“Emre itaat: iyilik emredildiği zamandır.” Hz.Muhammed (s.a.v)
Şiddetin insanla, insanın şiddetle birlikteliği kadim bir birlikteliktir. Bu birliktelik Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesiyle başlar. Adi olmaktan daha çok siyasi olan bu ilk cinayet de dahil olmak üzere, insanın şiddetle arasındaki ilişki üzerine yapılan incelemeler sonucu getirilen bütün açıklamalar on dokuzuncu yüzyıl boyunca ağırlıklı olarak biyolojiye dayandırılmıştır.
Biyoloji temelinde açıklanan, insanın da bir hayvan türü olduğu, hayvanlar arasında şiddetin evrimin doğal bir unsuru olarak kabul edildiği yönündeki görüşler, bütün bir on dokuzuncu yüzyıla egemen olmuştur. Bu görüşün önderleri, bu yüzyılın önde gelen bilim insanlarından olan ve görüşlerini ‘evrim’ ile ‘doğal seleksiyon’ kuramları üzerine kuran Thomas Malthus ile Charles Darvin’dir.
Yirminci yüzyılda bilim insanlarının bu yöndeki çalışmaları, insan davranışları ile toplumsal düzen ilişkileri üzerinde yoğunlaşmaya başlamıştır. Bu yüzyılın önemli bilim insanlarından olan Carl Jung ile Sigmund Freud, insan aklının çalışma şekli üzerine kurdukları kuramlarında, farklı şekillerde de olsa şiddet isteğinin insan doğasının bir parçası olduğunu öne sürmüşlerdir. Jung’un ve Freud’un ‘dürtü’ kuramlarına katılmayan kimi antropologlar ise, insanların yetiştirilme biçimiyle ve yine bireysel ve toplumsal deneyim yoluyla şiddeti öğrendiklerini, o nedenle insanların şiddetin sorumluluğunu üstlenmeleri gerektiğini savunurlar.
Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, şiddetin kaynağı, nedeni, açıklaması bilimsel yönden her ne kadar tartışmalı ise de, tartışmalı olmayan tek husus, şiddetin insanla olan ilişkisinin kadim oluşudur. Zira ilk katil Kabil’den günümüze kadar yaşanan süreçte şiddet hep var olmuş, her zaman ve her yerde insanla, insanlarla birlikte yaşamış, pek çok şeyin elde edilmesinde son derece etkili bir araç olarak kullanılmıştır.
İnsanlar bu etkili aracı, küresel ticaret ve sömürgeleştirme hedefine ulaşmak, ülkeleri fethetmek, insanların dinlerini, kimliklerini değiştirmek için kullanmışlar, en büyük şiddet olan savaşların büyük bir kısmı sınırları, o sınırlar içinde yaşayan insanları korumak için yapılmış, iktidar kavgalarının en etkili silahı dünyanın hemen her yerinde ve her zaman şiddet olmuştur.
Şiddet üzerine, zulüm üzerine, vahşet üzerine, kitlesel kıyım üzerine, soykırım üzerine, bunların sosyolojik, psikolojik, ekonomik, siyasal nedenleri üzerine kafa yoranlar, inceleme yapanlar, elbette ve sadece antropologlar, sosyologlar, psikologlar, Jung, Freud, Malthus, Darwin değildir. Başkaları da vardır, bu konular üzerine yazılmış başkaca kitaplar, makaleler, yapılmış bilimsel incelemeler ve araştırmalar da vardır.
Mesela Elias Canetti’nin ‘Kitle ve İktidar’ isimli kitabı vardır. Canetti bu kitabında, birbirini hiç durmadan, hiç soluk almadan üreten, sonra yeniden üreten, etkileyen ve çoğaltan, birbirinin hem nedeni, hem de sonucu olan iki canavarı, yani kitleyi ve iktidarı anlatır. Sadece bunu değil, insan doğasının, kitle ve iktidarla olan ilişkisinin zaman, mekan, din, ırk farkı olmaksızın nasıl benzeştiğini, insanlar arasındaki emir/itaat ilişkisinin nasıl biçimlenerek saldırganlığa dönüştüğünü anlatır.
