I. Giriş
5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun dokuzuncu bölümünde yer alan 132 ila 140. maddelerinde; özel hayata ve hayatın gizli alanına karşı suçlar olarak nitelendirilen “Haberleşmenin gizliliğini ihlal”, “Kişiler arasındaki konuşmaların dinlenmesi ve kayda alınması”, “Özel hayatın gizliliğini ihlal”, “Kişisel verilerin kaydedilmesi”, “Verileri hukuka aykırı olarak verme veya ele geçirme” ve “Verileri yok etmeme” suçları düzenlenmiştir. Bu suçlarla korunan hukuki değer olan özel hayat; İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi m.8’de özel ve aile hayatına saygı, Anayasa m.20 ve m.22’de ise özel hayatın gizliği ve haberleşme hürriyeti olarak güvence altına alınmıştır. Buna göre; özel hayata ve hayatın gizli alanına karşı suçlarla, özel hayata yönelik keyfi müdahalelerin önlenmesi ve bireylerin bu müdahalelere karşı korunması amaçlanmıştır[1].
Özel hayata karşı gerçekleştirilen haksız saldırının, saldırı ile orantılı şekilde defedilmesi halinde, şartları TCK m.25/1’de düzenlenen meşru savunma hükmünün tatbikine engel bulunmamakla birlikte Yargıtay, kişilerin kendilerine karşı işlenen suçlarla ilgili delilleri toplaması, kayda alması veya muhafaza etmelerinde hukuka aykırı bir durumdan bahsedilemeyeceğini kabul etmektedir. Bu kapsamda, hangi fiillerin özel hayat ve hayatın gizli alanına haksız saldırı teşkil edeceği ve buna bağlı olarak meşru savunma hükmünün tatbik edilebileceği incelenecektir.
II. Özel Hayata ve Hayatın Gizli Alanına Haksız Saldırı
TCK m.25/1 uyarınca, bir hukuka uygunluk sebebi olan meşru savunma hükmünün tatbiki için; bir hakka yönelmiş, gerçekleşen, gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak olan haksız bir saldırının varlığı gerekmektedir. Olay anının koşulları da gözönünde bulundurularak haksız saldırının defedilmesi için başvurulan orantılı fiil, meşru savunma kapsamında değerlendirilecek ve meşru savunmayı düzenleyen TCK m.25/1 uyarınca hukuka uygun kabul edilecektir.
Kişinin özel hayatına veya hayatın gizli alanına karşı işlenen fiil, ilgilinin rızası gibi bir hukuka uygunluk sebebi bulunmadıkça hukuka aykırı olup, meşru savunmanın ilk şartı olan haksız saldırı şartının sağlandığından bahsedilecektir. Karşı tarafın rızası olmaksızın elde edilen, esasen kişinin kişisel verilerinin kaydedildiği ve özel hayatın gizliliğine müdahale edildiği bazı ses ve/veya görüntü kayıtlarını, Yargıtay’ın farklı gerekçelerle yerel mahkeme kararlarının onanmasına esas aldığı kararlarını incelemek gerekmektedir.
Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin 12.03.2024 tarihli, 2020/1770 E. ve 2024/1171 K. sayılı kararında; “Sanıkların karı koca oldukları, sanıklar ile katılanın akrabası olan Hacı Mustafa Kaplan arasında sözleşme hukukundan kaynaklanan uyuşmazlık sebebiyle yargılaması devam eden başkaca dava bulunduğu, katılanın bahse konu davada tanık sıfatını haiz olduğu, soruşturma devam ederken sanıkların katılanı işyerlerine çağırarak olayı netliğe kavuşturmak adına katılana sorular sordukları ve konuşmaları katılanın bilgisi ve rızası dışında kaydederek, yürütülmekte olan diğer davanın soruşturma aşamasında delil olarak sundukları olayda; kayda alınan konuşma içeriklerini üçüncü kişi ya da kişilerle paylaştığı ve/veya çoğaltarak dağıttığına ilişkin hakkında bir iddia ileri sürülmeyen sanıkların, açmış olduğu dolandırıcılık ve güveni kötüye kullanma davasındaki iddialarını ispatlama amacını taşıyan eylemlerinde, hukuka aykırı hareket etme bilinciyle davranmadıkları anlaşıldığından, Yerel Mahkemenin beraata ilişkin kabulünde bir isabetsizlik görülmemiştir”.
Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin bu kararına değerlendirmemiz:
Yargıtay kararına konu davanın TCK m.134’de düzenlenen özel hayatın gizliliğini ihlal suçuyla ilgili olduğu, bu maddenin 1. fıkrasında kişilerin özel hayatın gizliliğini ihlal etme suçunun düzenlendiği, gizliliğin görüntü veya seslerin kayda alınması suretiyle ihlal edilmesi halinde faile verilecek cezanın bir kat artırılacağının 1. fıkranın ikinci cümlesinde belirtildiği, maddenin 2. fıkrasında ise kişilerin özel hayatına ilişkin görüntü veya seslerin hukuka aykırı olarak ifşa edilmesi suçunun düzenlendiği, bu ifşanın basın ve yayın yoluyla gerçekleştirilmesi halinde de aynı cezaya hükmedileceğinin 2. fıkranın ikinci cümlesinde belirtildiği, Yargıtay tarafından onanan beraat kararında, sanıkların bir soruşturma devam ederken katılanı işyerlerine çağırdıkları, soruşturmaya konu olayı netliğe kavuşturmak için katılana soru sordukları, ortada aniden gelişen ve başka türlü elde edilmesi mümkün olmayan delilden bahsedilemeyeceği, kaldı ki ceza soruşturmasının başladığı, bu andan itibaren delil elde etme yol ve yöntemlerinin 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’na tabi olduğu, somut olayda sanıklar tarafından katılana sorular sorulduğu, katılanın konuşmalarının bilgisi ve rızası dışında kaydedildikten sonra sanıkların bu kaydı soruşturma dosyasına delil olarak sundukları, ancak kayda alınan bu konuşma içeriklerinin başkalarıyla paylaşılmadığı veya çoğaltılarak dağıtılmadığı, sanıkların yegane amaçlarının dolandırıcılık ve güveni kötüye kullanma iddialarını ispatlama amacına yönelik olduğu, bu nedenle hukuka aykırı hareket etme bilinci ile davranmadıkları anlaşıldığından, Yargıtay’ın beraat kararını onadığı görülmektedir.
Yargıtay’ın bu kararına iştirak edebilmek, hem Ceza Hukuku ve hem de Ceza Muhakemesi Hukuku açısından mümkün değildir. Özel hayatın gizliliğini ihlal suçunu düzenleyen TCK m.134’de özel kasta, yani saike önem verilmemiş olup, bu suçun işlenebilmesi için suçun manevi unsuru bakımından failin genel suç işleme kastına sahip olması yeterli görülmüştür. Nitekim; Yargıtay 12. Ceza Dairesi de, gerek TCK m.134/1’in ikinci cümlesinde yer alan maddi unsur ve gerekse suçun manevi unsuru bakımından işin içinden çıkamadığında, hukuka aykırı hareket etme bilinciyle davranmadıkları ibaresine yer vermek suretiyle sanıklar hakkında verilen beraat kararının doğru olduğu sonucuna varmıştır. Hukuka aykırı hareket etme bilinci nedir? Kanun koyucu; özel hayatın gizliliği suçunu TCK m.134’de iki fıkrada ve iki ayrı suç tipi olarak düzenlemiş, bunlardan ilkini özel hayatın gizliliğini ihlali, bu suçun nitelikli halini de gizliliğinin görüntü ve seslerin kayda alınması suretiyle tanımlamış, ikinci fıkrada özel hayatın ifşası olarak göstermiştir. Yargıtay’ın kararında yer verdiği fiil; ifşa kavramının varlığına işaret etmemekle birlikte, olayın oluşunun “suçta ve cezada kanunilik” prensibi çerçevesinde TCK m.134’ün 1. fıkrasının ikinci cümlesine girdiği her haliyle ortadadır. Dolayısıyla, konuyu TCK m.134/2 kapsamında değerlendirmek hatalıdır. Yerel Mahkeme ve Yargıtay TCK m.134/1’de tanımlanan suçu ise, faillerin hukuka aykırı hareket etme bilinciyle davranmadıklarını gerekçe göstermek suretiyle aşmaya çalışmıştır. Hukuka aykırı hareket