SATRANÇ!

Abone Ol
‘Piyonlar satrancın ruhudur’  PHILIDOR

SATRANÇ!

Hepsi eşit büyüklükte, bir beyaz, bir siyah olarak sıralanmış 64 kareden oluşan bir oyun tahtası. Tahtanın başında oyunu oynayacak iki kişi. Her bir oyuncuya ait 16 taş. Taşlardan birisi şah, birisi vezir, ikisi kale, ikisi fil, ikisi at, 8 tanesi piyon. Taşların her birinin hareketi ayrı. Taşların hareketine hamle deniyor. Oyunun en önemli kurallarından birisi yapılan hamlenin geri alınamaması. En değerli taş şah. Oyunun amacı şahı yedirmemek. Yani şahı rakibe aldırmamak. Rakip oyuncu şahı aldığında diğer taraf mat oluyor ve oyun bitiyor. Oyun bitince bütün taşlar aynı kutuya konuyor. Bu oyuna satranç deniyor.

Ve satranç, hayata, hayatımıza çok, ama çok benziyor. Tıpkı hayat gibi yapılan hatayı affetmiyor. Şairin ‘dal rüzgarı affetse de kırılmıştır bir kere’ dediği gibi, satrançta da kırılan, yani yenilen taşı onarmak mümkün olmuyor.

Satrançta olduğu gibi hayatta, hepimizin hayatında da şahlar, vezirler, kaleler, filler, atlar, piyonlar var. En fazlada Philidor’un ‘satrancın ruhudur‘ dediği piyonlar var. Piyonlar hayatın ruhu değil ama hayatta onlara da ihtiyaç var. Bazılarının daha çok ihtiyacı var. Satranç oyunu bittiğinde, şahlar, vezirler, kaleler, filler, atlar, piyonlar nasıl bir kutunun içine konuyorsa, hayatın, hayatlarının sonunda, hayatın şahları da, vezirleri de, kaleleri de, filleri de, atları da, piyonları da üç metre karelik bir mezarın içine konuyor. Hayatta olmayan eşitlik orada sağlanıyor.

Hani Can Yücel o güzel şiirinde: ‘Farkında Olmalı İnsan… / Kendisinin, Hayatın Olayların, Gidişatın Farkında Olmalı / Farkı Fark Etmeli, / Fark Ettiğini De Fark Ettirmemeli Bazen…’ diyor ya, satrançta da oyuncular, mat olmamak için rakibin hamlelerinin, taşların gidişatının farkında olmalı, farkı fark etmeli yani, ama fark ettiğini fark ettirmemeli.

Hayatta da, senin, benim, onun hayatında da böyle değil mi? Ne yazık ki böyle. O halde, hayatta mat olmamak, zarar görmemek, hayal kırıklığına uğramamak için düşmanlarının, sözde dostlarının hamlelerini fark etmeli insan. Olayların, gidişatın farkında olmalı.  İnsan kalitesindeki farkı fark etmeli. Bazen aptal yerine konulmamak ya da karşısındakine haddini bildirmek için fark ettiğini fark ettirmeli. Bazen nezaket gösterip fark ettiğini fark ettirmemeli. Bazen ve bazılarına karşı, susmak çok şey söylemektir diyerek sessiz kalmalı, böyle yaparak başkalarından farklı olduğunu bazılarına fark ettirmeli.

Neden mi yazdım bunları? Bir süre önce başladığım daha önce okuduğum kitapları okuma alışkanlığımı Stefan Zweig’in ‘Satranç’ isimli kitabını okuyarak sürdürdüğüm için yazdım bütün bunları.

Okuyanların anımsayacakları üzere, New York’tan Buenos Aries’e giden bir yolcu gemisinde yolcular arasında bulunan kitabın başkahramanı Avusturyalı Dr.B, dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic’in bir milyonerle oynadığı iddialı satranç oyununu izlerken kendisini tutamaz ve oyun müdahale eder. Oyunun en kritik anında yapılan bu müdahale, öylesine sıra dışı ve hiç kimsenin aklına gelmeyen bir müdahaledir ki, hem oyuncuları, hem de oyunu izleyenleri şaşırtır. Peki, satranç oyununu çok iyi bildiği anlaşılan Dr.B kimdir? Satrancı nerede ve kimden öğrenmiştir?

Dr.B, Nazilerin gaz odalarına gönderdiği insanların arasından önemli bazı şeyleri bildiği için sorguya çekilmek üzere seçilmiş bir Avusturya vatandaşıdır. Kimseleri görmeden, kimseyle temas ettirilmeden günlerce, günlerce tek başına kaldığı odada kendisiyle birlikte olan bir tek arkadaşı vardır Dr.B’nın; bir Nazi subayının paltosundan aşırdığı satranç oynamayı öğreten küçük bir kitapçık. Dr.B bu kitabı okuyarak öğrendiği oyunu, yaşadığı odayı satranç tahtası gibi hayal ederek kendisiyle oynar. Her olasılığı dikkate alarak, her hamleyi hesaplayarak oynar, günlerce, günlerce oynar. Böylece satranç bilgisini, pratiğini geliştirir, usta bir satranç oyuncusu olur. Ama bundan daha önemlisi içinde sıkışıp kaldığı o küçücük odada satranç oynayarak kendisini oyalar. Bu yolla zaman kavramının yitirilmesinin getirdiği yılgınlığı, bozgunu gidermeye, yalnızlığını satrançla paylaşarak unutmaya, diz çökmesi, çözülmesi için uygulanan psikolojik işkenceye karşı direnmeye, hayata tutunmaya, geleceğe dair umutlarını sürdürmeye, aklını ve ruh sağlığını olabildiğince korumaya çalışır.