Mesela Eric Hoffer’in ‘Kesin İnançlılar’ isimli kitabı vardır. Kitle hareketlerinin psikolojik, sosyolojik, ideolojik temellerini incelediği bu kitabında Hoffer, ister dini ve milliyetçi hareketler, isterse sosyal ve siyasal devrimler olsun bütün kitle hareketlerinin ortak özellikler taşıdığını ileri sürer. Hoffer’e göre şiddeti, zulmü, vahşeti, bireysel veya kitlesel yok etmeyi esas alan kitle hareketinin kendisine taraftar bulmasının, bulduğu taraftarları elinde tutmasının nedeni; dayandığı siyasi/ideolojik doktrinden daha çok, endişe, tatminsizlik, imkânsızlık, hiçlik içinde olan, bütün bunlardan kurtulmak isteyen insanlara sığınacak bir yer teklif etmesidir. Kitle hareketlerine katılmaya hazır duruma gelen insanların, sadece bir öğretisi veya programı olan belirli bir harekete değil, genel olarak etkili herhangi bir harekete katılabilecek duruma geldiklerini ileri süren Hoffer, bu tezine örnek olarak Hitler öncesi Almanya’sında Komünist veya Nazi partisine katılmak için hareketlenen gençleri, Çarlık Rusya’sının son zamanlarında, siyonizmin hizmetine girmeye ya da komünist devrime katılmaya hazır durumda olan Yahudileri verir.
George Orwell vardır mesela. 1941’de, İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman bombardıman uçakları tepesinde uçarken kaleme aldığı “İngiltere, İngiltere’n” isimli kitabında Orwell şunları yazar: “Şu anda ben yazıyorken, yüksek düzeyde uygarlaşmış insanoğulları beni öldürmek için tepemde uçuyorlar. Benim gibi, onların da bana karşı kişisel bir düşmanlığı yok. Hep söylendiği gibi, ‘görevlerini yapıyorlar’ yalnızca. Bunların çoğu, hiç kuşkum yok ki, özel yaşamlarında cinayet işlemeyi asla aklından bile geçirmemiş, iyi kalpli, yasalara saygılı insanlardır. Ama öte yandan, içlerinden biri beni paramparça edecek bir bombayı tam yerine isabet ettirmeyi becerirse, bu yüzden uykusu asla eskisinden daha az ve kötü olmayacaktır. Onu suçlu olmaktan kurtaracak kadar güçlü ülkesine hizmet etmektedir çünkü o.”
Mesela Hannah Arend vardır. Eichman davasını anlattığı “Eichmann in Jerusalem / Eichmann Kudüs’te” isimli kitabında Arend, kötülüğün, şiddetin, itaatin nedenlerini araştırır, bunların insanın doğasında olan şeyler mi, yoksa sonradan öğrenilen şeyler mi olduğunu tartışmaya açar ve sıradan insanların, diğerlerinin emirlerine uymalarının, bunların sonuçlarını düşünmeden çoğunluk görüşüne itaat etmelerinin sonucu olup olmadığı sorusunun yanıtını arar.
Yine Arendt “Şiddet Üzerine” isimli kitabında, insanların mantık sahibi varlıklar olduğunu, o nedenle şiddet içgüdüleri tarafından yönetilmediklerini ileri sürer ve yoksulluk ile diğer toplumsal adaletsizliklerin neden olduğu öfkenin şiddetle sonuçlanmasına ilişkin yaygın inanca karşı çıkar.
Theodor W.Adorno vardır mesela. Frankfurt Okulu’nun önde gelen temsilcilerinden olan Adorno, bir grup bilim adamıyla birlikte yaptığı saha çalışması ve araştırması sonunda hazırladığı “Otoriter Kişilik” adlı eserinde, Hitler/Nazi egemenliği ve bunun sonucunda soykırıma kadar giden insanlık dışı muameleleri belli bir birey tipinin; güçlüye boyun eğme, zayıf olana karşı vicdansızca ve hatta zalimce tahakküm etme eğilimindeki hastalıklı kişiliklerin varlığıyla açıklamaya çalışır.
