Aşağıda, Türkçeye tercüme ettiğim Lucy Mary Jane Garnett tarafından yazılmış olan “Osmanlı’nın Yahudi ve Müslüman Kadınları” (Cilt II) isimli kitabın “Osmanlı Kadınları: İmparatorluğun Yükselişinin ve Çöküşünün Şairleri” başlıklı ilginç bir bölümünü sunuyor ve size iyi okumalar diliyorum.
Önceki bölümlerde Osmanlı kadınlarını daha bilinen yönleriyle sunduk. Şimdi onların Avrupalıların henüz çok az aşina olduğu varoluşlarının başka bir evresini anlatacağım.
Orhan döneminde (on dördüncü yüzyıl) mistik Divanını yazan “Osmanlı Edebiyatının Babası” Aşık Paşa’nın (çn: Türk şâir ve mutasavvıfı) günlerinden beri, Sultanlar diyarı Müslüman silahlarının hünerlerini, haremin hurilerinin cazibesini veya Doğanın güzelliklerini ve gizemlerini söyleyen şairlerden mahrum olmamıştır. Öyle ki, ara sıra, dehası onu çağın edebi ünlüleri arasına sokan bir şairi ortaya çıkarmıştır. Biyografik kaydı bulunan ilk şair olan Zeynep, on beşinci yüzyılda yazmış ve onun halefi olan Mihri’de, on beşinci yüzyılın sonunda ve on altıncı yüzyılın başında, Osmanlı öğrenimi ve edebiyatının, kendileri şair ve kültür adamı ve savaşçı olan Sultanlar ve Bakanlar tarafından desteklendiği bir dönemde belki de zirveye ulaşmıştır. Her iki hanım da hem kişisel hem de zihinsel olarak yetenekli ve bekarlığa karşı olmalarına ve bu husustaki Doğu önyargılarına rağmen, evlenmemeyi, edebi uğraşlara adanmış olmayı ve çağdaş kültür ve bilgi adamlarının dostluğu ve saygısıyla onurlandırılmayı seçmişlerdir.
Zeynep (Zenobia), Küçük Asya’daki Amasya’nın seçkin bir Kadı’sının veya yargıcının kızıydı. Biyografi yazarına göre, o, çok erken yaşta büyük bir zekaya ve önemli bir şiir yeteneğine sahip olduğuna dair kanıtlar sundu. Babası tarafından bu doğal yeteneği geliştirmeye teşvik edilerek, onun rehberliğinde Fars ve Arap şairlerinin ölümsüz eserlerini inceledi ve kendilerini onların yazdıkları dillerin ve çeşitli şiir biçimlerinin ustası yaptı. Böylece şiir eğitimini tamamladıktan sonra, kısmen kendi müzikal Osmanlı dilinde, kısmen de daha klasik Farsça olmak üzere bir Divan veya şiir koleksiyonu yazmaya başladı. Zira, bir biyografi yazarının da belirttiği gibi, “Birçok düşünceyi bir araya getirdiğinde, kişi kolayca şiir yazardı.” O nedenle, Zeynep, döneminin şair-şahini olarak kabul edilebilir. Fetih tutkusunun ve askeri şöhretin her Osmanlının göğsünü doldurduğu bir çağda yaşadığı için, ülkesinin silahlarının başarıları, şairi fatih Muhammed’in yüce kaderini öven zafer şarkılarında ifadesini bulan ve gururlu Sultan’ın da duyarsız olmadığı söylenen bir saygı duruşu ve vatansever bir coşkuyla okuyucularını ateşledi. Aşağıdaki gazel Zeynep’in Padişahını karakteristik olarak Doğu’ya özgü bir ifadeyle apostroflaştırdığı (çn: Orada bulunmayan bir kişiye veya soyut bir kavrama doğrudan yapılan hitap) gazellerden biridir:
Örtünü çıkar, cennet ve dünya göz kamaştırıcı bir ışık dizisinde!
Işıltılı Cennet gibi, bu zavallı, çılgın dünyayı sergiliyor!
Dudaklarını oynat, Kevser havuzunun hafif dalgalarını oynat!
Kokulu saçlarını çöz ve yeryüzüne tatlı kokular yay!
Bu gazelde tüylerinin yanında misk kokulu bir emirin izi vardı. Nitekim Zeynep bir şiirinde şöyle der:
Hız, bu kokuyla Çin ve Katar alemlerini alt et!”
