, sosyal, kültürel, sanatsal alanlar ile benzerleri siyasetin dışındadır ve özel alan kapsamındadır.

Ne var ki, bu yaklaşım, aynı zamanda sivil toplumu devletten ayırt etmekte, kamuya açık olan, alenen faaliyet gösteren, ticaret, iş, sanat, kültür gibi alanlarda iş yapan kurum ve kuruluşları da “kamusal alan” kapsamında kabullenmekte ve bu suretle siyasetin alanını genişletmektedir. Bu yaklaşıma göre “özel alan”, sadece aile ve ev içi hayatla sınırlıdır.

d- Uzlaşma ve Mutabakat Olarak Siyaset

Bu siyaset anlayışı, siyasetin yürütüldüğü ve yapıldığı alandan daha ziyade, siyasi kararların alınma tarzı, yöntemi ve şekli ile ilgilidir, dolayısıyla bu siyaset anlayışı,  zorla ve güç kullanmadan ve spesifik olarak uzlaşma, uyuşma ve müzakere aracılığıyla çatışmaları çözmenin ve ortadan kaldırmanın yolu ve aracı olarak kabul etmektedir. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 11, Liberte Yayınları-Şubat 2006) 

Esasen müzakere ve müzakereye açık olmak, anlaşmanın ve uzlaşmanın başlangıç noktasıdır. Nitekim bir Afrika özdeyişi bu konuda “eğer anlaşmayı, uzlaşmayı ve barışı istiyorsan, müzakere alanını asla terk etmeyeceksin” der.

Yine siyaseti “mümkün olanın sanatı” olarak tasvir eden yaklaşım da bu anlayışı temsil eder. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 11, Liberte Yayınları-Şubat 2006) Zira bir ihtilaf durumunda siyasi çözümden söz etmek, ihtilafın barışçıl bir şekilde ve müzakere yoluyla çözülmesinden yana olmak demektir. Kuşkusuz bu siyaset yaklaşımı olumlu bir yaklaşımdır ve asla ütopik değildir. Zira bu yaklaşım tarzı, insanlık dışı olan kan dökmeyi, tahakküm etmeyi, zorbalık yapmayı değil, hümanist bir yaklaşımı ifade eder. Esasen uzlaşma, ihtilafa taraf olanlardan birisinin tatmin edilmesinin aracı değil, tüm tarafların tatmin edilmesinin ve bunun için de her bir tarafın taviz vermesinin aracı ve yoludur.

Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesi sürecinde “‘şiddeti reddetmek, inancımın ilk maddesidir. Ve son maddesidir’ diyerek şiddeti reddeden, bir savunma aracı olarak “sivil itaatsizliği” mücadelesinin rehberi olarak kabul eden Gandi’nin siyaset, yönetim ve devlet anlayışının temelinde de müzakere, uzlaşma ve anlaşma vardır.

Büyük Atatürk’ün “yurtta barış, dünyada barış” demesi de bu nedenledir ve bundan dolayıdır. 

e- İktidar Olarak Siyaset

İktidar olarak siyaset” tanımı, siyasetin en geniş ve en radikal tanımıdır, zira bu tanım siyaseti, hükümet, devlet, kamu veya özel alan gibi belirli alanlara hapsetmez, bu alanlarla sınırlandırmaz ve siyaseti bütün sosyal faaliyetlerde ve beşeri varoluşun her alanında geçerli ve işlevsel kabul eder. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 12, Liberte Yayınları-Şubat 2006) 

Bu anlamda siyaset, karşılıklı sosyal etkileşimin her düzeyinde, bu bağlamda, gerek yerel ve ulusal, gerekse uluslararası ve küresel düzeyde olduğu gibi, ailelerde, arkadaşlık ilişkilerinde ve küçük arkadaş gruplarında da vardır. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 12, Liberte Yayınları-Şubat 2006)

Bu anlamda siyaset yapmanın tek hedefi ve amacı iktidar olmak, iktidara ulaşmak, iktidarı elde etmek ve yönetmektir. Bu iktidar anlayışının en önde gelen savunucuları, feministler ve Marksistlerdir. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 13, Liberte Yayınları-Şubat 2006)

Feministlerin bu konudaki argümanları; tarihsel olarak kadının toplumdaki yerinin aile ve ev içi sorumlulukları olduğu gerekçesiyle “özel alan” ile sınırlandırılması, buna bağlı olarak kadının ikinci planda tutulması ve dolayısıyla “kamusal alan” kapsamında kabul edilen siyasi hayattan kadının dışlanmasıdır.