Adorno, sadece bunu değil, aynı zamanda, otoriter kişiliğin oluşmasının nedenlerini, koşullarını, türlerini inceler. Yayınlandığı tarihte oldukça ilgi toplayan, ancak daha sonraki süreçte fazlaca eleştirilen kitapta yer alan tespitlere göre otoriter kişiliğin oluşumunda etkili olan faktörler ile bu kişiliğin temel özellikleri şunlardır: “çocuklukta bastırılmış içgüdüler; hayatı ve başka insanları tehdit olarak algılama; insanlarla olan ilişkileri mücadele, çatışma, karşıtlık, kutuplaşma temelinde kabul etme; anne/baba ile olan ilişkilerinin hiyerarsik/otoriter/sömürücü bir temele dayanması; bunlardan kaynaklanan öç alma, hınç duyma duyguları ile başkalarını sömürme isteği; güç gösterilerine tutkuyla katılma; başkalarını küçümseme ve dışlama.”
Saha çalışmasına dayanan bu tespitlerin yapılmasında araştırma ekibi tarafından kullanılan ölçekler; anti-semitizm, etnomerkezcilik, politik-ekonomik muhafazakarlık ve faşizm ölçekleridir.
Bu ölçekler içerisinde en önemli ve etkili ölçek olarak kullanılan faşizm ölçütünün değişkenleri ise şunlardır; “gelenek ve göreneklere bağlılık; otoriteye boyun eğme; otorite olarak kabul edilen kişi ve kurumların sevmediği kişi ve gruplara, geleneksel değerleri tehdit ettiği düşünülenlere karşı duyulan öfke ve saldırgan tutum; subjektif, sanal, hayali yaklaşımlar; ben merkezcilik; rafine ve estetik olanın reddi; stereotiplestirme, yani batıl inanç, klişe, kategorileştirme ve kaderci belirlenimcilik eğilimleri; güç gösterme, kabadayılık, delikanlılık yapma; başkalarını aşağı görme, alay etme, küçümseme; cinselliğe, özellikle heteroseksüel cinselliğe fazlaca önem verme; yalan söylemeyi alışkanlık haline getirme; acımasızlık duygusu, kutuplaştırma, ötekileştirme, vs.”
Polonyalı sosyolog Zygmunt Bauman “Modernite ve Holocaust” isimli eserinde, Adorno ve arkadaşlarının yaptıkları çalışmayı, bu çalışma sonucunda hazırladıkları “Otoriter Kişilik” isimli kitabı önemli ve övgüye değer bir çalışma olarak görmekle birlikte eleştirmekten de kaçınmaz. Bauman adı geçen eserinde bu konuyla ilgili olarak şunları yazar; “Nazilerin zaferi güçlüye itaat eden, zayıfa karşı vicdansızca, çoğu kez zalimce tahakküm etme eğilimindeki kişiliklerin alışılmadık bir şekilde bir araya gelmelerinin sonucu olmalıdır. Bunun nedenini yazarlar açıklamamışlar, açıklamak da istememişlerdir. Otoriter kişilikleri yaratabilen bireyüstü ya da birey dışı etkenleri araştırmaktan özenle kaçınmışlar, bu etkenlerin normalde otoriter kişilikten yoksun insanlarda otoriter bir davranışa yol açabilmesi olasılığıyla ilgilenmemişlerdir. Adorno ve arkadaşlarına göre Nazizm, Naziler zalim olduğu için zalimdi; Ve Naziler, zalim insanlar Nazi olmaya eğilimli olduğu için zalimdiler…Adorno ve ekibinin sorunu ifade biçimi, uyguladıkları suçu bölüştürme yönteminden daha çok, insanlığın geri kalanını suçsuz ilan eden isabetsizliğinden ötürü önemlidir. Adorno’nun görüşü dünyayı doğuştan Nazi eğilimliler ve onların kurbanları olmak üzere ikiye bölmektedir. Pek çok kibar insanın olanak verildiğinde zalime dönüşebildiği yolundaki çapraşık ve üzücü gerçek hasıraltı edilmiştir. Kurbanların bile, kötü sonlarına doğru giderken insanlıklarını büyük ölçüde yitirmiş olabileceklerinden kuşku duymak yasaklanmıştır…”
Bu konularla ilgili olarak yazılmış bir başka kitap, yapılmış bir başka inceleme daha vardır. En başta Adorno ile arkadaşlarının yaptıkları araştırmayla bu araştırma sonunda vardıkları kimi görüşlere ve yine şiddet, vahşet, zulüm, kitle kıyımı, soykırım üzerine ortaya konulmuş diğer bütün görüşlere aykırı ve farklı sonuçlara ulaşan bu çalışma ve görüş, Yale Üniversite’nde akademisyenlik de yapan Amerikalı psikolog Stanley Milgram’a aittir.