Ey kalp! Senin payın Yaşamın Parlak Suyu olmamalı mıydı,
Sen binlerce kez İskender’in karanlık yolunu takip edebilirdin.
Ey Zeynep, kadının dünyevi gösterişe olan aşkını sen geride bırak;
Tek bir kalple erkekçe ilerle, neşeli süsleri terk et!”
Zeynep’in bu gazeli, çoğu Doğu şiiri gibi, belki de birkaç açıklama sözcüğü gerektiren imalar içerir. Nitekim El Kevser, Cennet’teki bir nehrin adıdır, burada “şefkatli konuşma” anlamında kullanılmıştır, bir aşığın sözleri genellikle şairler tarafından suyun yumuşak dalgalanmasına benzetilir. “Sevgili”nin yanağındaki tüyler, Doğu şiirinde sık sık ifade edilir. Orijinalinde, hem “aşağı” hem de “yazma” anlamına gelen khatt kelimesi üzerinde sevilen bir kelime oyunu vardır. Nitekim şair şöyle der:
“Yüzünü hareket ettirdiğinde, yanağındaki tüyler (khatt) havada o kadar hoş kokulu yazı (khatt) izleri bırakır ki, bunlar adeta esintilere gitmeleri ve kendilerine nüfuz eden tatlılıkla miskin anavatanını fethetmeleri için yazılı bir emir oluşturur.”
Burada ifade edilen “İskender’in karanlık yolu, Büyük İskender’in Karanlık Ülkede fışkırdığı söylenen ve “Karanlık Denizle çevrili olan “Yaşam Pınarını” arama yolculuğunu anlatan en sevilen Doğu mitine yapılan bir göndermedir. Herhangi biri eğer bu Pınardan içerse sonsuza dek yaşar. Ancak yolun tehlikeleri ve dehşetleri o kadar büyüktür ki, sadece bir kişi bunların üstesinden gelmeyi ve ölümsüzlük ödülünü almayı başarmıştır. O, Hızır veya Khizr olarak adlandırılan gizemli varlıktır; daha önce de belirttiğim gibi, onu Peygamber İlyas’la, Aziz George’la (Ejderha macerasından) ve Mısır’ın mitolojik kahramanı Horus’la ilişkilendiren gelenekler vardır. Onun İskender’in Karanlıklar Ülkesi’nde uzun süre dolaştığı ve sonunda umutsuzluk içinde Hızır ve Hayat Suyu arayışından vazgeçtiği söylenir. Osmanlı şairi ve yazarı Latifi, Teskera’sında Zeynep’in yukarıdaki şiirini alıntılar ve buna bir cevap (Nazirā) olarak şu iltifat dolu gazeli ekler:
Huri, yine bizim şölenimizde parlayan Cennet dizisi!
Tatlı dudağıyla kadeh ağzına kadar Kevser’in püskürmesiyle dolsun.
Ey Sûfî, eğer hücren kalbin gibi karanlık ve kasvetliyse,
Gel o zaman, şarap kadehinin lambasıyla onu neşeli bir ışıltıyla yak;
Öd ağacı gibi göğsünün içinde aşk alevlerini yığ;
Kendi nefesinden tüm yeryüzü duyularına tatlı kokular ilet.
Ey Zefir, çok sevdiğimiz onun evinden geçmelisin,
Ona itaat eden bizlerden ona birçok nimet getir.
Çağdaş ve sonraki Türk tarihçiler ve yazarlar, erkeksi ve hassas duyguların tasvirinde eşit derecede başarılı olan Zeynep’in dehasına bir ağızdan övgüler sunarlar. On altıncı yüzyılda şairlerin biyografisini derleyen Kimāli Zadé, bu yetenekli hanımı şöyle över: “Bu Gelinin bilgisi ve şiiri gizlilik perdesi ve utangaçlık örtüsüyle örtülüp saklanmamıştır; ama onun güzelliğinin pembeliği ve tüyleri ve benleri dünya tarafından görülüp beğenilir ve bu her erkek ve kadının bakışının nesnesidir.” Aynı yazar, Zeynep’e Almanca bir çeviriden aldığım ve benim de şöyle çevirdiğim bir Arapça beyit sunar:
Kadınının cinsiyeti Güneş’in parlak ışınını söndürmez;
Ay erkek de olsa, gündüzü aydınlatmaz.