etme bilinci hukuka aykırılık unsuru olarak zaten suç ve cezada tanımlarında yer alan, ancak hukuka uygunluk sebebine veya “Hata” başlıklı TCK m.30/1-4’e dayanması halinde failin sorumluluğunun olmayacağından bahsedilebilir. TCK m.30/1’de kastı kaldıran hata ve m.30/4’de ise kanunu bilmemek mazeret sayılmaz ilkesinin istisnası olan haksızlık hatası, yani işlediği fiilin haksızlık oluşturduğu konusunda kaçınılmaz bir hataya düşülmesi düzenlenmiştir. Somut olayda, ceza sorumluluğunu kaldıran bu iki hatanın varlığından söz edilemez. Somut olayda failler; kendilerine göre meşru gördükleri bir konuda anlık gelişen ve kendilerine dönük suç işleyen bir kişi ile ilgili görüntü ve/veya sesleri tespit etmeksizin, bir anlamda tuzak kurarak, yani plan ve program yaparak katılanı kendi işyerlerine davet ettikleri, ardından soruşturmaya konu dosyayla ilgili sorular sorup, herhangi bir izni ve muvafakati olmaksızın kurdukları düzenekle katılanın sesini kayda aldıkları anlaşıldığından, TCK m.134/1’de tanımlanan suçun maddi ve manevi unsurlarının oluştuğu, ortada meşru savunmanın şartlarını oluşturan bir durumun da olmadığı, bu nedenle hukuka aykırı hareket etme bilinciyle davranmama gibi bir kriterin suçu ortadan kaldırmayacağı, ayrıca başlamış bir soruşturmaya delil elde etmek amacıyla ve ortada aniden gerçekleşmiş bir saldırıyı defetmek veya bunu başka türlü ispat edemeyeceğinden kayıt altına alma gibi bir halin de bulunmadığı dikkate alındığında, bu yolla elde edilen delilin hukuka aykırı olacağı, Anayasa m.38/6, CMK m.206/2-a ve m.217/2 gereğince yargılamada şüphelinin veya sanığın aleyhine olarak kullanılamayacağı sonucuna varılmalıdır. Bu yönlerden, Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin 12.03.2024 tarihli kararına iştirak etmediğimizi belirtmek isteriz.
Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin 27.11.2023 tarihli, 2020/1357 E. ve 2023/5105 K. sayılı kararında da; “Sanık ... ile katılan ...’un boşanma aşamasında olup, aralarında dava bulunduğu, katılan ... ile babası katılan ...’ın boşanma davası hakkında konuşmak için sanık ...’nin evine gidip konuşma yaptıkları sırada sanık ... ve kızı olan diğer sanık ...’nın yapılan konuşmaları diğer tarafın bilgisi ve rızası dışında kaydederek devam eden boşanma davasına delil olarak sunmalarına konu olayda; kayda aldığı konuşma içeriklerini üçüncü kişi ya da kişilerle paylaştığı ve/veya çoğaltarak dağıttığına ilişkin hakkında bir iddia ileri sürülmeyen sanıkların, açmış olduğu boşanma davasındaki iddialarını ispatlama amacını taşıyan eyleminde, hukuka aykırı hareket etme bilinciyle davranmadığı anlaşıldığından yerel mahkemenin beraate ilişkin kabulünde bir isabetsizlik görülmemiştir”.
Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin bu kararına da katılmadığımızı, yukarıda yer alan kararla ilgili eleştirilerimizin 27.11.2023 tarihli karar için de geçerli olduğunu ifade etmeliyiz.
Yukarıda yer verilen ve katılmadığımız Yargıtay kararlarında; diğer tarafın rızası dışında kaydedilen konuşma içerikleri esasen özel hayatın gizliliğini ihlal etmekle birlikte, sanığın amacı sadece iddiasını ispat etmekten ibaret olduğundan ve hukuka aykırı hareket etme bilinciyle hareket etmediğinden, suçun manevi unsurunun sağlanmaması sebebiyle, suçun oluşmadığı kabul edilmektedir.
Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 21.06.2011 tarihli, 2010/5-187 E. ve 2011/131 K. sayılı kararına göre; “Katılanın sanıklar ile aynı ortamda ve telefonda yaptığı görüşmeleri cep telefonuna kayıt etmek suretiyle elde ettiği kayıtların, 5271 sayılı CYY’nın 135. maddesi kapsamında değerlendirmesi, bu bağlamda hakim kararı olmadığından bahisle hukuka aykırı kabul edilmesi olanaklı olmayıp, rüşvet istenmek suretiyle sanıklar tarafından kendisine karşı işlendiğini iddia ettiği suçla ilgili olarak, bir daha elde edilme olanağı bulanmayan kanıtların yetkili makamlara sunulmak amacıyla toplandığının, dolayısıyla hukuka uygun olduğunun kabulü gerekmektedir (…) Zira, katılanın kastı, bir başkasının özel hayatına müdahale olmayıp, kendisine karşı işlendiğini düşündüğü suçla ilgili olarak kaybolma olasılığı bulunan kanıtların kaybolmasını engellemek ve yetkili makamlara sunmak amacına yöneliktir (…) Ancak, bunun da kişinin kendisine karşı işlenmekte olan bir suçla ilgili olarak, bir daha kanıt elde etme olanağının bulunmadığı ve yetkili makamlara başvurma olanağının olmadığı, ani gelişen durumlarla sınırlı olması koşulu ile hukuka uygun olacağının, aksi halde ilgili kişinin yetkili makamlara başvurma olanağı doğduktan sonraki aşamalardaki kayıtlarının ise hukuka aykırı yollarla elde edilmiş olduğunun kabulü gerekmektedir”.
21.06.2011 tarihli Yargıtay Ceza Genel Kurulu da kişinin, özel hayatı ihlal etme kastının bulunmaması sebebiyle suçun oluşmadığına yer vermekle, bu kastın tespitinde daha dar kriterlere yer vermiştir. Buna göre, kişinin özel hayatın gizliliğini ihlal etme kastının bulunmadığından bahsedilmesi için;
1- Kişinin kendisine karşı bir suç işleniyor olması,
2- Ani gelişen bir durumun olması,
3- Bir daha elde edilmesi mümkün olmayan bir delilin, yetkili makamlara sunulmak amacıyla toplanıyor olması,
4- Kararda geçmemekle birlikte, görüntü ve/veya sesi tespit eden kişi bakımından bir mecburiyet olması, önceden düzenek kurup, bir plan ve program çerçevesinde mağdurun görüntü ve/veya sesini kayıt altına almaması,
Gerekmektedir. Bu dört kriterin bir arada bulunduğu durumda kişinin kastının, özel hayatın gizliliğini ihlal etmek olmadığı kabul edilebileceği gibi, bu kayıtların şikayet hakkının kullanılabilmesi için yapıldığı da söylenebilecek ve böylece TCK m.26/1’de düzenlenen hakkın kullanılması hukuka uygunluk sebebinin bulunduğundan bahsedilebilecektir. Ancak Genel Kurul Kararında, ilk üç kriterin arandığı ve özel hayatın gizliliğini ihlal suçunun oluşmaması için yeterli görüldüğü anlaşılmaktadır.
Yukarıda yer verdiğimiz yeni tarihli Yargıtay kararlarında; kişilerin bir plan dahilinde hareket ettikleri, kendilerine karşı o sırada suç işlenmediği, bir başka suçu veya fiili ispatlama amacı güttükleri görülmektedir. Kararlar, bu yönü ile 21.06.2011 tarihli Yargıtay Ceza Genel Kurul kararından ayrılmaktadır; zira Genel Kurul kararı, o sırada bir suç işlenmesi gerektiğini ve bu suçun ispatlanması ve başka türlü elde edilemeyecek bir delilin kaybolması ihtimalinin önüne geçilmesi için esasen suç oluşturacak fiilin hukuka uygun olduğunu kabul etmiştir.