Duygusal dürtülere dayalı varsayımların amprik bir uygulamasını yapan, bu bağlamda değişik meslek mensupları ile yaş gruplarından seçtiği denekler üzerinde çalışma yürüten Milgram, kendi adıyla anılan, yani “Milgram Deneyi” olarak bilinen çalışmasını ve bu çalışmanın sonuçlarını önce “The Perils of Obedience/İtaatin Tehlikeleri” isimli makalesinde, daha sonra ve çok daha geniş olarak “Obedience to Authority: An Experimental View/Otoriteye İtaat: Deneysel Bir Bakış” isimli kitabında yayınlamıştır.
Milgram’ın yaptığı amprik çalışmalar, denekler üzerinde uyguladığı deneyler sonucu elde ettiği bulgular ile ulaştığı son derece açık ve anlaşılır sonuç bize şunu söyler: “Bu, yani Holocaust, yani kitle katliamı, soykırım, yani şiddet, vahşet, yani zulüm bize karşı da yapılabilir ve bütün bunları biz de başkalarına karşı yapabiliriz.”
Milgram’ı insan psikolojisi üzerindeki otorite etkisini ölçmeye yönelik deney yapmaya yönelten neden, Nazi Almanyası döneminin savaş suçlusu olarak yargılanan ve yargılama sonunda idam cezasına mahkum olan Adolf Eichmann’ın “ben bir asker olarak görevimi yaptım, bana verilen emirleri yerine getirdim” şeklindeki savunması olmuştur.
Bu noktadan hareket eden Milgram, yaptığı deneyle, insanların bağlı bulundukları bir otoriteden emir almaları durumunda, hiçbir kişisel düşmanlık beslemedikleri insanlara eziyet edebilip edemeyeceklerini ölçmeyi hedefler. Bu hedefe ulaşmak amacıyla şu soruların yanıtını arar: “İnsanlar kendilerine bu tür emirler verildiğinde ne tür tepkiler verirler? İtaat mi ederler, yoksa karşı mı çıkarlar?” Ve daha da önemlisi, “Hangi noktadan sonra itaat etmeyi bırakıp emir verene karşı çıkarlar?”
Milgram’ın, sıradan bir insanın bir deney uygulayıcısından aldığı emirle başka bir insana ne kadar acı çektirebileceğini ölçmek amacıyla değişik yaş ve meslek gruplarından seçilen deneklere elektrik şoku vererek uyguladığı bu deney, katılan deneklerin güçlü vicdani duygularıyla mutlak otoriteyi karşı karşıya getiren fiili bir uygulamadır. Sonuçta kazanan otorite olur.