Ve şair-biyografi yazarı ve eleştirmen Latifi, Zeynep’ten “kadınlar arasında bir istisna” olarak bahseder. Sonra “Allah onun kusurlarını örtsün” der. Çünkü o asil bir kız, iffetli ve erdemli bir bakiredir ve birçok hoş zihinsel özelliğe sahiptir. Nitekim bilgili kişiler onun anlayışına hayran kalmışlardır. Babası, yeteneğinin nadir mücevherlerinin parıldadığını gördüğünde, ona sanat ve bilimde ustalar sağlamış, Fars ve Arap şairlerini onun ellerine teslim etmiştir.
Asya’daki Amasya kasabası ayrıca, Mihri’nin (çn: Zeynep Hatun’la birlikte adı bilinen ilk Türk kadın şairlerindendir) takhullus veya “mahlas”ı altında yazan şairi doğurma onuruna da sahiptir; bu terim, hem “Aşkın Takipçisi” hem de “Güneşin Takipçisi” anlamına gelir ve onun şiirinin ruhunu hayranlık verici bir şekilde tanımlar. Mihri, edebi kariyerinin başlangıcında, İtalyan bir Müslüman olan Sinan Paşa’nın oğlu ve yakışıklı ve yetenekli bir genç olan İskender (Alexander) Çelebi’ye karşı samimi bir bağlılık geliştirmiştir. O günlerdeki Osmanlıların genel konumu gibi Doğu edebiyatında oldukça bilgili olan İskender, ilk etapta ona, Doğulu hattatların etkilediği o ilginç ve sanatsal tasarımlarla düzenlediği ve aydınlattığı Fars ve Türk şairlerinden alıntılar içeren bir albüm sunarak onun dikkatini çekmiş gibi görünmüştür. Ancak şaire olan ilgisi ya kardeşçe bir karakterdedir ya da sevgisi geçicidir, çünkü o şiirlerinde sık sık kendisine, hatta bazen adıyla bile atıfta bulunduğu ateşli ve tutkulu çağrılara duyarsız kalmış gibi görünmektedir.
Ama Mihri aşkını yüksek sesle de söylese, davranışları o kadar kusursuzdu ki iftira sesi asla onun güzel ününe saldırmamıştır. Gerek çağdaşı olan gerekse sonraki tarihçiler onun yeteneği ve erdemi konusundaki övgülerinde birlik olmuşlardır. Nitekim bilgili biyografi yazarı Aşık onun lekesiz ününe şu şekilde tanıklık eder: “Kimseye hoşgörülü değildi… ve onun bakire boynu kehribar yakasınınkinden başka bir kucaklama bilmiyordu.” Yine Latifi (çn: Kastamonu doğumlu 16. yüzyıl divan edebiyatı şairi), “Kadının sözü sabır ister; nitekim atasözü ‘Saçları uzun, aklı kısadır’?” derken aynı zamanda Osmanlı aşk şairini şiirsel bir şekilde şöyle betimler: “O, kültürlü zihni, ölçü ve kafiyenin pembe tonlarını, bakire retoriğin zambak rengiyle uyumlu bir şekilde harmanladı.” Yine onun taklit ettiği şair Nedjati/Necati gibi, Mihri de yazacak bir şeyi olsun diye aşktan ve aşkın mutluluğundan bahsetmiştir; “çünkü hiçbir erkek onun masumiyetinin örtüsünü bir saç teli kadar bile kaldırdığıyla övünemezdi.” Ancak Mihri’nin şiirinde akan teselli edilemez hüzün damarı, aşk konusunun onun için yalnızca “yazılacak bir şey” olmadığını gösterir gibiydi. Zira şiirlerinden birinde, İskender’i ilk gördüğü o uğursuz günü ağıt yaktıktan ve onun zulmünün kendisine verdiği bütün acıları sıraladıktan sonra, “Ve yine de onu sevmekten kendimi alamadım!” diye haykırır. Her ne kadar aşk her zaman onun teması da olsa, hiçbir sevgili bir daha onun kalbine giden yolu bulamazdı. Nitekim bir şiirinde o şöyle söyler:
Daha tomurcukken sarkan gül gibi, yazın yakıcı ışınlarının altında,
Günümün şafağında aşkın şiddetli aleviyle tüketiliyorum.