Bu noktadan hareketle, liberal feministler, kadınlara her alanda eşitlik verilmesini, erkeklere yapılan muamelenin aynısının kadınlara da yapılmasını, yani erkeklerin sahip olduğu hakların aynısına kadınlarında sahip olmasını ve kadınların da erkeklerle aynı derecede özerk birer birey olarak kabul edilmelerini savunurlar. (Doç.Dr. Fatma İrem Çağlar Gürgey, “Feminist Hukuk Teorisi” Nedir?, Hukuk Kuramı, C. 1, S. 5, Eylül-Ekim 2014, ss. 28-4- https://www.hukukkurami.net)

Aynı konuda radikal feministler,  kadınları, liberal feminizmin kabul ettiği gibi birey olarak değil, sınıf olarak ele alırlar. Çünkü onlara göre kadınlar, bir sınıf olarak başka bir sınıf olan erkeklerin tahakkümü altındadırlar. (Doç.Dr. Fatma İrem Çağlar Gürgey, “Feminist Hukuk Teorisi” Nedir?, Hukuk Kuramı, C. 1, S. 5, Eylül-Ekim 2014, ss. 28-4- https://www.hukukkurami.net)

O nedenle, radikal feministlere göre, toplumsal cinsiyet eşitsizliği irrasyonel bir ayrımcılığın sonucu değil, sistemli bir ikincilleştirmenin ve ötekileştirmenin sonucudur ve buna bağlı olarak geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri toplumsal cinsiyet hiyerarşisini doğal ya da bu rollere içkin olarak kabul etmektedir, esasen cinselliğin sosyal yapısı erkekler tarafından toplumsal cinsiyet hiyerarşisini inşa etmek için üretilmiştir. (Doç.Dr. Fatma İrem Çağlar Gürgey, “Feminist Hukuk Teorisi” Nedir?, Hukuk Kuramı, C. 1, S. 5, Eylül-Ekim 2014, ss. 28-4- https://www.hukukkurami.net)

Sonuç itibariyle, feministler, özellikle radikal feministler, “kişisel olan, siyasal olanla özdeştir” mottosu ile “kamusal alan/özel alan” ayrımına karşı çıkarlar, aile ve ev içi işler ile kişisel hayattaki her şeyin aynı zamanda siyasi olduğunu savunurlar. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 14, Liberte Yayınları-Şubat 2006)

Siyaseti ve siyasi iktidarı devlet aygıtını ele geçirmenin ve bir sınıfın (burjuvazinin) diğer bir sınıf (işçi sınıfı) üzerindeki tahakkümünün ve sömürüsünün aracı ve örgütlü hale getirilmesi olarak gören ve toplumun alt yapı kurumunu oluşturan iktisadın her şeyi, bu bağlamda, üst yapı kurumlarından olan siyaseti, hukuku ve kültürü belirlediğini ve şekillendirdiğini savunan Marksistler de, “iktisadi olan siyasi olandır”  noktasından hareketle “siyaseti iktidar ve iktidar olmak olarak” kabul ederler. 

f- Siyaset ve Etik

Ekonomi, sosyoloji, psikoloji, hukuk, pedagoji, eğitim, kriminoloji, ekoloji gibi pek çok konuda ve disiplinde uygulanan, insani bütün pratikleri, yargıları ve doğruları içeren, iyi, kötü, doğru, yanlış, adalet, suç, değer, erdem, vicdan gibi evrensel özellikleri kapsayan etik, siyasette, siyaset pratiğinde de esas alınması gereken bir ilke ve değerler bütünüdür.

Bu ilke ve değerlere göre, siyasetçilerin doğruyu söylemeleri, siyasal gücü kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmamaları, ülke ve toplum menfaatini esas almaları, bilimi kendilerine rehber edinmeleri, gerçekçi olmaları, gerek siyaseti, gerekse kendi işlerini iyi yapmaları, düzgün ve ahlaklı yaşamaları gerekir. Zira bütün bunlar,  sadece etiğin değil, daha geniş anlamda siyaset felsefesinin de asgari şartları ve gereğidir.  Esasen bu anlamda siyaset ve siyaset felsefesi, topluma uygulanan etiktir.

Siyasi etik, yolsuzluk yapmamayı, rüşvet almamayı, adam kayırmamayı, yalan söylememeyi, kirli işlerden, kirli ilişkilerden, kirli insanlardan uzak olmayı, sözünde durmayı, yapılamayacak olan şeyleri vaat etmemeyi, insanları aldatmamayı gerektirir. Zira bütün bunlar, hem genel ahlaka, hem de siyaset ahlakına aykırı olan eylemler ve davranışlardır.

Siyasi aktörler, yaşadıkları ve üyesi oldukları toplumların rol modelleridir. Onun için siyasetçiler, sözleriyle, duruşlarıyla, davranışlarıyla, eylemleriyle insanlara ve topluma örnek olmak durumunda ve zorundadırlar. Buna göre, siyasiler, Kant’ın,  kategorik bir buyruk/emir olarak tanımladığı hipotetik/koşullu olmayan ahlak yasasının buyruğu/emri olan “Öyle hareket et ki, hareketine esas olan ilkenin genel bir ahlak kuralı olmasını isteyebilesin” şeklindeki emrine uygun ve gerek insanlar, gerekse toplumları için örnek olsun.

Bu konuyla ilgili son bir söz; onu da gazeteci Ertuğrul Özkök söylüyor ve şöyle diyor; “Bana göre siyaset, bir şövalyeler mücadelesidir. Çalılıklar arasında saklanıp oraya buraya uzaktan kumandalı mayınlar koyan, göğüs göğse mücadeleyi göze alamayan, hayatı kalleş pusuların kuytularında geçmiş cücelerin savaşı değildir. Bana göre siyaset, belden yukarı yapılan bir grekoromen zarafetidir. Bana göre siyasetin; yani mertçe siyasetin tabiatında belden aşağı vurma pespayeliği yoktur.