Belirtmeliyiz ki; TCK m.134/1’de özel hayatın gizliliğini ihlal suçunun düzenlendiği, maddenin ikinci fıkrasında ise ifşa suçundan bahsedildiği, hükümde ayrıca saik veya hukuka aykırılık kavramlarına yer verilmediği, kaydın ifşasının hukuka aykırılık unsurunun gerçekleşmesinde yeterli görüldüğü, bunu ortadan kaldıran hukuka uygunluk sebebi olmadıkça da failde hukuka aykırı hareket etme bilinci ile hareket etme halinin yalnızca TCK m.30/4 kapsamında değerlendirilebileceği dikkate alınmalıdır. Özel hayatın gizliliğinin kayıt alınmak suretiyle ihlal edilmesi için suçun kanuni tanımında fiilin ayrıca hukuka aykırı olarak işlenmesi gerektiğine yer verilmediğinden, kişinin hukuka aykırı hareket etme bilinciyle hareket etmediği ve kişinin asıl amacının iddiasını ispatlamak olduğu gerekçeleri, suçun manevi unsurunun oluşmadığından bahsetmek için yeterli değildir, çünkü suçun oluşması için genel kastın varlığı aranmaktadır.
Failin bir plan dahilinde hareket etmediği, karşısındakini tuzağa düşürmeye çalışmadığı durumlarda, elbette özel hayata ve hayatın gizliliğine karşı bir fiil işlediğinin bilincinde olmakla birlikte, kişinin kastı, özel hayatın gizliliğini ihlal etmeye veya kişisel veriyi kaydetmeye yönelik değil, kendisine karşı işlenen bir suçu ispatlamaya yöneliktir. Kaldı ki; kişinin kendisine karşı bir suç işlendiği halde de kişinin amacı, daha sonra ihbar niteliğinde, yani takibi için şikayet şartı aranmayan veya şikayet şartı aranan suçlarda şikayet hakkını kullanabilmek olup, hakkın kullanılması Türk Ceza Kanunu’nda hukuka uygunluk sebebi olarak düzenlenmiştir.
Yeni tarihli Yargıtay kararlarında yer verilen, kişinin amacının farklı olması sebebiyle özel hayatın ve hayatın gizli alanına karşı işlenen fiillerin suç oluşturmadığı kabulü, bu fiillere karşı işlenen, kayıt alınmasını sonlandırmaya yönelik savunma amaçlı fiiller yönünden de belirsizlik meydana getirecektir. Çünkü sırf hukuka aykırı hareket etme bilinci olmaksızın ve bir iddiayı ispat amacıyla işlenen ses ve/veya görüntü kaydetme fiili bu durumda haksız saldırı kabul edilemeyecek olup, kendisine karşı işlenen bu fiili defetmeye yönelik harekette bulunan kişi bakımından TCK m.30/3’de yer alan ceza sorumluluğunu kaldıran veya azaltan nedenlere ait koşullarda hata hükmünün tatbiki gündeme gelebilecektir.
Sonuç olarak saldırı; hukuk düzeninin, kişiye bu harekete karşı tahammül gösterme yükümlülüğünü yüklemediği durumda haksız saldırı niteliğinde olduğundan[2] ve bir plan dahilinde hareket edilse bile, bir iddiayı ispat amacıyla işlenen ses ve/veya görüntü kaydı alma fiilinin haksız saldırı niteliğinde olduğu kabul edilemeyecek olup, bu fiilin haksız saldırı niteliğinde olduğu hususunda hataya düşen kişi hakkında TCK m.30/3’ün tatbiki gerekecektir.
Yeri gelmişken; saldırının, kişinin özel hayatına ve hayatın gizli alanına yönelik olması halinde, haksız saldırı teşkil eden bu saldırının defedilmesi için başvurulan fiilin, saldırı ile orantılı olması ve sadece saldırıyı defedecek ağırlıkta olması gerekmektedir. Örneğin; kişinin görüntüsü rızası hilafına çekilmeye başlandığı takdirde, ortada haksız bir saldırı bulunduğuna şüphe olmayıp, kişinin devam eden haksız saldırıyı defetmek amacıyla, kayıt yapılmasına son verilmesini sağlayacak şekilde savunma fiilinde bulunması mümkündür. Ancak bu savunma fiili, sadece kaydın alınmasına engel olacak ağırlıkta olmalıdır. Bir başka ifadeyle, kişinin kayıt almaya devam etmesini engelleyecek en hafif savunma fiiline başvurulmalıdır. Aksi halde, meşru savunmanın savunmaya ilişkin şartlarının oluştuğundan bahsedilemeyecek ve kişinin fiilinin TCK m.25/1 uyarınca hukuka uygun kabul edilemeyecektir. Bu değerlendirmenin, her somut olayın şartları ayrı ayrı değerlendirilerek yapılması gerekmektedir.