İnançsız İskender’e hitaben yazılmış aşağıdaki iki gazel, Bay Gibb’sin Osmanlı Şiirleri’nden alınmıştır. Yetenekli çevirmen, orijinallerin ölçüsünü ve uyaklarını korumuş, onlara Doğu şiir biçimiyle ilgilenenler için özel bir değer vermiştir. Türk dilinin tamamen farklı kelime dizimi, bu biçimde yeniden üretilmesini, daha özgür bir çevirinin olacağından daha az İngiliz kulaklarını hoş hale getirmiştir. Mihri’nin bu şiirlerinin Türkçesi şöyledir:
BEN
Sadık ve nazik, bana kanıtlayacağını umduğum bir dost;
Senin bu kadar zalim ve vahşi bir zorba olduğunu kim düşünebilirdi ki?
Sen ki Cennet Bahçesi’nin yeni açmış bir gülüsün,
Her dikeni ve devedikenini seviyorsun ama bu nasıl uygun olabilir?
Seni lanetlemiyorum, ama en yüce Tanrı adına, Rabbimiz adına bu duayı ediyorum
-Sen de senin gibi zalim bir zalimi sevebilesin diye-
Şimdi öyle bir durumdayım ki, yazık!
Lanet eden düşmanına şöyle diyor:
“Senin talihin karanlık, payın kara olsun, tıpkı Mihri’ninkiler gibi!”
II.
Bir keresinde uykudan uyandığımda göz kapaklarımı açtım, başımı kaldırdım, tam görüş alanımda
Önümde ay yüzlü bir güzellik duruyordu, sevimli, parlak, ışıl ışıl.
Düşündüm ki; “Yükselende şimdi yıldızım var, ya da kaderim ulaştı,
Çünkü odamda bu gece Jüpiter kesinlikle yükseldi.
Ve ben güzelliğinden akan ışıltıyı gördüm, yine de dışarıya doğru,
(Kendisi bir Müslüman olmasına rağmen) kâfir kılığındaydı.
Gözlerimi açsam da kapasam da o şekil her zaman oradaydı;
Böylece ben kendi kendime şöyle düşündüm:
“Bu bir peri mi yoksa parlak bir melek mi?”
Ancak Mihri, Diriliş’e kadar asla hayat akışına kavuşamayacaktır; zira gecenin derin karanlığında, İskender onun hayret verici görüşünde parlıyordu.
Oysa Mihri, evlenmeden yaşayıp ölmüş de olsa, bu talip eksikliğinden değildi. Öyle ki, ona edebi aday olanlar arasında Zāti ve Guvāhi isimli şairler vardı. Nitekim Guvāhi onun sevgisine layık olduğunu kanıtlamak için onun usta olduğu tüm şiirsel belagatini ondan talep etti. Ama bu boşunaydı, zira Guvāhi “O, düşmanlarla çevrili bir şahin gibi, kargalarla çevrili olsaydı, gözlerinin ilahi ihtişamından gelen bir bakış onu teselli ederdi” demiştir. Ama bu da nafileydi; çünkü o da Madam Dora d’Istria’nın dediği gibi, “il faisait parler ses larmes/gözyaşlarını” konuşturdu ve boşuna Mihri’ye gençliğin geçici doğasını temsil etti ve yılların yakında yok edeceği güzelliği sevgiye adaması için onu teşvik etti. Ne var ki, Mihri onun itirazlarına sadece onun evlilik mutluluğu için dileklerini dile getiren ve aynı zamanda ona olan mevcut bağlılığının gelecekteki sonuçlarının ne olabileceğine şakayla karışık bir şekilde imada bulunan bir şiirle cevap verdi.
Yarattığı güzellikten,
Allah sana
Seni memnun eden tüm cazibelerin
Tatlı bir şekilde buluştuğu ve harmanlandığı
Birini göndersin.
Buklelerinin örgüleriyle
Seni bir tuzağa düşüren;
Çenesinin gamzesinin kuyusuna
Farkında olmadan düşen.
Tatlı ruhunun dudakları
Hala parlayacak olan,
Şişeden kristal kadehe
Kızıl şarap aktığında.
Güzelliğin Kraliçesi köleleri çağıracak
Egemen sözüyle,
Guvāhi’nin boğazını sıkacaklar
Ölümcül ipi düzeltecekler.
Sen, “Neden bu cümle,
Kötü bir şey yapmadın diye yalvardığında;
O, “Çünkü senin sonelerin
Adı hala Mihri.” diye cevap verecektir.