Milgram vardığı bu sonucu, yaptığı deneyle ilgili olarak yazdığı makalesinde ve kitabında şu şekilde açıklar: “Sadece görevlerini yapan, kendi başlarına vahşi işlere kalkışmayan sıradan insanlar, korkunç bir yok etme işleminin bir parçası olabilmektedirler. Ek olarak, yaptıkları işin yıkıcı sonuçlarını apaçık görmelerine rağmen, temel ahlaki değerleriyle çelişen bu görevlerde pek az kişinin otoriteyi reddetme potansiyeli olduğu görülmüştür…Çalmaktan, öldürmekten, bir insana saldırmaktan kendi ilkeleri gereği nefret eden kişi, otorite tarafından emredildiği takdirde kendisini bu işleri görece daha kolay yaparken bulabilir. Kendi başına hareket eden bir insanın yapmasını hayal dahi edemeyeceğimiz bir eylem, emirle yapıldığında tereddütsüz uygulanabilir… İtaatin özü, bir insanın kendisini başka bir insanın isteklerini gerçekleştiren bir araç olarak görmesi, böylece kendi davranışlarından kendisini sorumlu hissetmemesidir. Kişinin bakış açısındaki bu kritik kayma gerçekleştiği zaman, itaatin bütün temel nitelikleri bunu takip eder.”
Milgram’ın yukarıdaki açıklamalarında da ifade ettiği üzere, yaptığı deney sonucu elde ettiği bulgular içerisinde belki de en çarpıcı ve sarsıcı olanı “barbarlık yapmaya hazır olma ile barbarlığın kurbanına yakınlığı arasındaki ters orantıdır.”
Gerçekten insanın dokunduğu bir insana zarar vermesi son derece zordur. İnsanın sadece uzaktan gördüğü bir insana acı çektirmesi biraz daha kolaydır. Yalnızca sesini duyan bir insanın, sesini duyduğu insana acı çektirmesi daha da kolaydır. Bir insanın görmediği ve sesini duymadığı bir insana karşı zalim olması ise çok daha kolaydır.
Zygmunt Bauman’ın da işaret ettiği üzere, eğer bir insana zarar vermek o insanla doğrudan bedensel temas gerektiriyorsa, bu işi yapacak olan kişi, kendi eylemiyle kurbanının acısı arasındaki neden-sonuç ilişkisini görmezden gelemez. Zira neden-sonuç ilişkisi yalındır ve aşikardır; acıdan duyulan sorumluluk da öyledir.
Milgram’ın deneyindeki kişilere, kurbanın ellerini zorla, sözde elektrik şokunun verildiği bir levha üzerine koymaları söylendiğinde, deneklerin sadece %30’u emre uymayı deney sonuna kadar sürdürmüşlerdir. Kurbanın ellerini kavramak yerine yalnızca, kumanda masası üzerindeki manivelayı çevirmeleri istendiğinde, itaat edenlerin oranı %40’a yükselmiştir. Kurbanlar bir duvarın arkasına gizlenip de yalnızca acı dolu çığlıklar duyulduğunda işin sonunu getirmeye hazır deneklerin oranı %62.5’e çıkmıştır. Sesin kapatılması, oranı daha fazla artırmamış, oran sadece %65’e ulaşmıştır.
Bu tespitler, insan olarak bizim en çok gözlerimizle hissettiğimizi göstermektedir. Buna göre kurbandan fiziksel ve psikolojik uzaklık arttıkça zalimleşmek daha kolay hale gelmektedir.
Bu verilerin de ortaya koyduğu üzere Milgram’ın vardığı sonuç son derece basit ve inandırıcıdır. Milgram vardığı sonucu kitabında şöyle ifade etmektedir: “Denekle, kurbana zarar verici sonuç arasına yerleştirilen herhangi bir güç ya da olay, buna katılan kişi üzerindeki gerilimin azalmasına ve dolayısıyla itaatsizlik oranının düşmesine neden olmaktadır. Modern toplumda bizimle, katkıda bulunduğumuz sonucu zararlı eylem arasında genellikle başkaları durmaktadır.”
Milgram’ın 1974 yılında yayınlanan bu çalışması, hem akademik çevrelerin, hem de konunun uzmanı olan kişilerin yoğun saldırısına uğramış, bilim etiğine, bilimsel deney etiğine aykırı bulunmuş, o nedenle şiddetle eleştirilmiş ve hatta ayıplı bulunduğu için kınanmıştır.