III. Değerlendirmemiz
Bir kurgu ve plan dahilinde, yani anlık olarak gerçekleşmeyen ve o sırada kişinin kendisine karşı haksız bir saldırının olmadığı veya olacağından bahsedilemeyeceği durumlarda, kişinin ses ve/veya görüntü kaydı almasının, hukuka aykırı hareket etme bilincinin olmadığı ve amacının iddiasını ispatlamak olduğu belirtilerek, kastının özel hayatın gizliliğini ihlal etmeye veya kişisel verileri kaydetmeye yönelik olmadığından hareketle, suçun manevi unsurunun oluşmadığına dair savunmanın kabulü mümkün değildir.
Kişinin bir kurgu dahilinde, tuzak kurarak ve karşı tarafı kendisi aleyhinde beyanda bulunmaya teşvik ederek veya zorlayarak elde ettiği ses ve/veya görüntü kayıtlar hukuka uygun kabul edilemez. Anayasa m.38/5’de güvence altına alınan ve “nemo tenetur” ilkesi olarak bilinen kural, kişinin kendisi veya yakını aleyhinde beyanda bulunmaya zorlanarak elde edilen ses ve/veya görüntü kayıtlarının hukuka uygun kabul edilmemesinin başlıca sebebidir. Sonuç olarak; hukuka uygunluk sebebinin bulunmadığı, kişinin kendisi aleyhinde beyanda bulunmaya itildiği hallerde, kişinin görüntü ve/veya ses kaydı alması haksız saldırı niteliğinde olacağından, kişinin fiiline son verilmesi için, saldırı ile orantılı olarak savunma fiilinde bulunulabilecek ve bu savunma fiili TCK m.25/1 uyarınca meşru savunma kapsamında değerlendirilecektir.
Ancak kişinin, kendisine karşı o an işlenen bir suçun işlendiğini göstermek, bu hususta şikayet hakkını kullanmak için kayıt aldığı durumlarda, ilk haksız hareket karşı taraftan gelmekte olup, kayıt alma fiili haksız saldırı niteliğinde olmayacak, bu fiillere karşı işlenen fiiller, meşru savunma kapsamında değerlendirilemeyecektir.
Cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlarda genellikle olayın tek tanığının bulunduğu ve bu kişinin de mağdurun kendisi olduğu unutulmamalıdır. Devam eden veya tekrarlayan saldırının varlığında, mağdurun bu iddiasını ispatlayabilmesi ve şikayet hakkını kullanabilmesi için ses ve/veya görüntü alması halinde, kastının özel hayatın gizliliğini ihlal etmek olmadığı açıktır. Önemli olan, yukarıda yer verdiğimiz şartların gerçekleşip gerçekleşmediğidir. Görüntü ve/veya ses kaydı alanın bir mecburiyeti olmalı, sözlü veya fiili saldırıya uğramalı, bunu başka türlü defetme ve/veya kanıtlama imkanına sahip olamamalı, amacı görüntü ve/veya sesleri kaydetmek suretiyle ifşa değil, kendisine karşı işlenen suçu ve delilini ortaya koyma amacı bulunmalıdır. Dolayısıyla; esasen özel hayata ve hayatın gizli alanına karşı işlenen fiile karşı meşru savunmanın gündeme gelip gelmeyeceği, fiili işleyen kişinin kastı, “nemo tenetur” ilkesinin ihlal edilip edilmediği ve somut olayın diğer şartları dikkate alınarak incelenmelidir. Tüm bunlar birlikte değerlendirilerek, haksız saldırının olup olmadığı ve TCK m.25/1’de düzenlenen meşru savunmanın tatbik edilip edilemeyeceği anlaşılacaktır.
Prof. Dr. Ersan Şen
Stj. Av. Doğa Ceylan
(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)
----------------
[1] Tezcan/Erdem/Önok, Teorik ve Pratik Ceza Özel Hukuku, 15. Baskı, 2017, s.613.
[2] Cengiz Apaydın, Meşru Savunma, 1. Baskı, Nisan 2016, s.68.