Mihri’nin, Eyüp Koleji’ndeki (İstanbul’un bir banliyösü) bir profesörün kendisine yaptığı evlenme teklifini reddetmesi, şair-şöhretli Zāti’nin şu şekilde ifade edilebilecek bir epigramına yol açtı:
Paşa, Mihri’nin elini istiyor!
Nikah bağıyla mı bağlanacak?
En iyisini isteyen o,
Sonunda bir eşek boyunduruğu mu takacak?
Mihri, edebi arkadaşları ve muhabirleri arasında, yukarıda belirtilenlerin yanı sıra, II. Bayazid’in, Prens Bayazid olarak Amasya Valisi görevini yürüttüğü dönemde, güvendiği dostu ve sırdaşı olan şair-şansölye Mecid Zadé’yi de içeriyordu. Bu görevli o kadar çok beğenilmiş ve saygı duyulmuş bir adamdı ki, şair Nedjati şiir Divanı’nı, her zamanki gibi, hüküm süren Sultan’a ithaf etmek yerine, ona ithaf etmişti.
Mihri, çocukken, Medjīd Zadé’nin çocukça bağlılığının nesnesi olmuştu ve Şansölye’nin mühür yüzüğünü aldığında, ona çocukça sevgileriyle atıfta bulunarak ve şiirsel yazılarına eklediği takhullus olmasının yanı sıra bir mühür yüzüğü ve ayrıca bir öpücük anlamına gelen chatime kelimesiyle kelime oyunu yaparak, şu küçük epigramı söyledi:
Mührü eline takmadan önce,
Mührü Mihri’nin yüzüne bastın.
Mihri, hayatın sadece neşe olduğu günlerde,
Seni sevdim, Allah aşkına! Çocukken.
1514’te ölen Mihri’den sonra, 17. yüzyılın ikinci yarısına kadar, İstanbul’un seçkin bir hukuk doktoru olan Qamer Mohammed’in kızı olan bir hanım, Sidqi’nin (“Samimiyet”) takhullusu altında, başkentin kültürlü çevrelerini şiirleriyle büyülemeye başlayana kadar, bu değerli kadın yazara dair herhangi bir başka kaydımız mevcut değildir, zira bu şairle ilgili çok az kişisel ayrıntı mevcuttur. İlham perileri dizisindeki selefleri gibi, o da evlenmeden ölmüş gibi görünmektedir ve onun birçok şairin yattığı mezarlıkta, şehrin Edirne kapısına yakın bir yerde, babasının yanına gömüldüğü kayıtlıdır. Sidqi üretken bir yazardır ve 1703’teki ölümünden sonra, geleneksel Divan’ın yanı sıra, sırasıyla Işıklar Hazinesi ve Bilgi Koleksiyonu başlıklı iki uzun mistik şiir bırakmıştır. Ancak Zeynep ve Mihri’nin aksine, o dünyevi değil, göksel aşktan bahsetmiştir. Neredeyse tüm Fars ve Osmanlı şiirleri ister destansı ister lirik olsun, görünürdeki anlamlarının yanı sıra ezoterik ve mistik bir anlama sahiptir. Yusuf ve Züleyha, Leyla ve Mecnun, Mantic Uttair ve diğer Doğu favorilerinin hepsi alegorik bir yorum içerir; gazeller veya kasideler ise görünüşte sadece erotik veya Baküs şarkıları gibi görünseler de aslında Yaratıcı’ya yazılmış olan ateşli ilahilerdir. Zira, Dabistan’ın veya “Adap Kitabı”nın bilgili yazarının da dediği gibi: “İnsan, İlahiyat’a olan en ateşli hayranlığını ifade etmek için, en şefkatli duygularının nesnesine hitap etmeye alışkın olduğu ifadeleri kullanır; cennete kurban olarak yakmak için sadece toprak ateşi vardır.” Bu Aşk ifadesi, inisiyeler için kabul edilmiş bir anlama sahiptir. Mükemmel güzelliğine bakmayı özledikleri “Güzel Kişi” veya “Dost” Tanrı’dır; “Aşık” insandır; “Şarap” İlahi Aşk’tır ve bu her ayrıntıda böyle devam eder. Sidqi’nin şiiri bu Sufi mistisizmiyle doludur ve bazı pasajlar, aslında, onun Sufi mezhebinin benimsediği doktrinlerle çok yakından ilişkili olan panteizm konusunda derin bir şekilde bilgili olduğunu gösterir.