Bu eleştiri ve kınamaların en başta gelen nedeni, akademik çevrelere egemen olan alışkanlıklar, gelenekler, yıkılması neredeyse olanaksız önyargılardır. Zira Milgram’ın yaptığı çalışma, bu çalışma sonrasında vardığı “zulmün zalim kişilerce değil de normal görevlerini iyi yapmaya çalışan normal erkekler ve kadınlarca yapılmış olduğu yolundaki hipotezi; ve zalimliğin bunu yapanların kişisel karakterleriyle bağlantısının zayıf olduğu, ama otoriteyle itaat arasındaki ilişkiyle – yani normal, her gün karşılaştığımız iktidar ve itaat yapılanmasıyla – güçlü bir bağlantısının bulunduğu” şeklindeki sonuç ezber bozucudur. Eleştirileri, kınamaları davet eden, kışkırtan da ezber bozan bu bulgular ve tespitler olmuştur.
Oysa konunun uzmanı olan kişilerin ifade ettikleri ve değeri çok daha sonraları anlaşılacağı üzere, bilim tarihinde, bilginin sözde değer yargılarından arınmış bir şekilde araştırılmasının ve bilimsel merakın/kuşkunun tarafsız dürtülerinin gerçek yüzünü Milgram’ın bu çalışmasından daha fazla gösteren bir başka çalışma hemen hemen yoktur.
Eleştirilere, kınamalara verdiği yanıtta Milgram haklı olarak şunları söyler; “Eleştirilerin çoğu, insanlar bilse de bilmese de araştırmanın sonuçlarından kaynaklanıyor. Eğer herkes az ya da çok bir şokla karşılaşınca araştırmayı sonlandırsaydı, bu çok güven verici bir bulgu olurdu ve o zaman hiç kimse bunu protesto edemezdi.”
“Modernite ve Holocaust” isimli çalışmasında bu konuyla ilgili olarak yaptığı değerlendirmede Zygmunt Bauman, toplum ve kitle psikolojisi üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınan ve takdir edilen Fransız sosyolog ve antropolog Gustave Le Bon’un “kötü eylemlerin normalde kötü olmayan insanlar tarafından yapıldığı” şeklindeki görüşünden hareketle şunları yazar: “Bu konuda genellikle olası bulduğumuz tek vakayı anımsayalım; ki bu, insan ilişkilerinin normal, uygar, mantıklı kalıplarının kırıldığı bir durumdur; nefret ya da panikle bir araya toplanmış bir kalabalık; her biri olağan durumunun dışına çekilmiş ve bir süre için toplumsal bir boşlukta kalmış yabancıların rastlantısal bir karşılaşması; emirlerin yerini çılgınca haykırışların aldığı ve gidilecek yöne karar veren otoritenin yerine denetimden çıkmış koşuşturmaların egemen olduğu, tıklım, tıklım dolu bir kasaba meydanı. Düşünülmeyecek şeylerin ancak, insanlar düşünmeyi bıraktıkları zaman olabileceğine alışığız: İnsanların toplum öncesi ve uygarlaşmamış vahşi duygularının kaynadığı kazanın mantık kapağı kaldırılınca yani. Milgram’ın bulguları, insanlığın tümüyle mantıklı düzen tarafında oldukları; insanlık dışılığın ise tümüyle, ara sıra patlamalarla sınırlı olduğu şeklindeki bir dünya imajını da baş aşağı ediyor. Kısacası, Milgram’ın öne sürdüğü ve kanıtladığı üzere, insanlık dışılık bir toplumsal ilişkiler sorunudur. Toplumsal ilişkiler mantıklılaştırılıp teknik yönden mükemmelleştirilirse, insanlık dışılığın toplumca üretiminin kapasitesi ve ustalığı da mantıklı ve mükemmel hale gelir.”