‘… Hücre insanın kendisini tanıması, zihinsel ve duygusal süreçlerini gerçekçi ve düzenli bir şekilde gözden geçirmesi için ideal bir yerdir. Kişisel ilerleyişimizi değerlendirirken, sosyal konum, tanınmışlık, zenginlik ve eğitim düzeyi gibi dış etmenlere odaklanmaya eğilimliyizdir. Kişinin maddi konulardaki başarısını ölçmesi açısından bunlar elbette önemlidir; ayrıca pek çok kişinin hayatını bu tür şeylere bağladığını düşünürsek, bütün bunlar çok da anlaşılır şeylerdir. Ne var ki, bir insan olarak gelişimimizi değerlendirirken içsel yolculuklarımız çok daha can alıcı öneme sahiptir. Dürüstlük, içtenlik, sadelik, alçakgönüllülük, karşılıksız cömertlik, başkalarına hizmete hazır olmak, ruhsal yaşamın temelidir ve bu herkesin elinin altında dilediği miktarda mevcuttur. Ciddi bir iç gözlem yapmadan, kendini tanımadan, zayıf yanlarını ve hatalarını görmeden insanın bu tür konularda gelişme sağlaması mümkün değildir. Hücre başka bir şey vermese bile, size, hayatınızın tüm seyrini her gün gözden geçirme, içinizdeki kötüyü alt edip iyiyi geliştirme fırsatı sunar …Unutmayın ki, azizler yılmadan çabalayan günahkarlardır…’

Bu sözler Nelson Mandela’ya ait. Anılarında yazıyor bunları. Dr.B’da sessizliğe ve yalnızlığa mahkum edildiği hücreden farksız olan o küçük odada bir başına yaşarken ve sanal satranç oynayarak zamanı tüketirken, aynı zamanda kendi içine, ruhunun derinliklerine doğru içsel yolculuklar yapar. Bu yolculuklarla kendisini tanımaya, hatalarını, zayıf yönlerini görmeye, insan hayatındaki en acıklı şeylerden birisi olan sessizliği kendi iç sesiyle sese dönüştürmeye çalışır.

Bütün bunlar, yani işkence ile satranç arasında gidip gelen ruhsal çatışmalar, sanrıların eşiğine kadar gidip gelmeler, kendisini, içsel sesini dinlemeler, bu sesle odadaki acıklı sessizliği sese dönüştürmeler onun hayatta kalmasını ve gestaponun elinden kurtulmasını sağlar.

Stefan Zweig bu romanını, İkinci Dünya Savaşının bitmesinden hemen sonra, intihar etmesinden az bir zaman önce yazmış. Sadece kitabın yazıldığı zaman dünyanın yorgun ve bunalımlı yılları değil, Zweig’in kendisinin de yorgun ve bunalımlı yılları. Ondan olsa gerek, hem bunalım içinde olan, ruhsal baskılar yaşayan bir insanın tepkileri, duyguları, hem de savaşın yol açtığı insani yıkımlar, kitapta, büyük bir ustalıkla ifade ediliyor.

Sadece bunlar değil, satranç oyunuyla hayat arasındaki benzerlikler, satrançta köşeye sıkışmamak için her hamlenin düşünülerek, rakibin karşı hamlesi hesap edilerek yapılması gerektiği gibi hayattaki her adımın da düşünülerek yapılması gerektiği, hayatın da satranç oyunu gibi yeni olasılıklara, olanaklara, sürprizlere açık olduğu anlatılıyor.

Ama en önemlisi kitabın ana fikrini oluşturan; insanın, en umutsuz zamanlarında dahi, umudunu ayakta tutacak, hayata tutunacak güçlü bir savunma mekanizmasına sahip olduğu gerçeği ve yine Sisyphos Efsanesinin anlattığı şey, yani ‘hayatta hiçbir şeye ihtiyacı olmayan insanın yenilmezliği’ olgusu ustaca ifade ediliyor.

Zweig’da onun için ‘Her gölge, eninde sonunda ışığın çocuğudur. Aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır.’ Hayatı böyle yaşamış olan insan da yenilmez ve hiç yenilmemiştir zaten.

Bütün bu anlatılanlara uygun bir de şiir. Mandela gibi, Dr.B gibi mahpushanede yaşamış bir insan, Sinop Cezaevinde yatan Sabahattin Ali yazmış. Okuyalım: ‘Başın öne eğilmesin / Aldırma gönül aldırma / Ağladığın duyulmasın / Aldırma gönül aldırma / Dışarıda deli dalgalar / Gelir duvarları yalar / Seni bu sesler oyalar / Aldırma gönül aldırma / Görmek istersen denizi /  Yukarıya çevir yüzü / Deniz gibidir gökyüzü / Aldırma gönül aldırma / Kurşun ata ata biter / Yollar gide gide biter / Mahpus yata yata biter / Aldırma gönül aldırma / Dertlerin kalkınca şaha / Bir sitem yolla Allah’a / Görecek günler var daha’