Onun hazinesinin Işıkları bu yakarışla açılır:
Bu söylevi Allah ile başlatalım,
Bütün işlerimizde Allah’ın yardımı olsun;
Bütün işler Allah’ta başlar,
Bu iş de Allah’ın ismiyle başlayacaktır.
Örneğin aşağıdaki gazel, insan kalbinin Sonsuz ile birlik olma özlemini ifade eden birçok mistik kasideden biridir.
Rab ile birlik olan kazanır, daha fazlasını arzulamaz;
Güzel Olanın cazibesine bakan başka bir bakış arzulamaz.
Aşk sancısı aşığın tesellisidir, bu yüzden hevesle aşkı arar,
Onun içindeki sevinçleri, ötedeki felaket için bir merhem veya merhem istemez.
O, Cenneti özlemez, başka hiçbir şeye de bakmaz:
O, Çardak veya bahçe, bal ve gençlik ve parlak Huri istemez.
Sınırsız Gücün elinden, hayatın şarabı çekilir;
Bilgiyle sarhoş olan, öğrenmenin ışığını istemez.
Rabbini seven, bir imparatorluğun hükümdarıdır, öyle ki, o,
İçsel gizemlerin kralı-Süleyman’ın kudreti istemez:
Sen kalbimin sultanısın, evet, ruhumun ruhu bile sensin;
Sen zaten ruhsun ve Sıdkî başka bir durum istemez.
Sidqi’nin çağdaşı olan Fatima, Selanik’teki bir kadının eşi ve büyük müftü ve tarihçi Sa’ed ed Din’in ailesinin bir üyesiydi. Ayrıca o “Ani” takhullusu adı altında bir Divan besteledi. Ancak Osmanlı eleştirmenleri, onun ev içi erdemlerini överken, Fatima’nın şiirsel yetenek iddialarını alaya aldılar. Ancak bilgili oryantalistler, Servan de Sugny ve Von Hammer Purgstall, ona şiirlerinden birini sırasıyla Fransızca ve Almanca’ya çevirme şerefini bahşettiler, şöyle ki:
J’ai, quand je me depeins ton visage enchanteur,
Gözlerindeki güller, yüreğindeki leylaklar.
Mein Aug is Gulistan, Durch deines Wangenbildes Phantasien.
Syringen blüh’n heran, In Wunden welche tief die Brust durchziehen.
Gözüm Gülistan, Yanak fantezilerinin görüntülerinden.
Şırıngalar çiçek açıyor, Göğsün derinliklerine uzanan yaralarda.
On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında yazan Fitnet Hanım, Esad adında bir Müftü’nün kızıdır ve Izzet Molla’nın şiirlerinden birinde ondan böyle bir eşe layık olmayan bir adamla evli olarak bahsetmesi dışında kişisel olarak çok az şey bilinir. Adı “Huzursuzluk” anlamına gelir. Her Osmanlı göğsünde doğuştan bulunan Doğanın güzelliklerine duyulan tutkulu hayranlık ve haz, Fitnet’in bu museddes’inde (çn: Aynı vezinde altışar dizelik bentlerden oluşan nazım şeklidir) güzel ve melodik bir ifade bulur;
Taze bahar bulutları tüm yeryüzünde parıldayan incilerini bolca ekiyor;
Çiçekler de, hepsi beliriyor, güzelliklerinin ışıltısını gösteriyor;
Neşe ve sevinç zamanı şimdi, oradan oraya dolaşma saati;
Güzelin pikniğinin üzerindeki palmiye ağacı neşeli, minnettar gölgesini yayıyor.
Ey efendim, çık ortaya! Baştan sona yeşilliklerle parlıyor tüm yeryüzü;
Şimdi yine ilkbahar geldi, laleler ve güller bir kez daha açıyor.
Güllere bak, nasıl da parlıyorlar, tıpkı en güzel kızların yanakları gibi;
Taze bahar açmış sümbül, güzellerin koyu, tatlı misk kokulu saçlarına benziyor;
Sevilenin şekline bak, derenin tutamının taşıdığı selvi gibi;
Gerçekten, her iki taraf da ruh ve kalp için hoş bir sevinç hazırlıyor.
Ey efendim, vb.