Milgram deneyinin bize öğrettiği bir başka husus daha var. Ki bu husus, Milgram deneyini çok daha önemli, değerli ve anlamlı kılmaktadır. O da şudur: “ahlaksal yönden normal insanların, ahlaksal yönden anormal etkinliklere, bir diğer deyişle gayri ahlaki, gayri vicdani, hukuk ve yasa dışı eylemlere katılmasına karşı en iyi koruyucu ilaç çoğulculuktur.”
“Farklılığı, farklı olmayı, farklı olma hakkını kurucu unsur olarak kabul eden” demokratik rejimleri diğer rejimlerden ayıran ve dolayısıyla demokrasinin en önemli ilkelerinden birisi olan çoğulculuk, her şeyden önce yurttaşların alternatif haber kaynaklarına sahip olabileceği haber ve yayın organlarının, örgütlü hizmetlerin, sendikaların, meslek kuruluşlarının, dinsel toplulukların, siyasi partilerin, muhalefetin, eleştirilerin varlığını ve çokluğunu, azınlıkta olanların haklarının korunmasını ve güvence altına alınmasını gerekli ve hatta zorunlu gören bir ilkedir.
Çoğunlukçu demokrasi anlayışının tam tersi olan çoğulcu yönetim biçimlerinde, iktidarın dışında kalan her türlü düşüncenin varlığı, korunması, bu düşüncelerin kendilerini özgür bir biçimde ifade etmeleri ve örgütlenmeleri asıldır.
Otoriter, totaliter, faşist anlayışlara sahip olanların iktidar olduklarında, kendi politikalarını uygulayabilmek için yaptıkları ilk şey, siyasal çoğulculuğu bütün izleriyle ortadan kaldırmak olmuştur. Hitler’de, Stalin’de, Mussolini’de, benzeri diğer yöneticiler ve yönetimler de bunu yapmışlar, kendi programlarını ve projelerini uygulayabilmek için ilk önce toplumsal özerkliği ve bunun yansıması olan siyasi çoğulculuğu ortadan kaldırmışlardır. Bunu yapmalarının nedeni, sıradan insanları ahlak dışı, insanlık dışı eylemlere katılmaya hazır hale getirmektir. Zira toplumsal özerklik ve siyasal çoğulculuk tamamen yok edilmeden, toplumun üyelerinin, ahlak dışı, insanlık dışı olduğu, adil olmadığı çok açık olan eylemleri yapmaları için gerekli itaati göstermeleri olanaksızdır.
Nitekim Milgram deneyinin bu sonucunu, “ancak…kurbanların protestolarından başka karşı koyacak baskının olmadığı serbest bir alanda iş gören…bir otorite varsa, orada otoriteye karşı en saf tepkiyle karşı karşıyasınız demektir. Elbette ki gerçek yaşamda birbirini geçersiz kılan, bir sürü karşı baskıyla karşılaşırsınız” diyerek doğrulamaktadır. Milgram’ın “gerçek yaşam” sözleriyle kastettiği şey de, çoğulculuk koşulları altındaki yaşamdır, yani özgürlükçü ve demokratik bir toplum yaşamı ve düzenidir. Böyle bir düzen de, sadece ve sadece adil ve özgür biçimde yapılan seçimlerle tesis edilebilir.
“Naziler önce komünistler için geldiler, bir şey demedim, çünkü komünist değildim. Sonra Yahudiler için geldiler ve bir şey demedim, çünkü Yahudi değildim. Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey demedim, çünkü sendikacı değildim. Sonra Katolikler için geldiler, bir şey demedim, çünkü Katolik değildim. Ve sonra benim için geldiklerinde, çevremde benim için bir şeyler diyecek kimse kalmamıştı. Susma sustukça sıra sana gelecek” şeklindeki çok iyi bildiğimiz sözler, tam da bu gibi durumlar için, yani toplumsal özerkliğin, çoğulculuğun, çeşitliliğin, farklılığın, farklı olma hakkının yok edildiği, insanların vicdanın köreltildiği durumlar için söylenmiştir.
Yani boşuna söylenmemiştir!