Parterin çiçekleri açmış, güller, tatlı bir şekilde gülümseyerek, parlıyor;
Her tarafta, hüzünlü notalarla konuşan, çam, yalnız bülbüller;
Ne kadar da güzel, karanfil ve duvar çiçeği, bahçe çizgisinin sınırları!
Uzun tüylü sümbül ve yasemin, ikisi de selvi ipinin etrafında.
Ey hükümdar,
Kalk, Prensim! Bahçenin avlusu, güzel bir şekilde düzenlenmiş harikulade sevinçlere sahip;
Ah, dinle, gülün dallarının arasında, ağlayan bülbülün sevgilisi yatıyor!
Parlak yanakların yeni açılmış gülü gösteriyor ve onu utanç dolu bir dehşetle kızartıyor;
O zaman zarif bir havayla gel, selvi-gibi halin, bal şarabının önünde sergileniyor.
Ey hükümdar,
Artık sevgililerinin acısı bitmesin, günler şimdi sadık bir sıkıntı içinde;
Dere kıyılarında, neşe, sevinç ve neşeli zevk, günler şimdi;
Elinde tut o zaman kalbin sevgili neşesini, kadehi parlak, günleri şimdi;
Ey Fitnet, gel ve bu tatlı dizelerini oku, günler şimdi.
Ey hükümdar,
Osmanlı şairlerinin en asili, ama aynı zamanda en talihsizi, II. Muhammed’in kız kardeşi Hibetulla Sultana’ydı. “Reformcu”. Gerçekten de modern zamanlarda bu yetenekli ve talihsiz hanımınkinden daha trajik bir tarih bulmak neredeyse imkânsızdı. Güzelliği, zekâsı ve yüksek rütbesi, temas kurduğu herkesin saygısını kazanmıştı ve o kendisini “aşırı talihin iğnelerinden ve oklarından” güvende sayabilirdi. Ancak, ne yazık ki, kararsız tanrıçanın çarkının iğrenmeleri hiçbir yerde Doğu’dakinden daha ani ve daha eksiksiz değildi ve en çok kayrılan kişi, sıklıkla, onun kaşlarını çatmasına neden olan ilk kişiydi.
Mustafa IV’ün suikastıyla sonuçlanan korkunç isyan sırasında, II. Muhammed’in halefi, Hibetulla Sultana, belki de doğal olarak, kardeşinin davasını desteklediğinden şüphelenilerek, zalimin yandaşları tarafından yaldızlı çardağından Serai’deki bir hapishaneye götürüldü. Daha önce iyilikler bahşettiği iyi gün dostları tarafından terk edildiğini ve her an ölümcül yay kirişli bir dilsizin içeri girmesinden korktuğunu görünce, hayatına zehirle son vermeye karar verdi. Ve böylece, kariyeri olağanüstü bir parlaklık vaat eden bu talihsiz prenses, günlerinin en güzel zamanında yok oldu.
Müslümanların karakteristik özelliği olan Kadere sakin bir şekilde boyun eğerek, ölümcül cereyanın sonucunu beklerken, bu dokunaklı ölüm şarkısıyla dünyaya veda etti. Onun şiirleri Doğu veya Sarazen Türkçesi lehçesiyle yazılmıştır. Ölçü ve uyak, mümkün olduğunca orijinaline yakındır;
Ben baldıran otunu içtim,
Ben yeryüzünden izin aldım,
Çünkü kalbim acıyla tükendi,
Ve ruhum ölmek üzere.
Güldüm yeryüzünün çiçeklerle süslü ovasında,
Hiçbir hainliğin küçümsemesini bilmiyordum;
Şimdi acıyla öldürüldüm,
Şimdi ruhum ölmek üzere.
Kader bize kaderini tayin etti,
O zaman şikayet etmenin ne faydası var?
Kararnameleriyle kim bunu sınırlayabilir?
Öyleyse ruhum ölmek üzere.
Mutlu kalpler hayatı bir kazanç olarak görüyor
Dünya beni boşuna davet ediyor;
Hayatımın yıldızı sönüyor,
Ve ruhum ölmek üzere.
Sadakatsiz dostlar treni terk ediyor
Kederin acı kadehini içmek zorunda.
Onlar gülerken ben sürekli ağlıyorum,
Ve ruhum ölmek üzere.
Aşağıdaki küçük aşk şarkısı Hibetulla Sultana’nın daha mutlu günlerinde bestelediği bir şarkıdır.
Söyle, senin parlak güzelliğinle kim rekabet edebilir?
Yumuşak yanaklarının gül çiçeği neyi karartıyor?
Bu kadar hafif adımlarla yürüyen kim?
Alçakgönüllülükle kölen
Bir nimet isterdi
Çık ve özlem dolu bakışlarımı sevindir,
Acı, ey hanım, benim acınacak halime.
Kaşların kavisli, kıvrık saçların
Tatlı fesleğen kokularıyla alnın öyle güzel ki,
Senin işini yapacağım ve seni asla hayal kırıklığına uğratmayacağım.
Alçakgönüllülükle kölen
Bir nimet isterdi
Seni severken hâlâ umutsuzluğa kapılmama izin verme,
Bana acı, hanım, duamı duy!
Leyla Hanım’ın bir üyesi olduğu aileyle birlikte, öğrenme ve yetenek açısından seçkin diğer isimler de bağlantılıdır, özellikle kardeşi, Rektör Yardımcısı şair İzzet Molla ve aydın ve yetenekli bir devlet adamı olmasının yanı sıra sıradan bir şair olmayan yeğeni Fuad Paşa’nın isimleri böyledir. Leyla Hanım, 1858’de vefat etmiş olması nedeniyle bu yüzyılın ilk yarısına aittir. Divan’ı, çoğunlukla geçici olaylara ilişkin kronogramlardan (çn:bazı harfleri romen rakamlarının karşılığı olacak şekilde Latince yazılmış yazıt, ki bu harfler birleştirildiğinde yazıtla ilgili olayın tarihi elde edilir) oluşsa da onun önemli bir değere sahip olduğu kabul edilir ve onun şiirlerinden bazılarının çevirileri, o hayattayken Viyana dergilerinde yayınlanmıştır. Bay Gibb tarafından seçilen örnek, Mahmud II’nin süt kız kardeşi olan arkadaşı Andelīb Hanum’un (“Bülbül Hanım”) zamansız ölümü üzerine yazılmış bir kronogramdır;
Andelīb, evlat edinilmiş kız kardeşi, bu geçici dünyadan uçup gitti,
Şurada, Cennet çiçeklerinin ortasında, henüz gençliğindeyken, sapkınlık etmek için.
Yeryüzündeki hiçbir hekim, ne de büyücü onun acısını dindiremedi,
Böylece o genç güzellik, yeryüzünün şen şakrak şarabında gülümsememeyi emretti.
Yirmi iki yazıyla selvi gibiydi, ah ben!
Ama kışın kasvetli rüzgarı hayatının parlak güzel Mayıs’ını vurdu.
Çünkü onun tiranlığı ve kini zalim Küre’yi kızdırabilirdi,
Dünya Hükümdarı’nın Kız Kardeşi, dinmeyen bir keder içinde kavrulurken.
Her ne kadar Nazik Dostu gözlerinin tatlı, nazik ışığından hiç ayrılmasa da,
Yine de ruhunu Tanrı’ya teslim etti ve ‘Geri dön,’ çağrısına itaat etti.
İnatçı Küre aşağı, o parlak mücevheri yeryüzüne çarptı:
İnsanlar ve melekler dehşet içinde kan gözyaşları dökseler ne işe yarar?
O büyük Sultan’a, Hakikat Tanrısı’na uzun günler bahşetsin;
Ve oradaki güzel incinin mezarı, kendi Cennetinin parlak gösterisine rakip olsun!
Leyla, noktalı harflerle, sen onun ölümünü anlatan yılsın,
Muhteşem çardakların arasında huzur bulsun, yuvasını sıralasın!
Kronogram (Tarih), Osmanlı şiir yazarlarının gözde biçimidir. Türk alfabesinin tüm harflerinin sayısal bir değeri vardır ve bir beytin veya cümlenin harfleriyle temsil edilen sayılar, kelimelerin atıfta bulunduğu olayın tarihini verdiğinde, o beyit veya cümleye Tarikh denir. Ancak şiirsel kronogramlarda, tarih yalnızca son satırda veya yalnızca o satırın belirli harflerinde yer alır. Yukarıda bahsi geçen “noktalı harfler”, ek olarak, Andelīb Hanum’un ölüm tarihi olan 1252 A.H. (1836) tarihini verir ve Bay Gibb, bu tarihi oluşturmak için Roma karakterleri, C, D, L, &c. kullanarak bu kibri çeviride korumuştur.