Orada Bir Memleket Var Uzakta

Abone Ol
Geçen hafta Türkiye Adalet Akademisi’nin davetlisi olarak Diyarbakır’da “terör suçları” konulu sempozyuma katıldım. Ülke ve adalet sevdalısı hukukçu meslektaşlarımızla buluştuk. Türk Ceza Yargılaması Hukuku’nun sorunlarından ve tartışma konumuz olduğu için de terör suçları ile ilgili yargının gidişatından bahsettik. Söz sırası geldiğinde, konuyu “çözüm süreci” ile bağlantılı açıklamak ve çözüm sürecinin, kolluğu ve yargılama faaliyetlerini etkilediğini söylemek durumunda kaldım.

16.07.2014 tarihinde yürürlüğe giren 6551 sayılı Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesi Dair Kanun’un “Kararlar ve yerine getirilmesi” başlıklı 4. maddesinin 2. fıkrasının, kamu görevlilerine dokunulmazlık getirdiği, çözüm sürecinde görev alıp yetki kullananların eylem ve tasarruflarından dolayı sorumlu olmayacağı düşünülebilir. Oysa bu doğru değildir. Anayasa ve ceza kanunları, Türkiye Cumhuriyeti’nin her yerinde ve herkes için geçerlidir. Hukuk kurallarının gereğini yerine getirmeyen kamu görevlileri ve kuralları ihlal edenler, bunların sonuçlarından da sorumlu tutulacaklardır. Bunun için, çözüm süreci de olsa emir ve yasakların gözardı edilmesi düşünülemez. Bunun yegane istisnası, ya olağanüstü hukuk düzeninde mutlak dokunulmazlık öngörmek veya af kanunu çıkarmaktır.

Çözüm sürecinin bir diğer hukuki sonucu, Türkiye Cumhuriyeti’nin her yerinde uygulanması gereken ceza kurallarının devam eden çözüm süreci gerekçesiyle bazı yerlerde uygulanmaması, gözardı edilmesi ve bunun alışkanlık haline getirilmesidir. Kanaatimizce en tehlikeli olan da budur. Kamu kudreti kullanıcısı Devletin yanında ve paralelinde örgüt ve yapılanmaların oluşup güçlenmesi sonucunda, bunların Devlete, yasama, yürütme ve idare erklerinin yerlerine talip olan; bir başka ifadeyle, kendi kontrolünde gördükleri yerlere ve kişilere, yegane meşru güç olması gereken Devletin dokunmamasını isteyen örgüt ve yapılanmalar ön plana çıkmıştır. Sözde güvenliğe, eğitim ve öğrenime, yargıya ve hatta yasama yetkilerine göz diken, bunu da cebir ve şiddetle veya Devletin içine yuvalanarak yapmaya gayret eden örgüt ve yapılanmalara karşı, Devlet ne şekilde hareket etmesi gerektiğini iyi tespit etmelidir.

Doğu ve Güneydoğuda görev yapan hakim ve savcıların çektikleri en önemli sıkıntı, kendi güvenlikleri, fakat ondan da fazla yetkilerini kullanmaları noktasında hissetmeyi bekledikleri desteğin zayıflamasıdır.

Adaleti sağlaması gereken yapının ümitsizliğe kapılıp, dokunulmazlık elde eden ve bunu da korkutucu gücüyle sağladığına inanan yapılanmalara meydanı bırakması kabul edilemez. Devlet, hukuksuzluklara ve suç işleyenlere sessiz kalıp Ülkenin tümünü ve herkesi kapsayacak şekilde gerçek anlamda kolluğun ve yargı erkinin arkasında olduğunu gösterip hissedemezse, sözde güzel gösterilen, ancak arka planı olumsuzluklarla dolu düzensizlik artarak devam eder. Kemikleşmiş bir düzensizliğin önüne olağan hukuk düzeni ile geçemezsiniz. Bunun sonu olağanüstü hukuk düzenine gidebilir ve daha da kötüsü olabilir ki, bu konuyu burada açmayı uygun bulmadığımı ifade etmek isterim.

Herkesin duyarlı hareket etmesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin milli birliğine ve bütünlüğüne sahip çıkması gerekmektedir. Hukuksuzluklara karşı koymayı amaç edinen hakim ve savcılara gerekli tüm destek verilmelidir. Aksi halde, orada uzakta bir memleket olabilir ve o memlekette hakim ve savcılar da bulunabilir, fakat yetkilerini ne kadar kullanabildikleri ve kullanmalarına izin verildiği ayrı bir tartışma konusu olur. Kısaca, çözüm sürecinin olumlu sonuca ulaşması hukuksuzluktan geçmez.

Çözüm sürecinde Devletten üç talepte bulunulduğu görülmektedir;

İlki, çözüm sürecinin bağımsız ve hatta uluslararası bir izleme komisyonu tarafından takip edilmesi; ikincisi, terör örgütü mensuplarına eyleme katılsınlar veya katılmasınlar şartsız af ve üçüncüsü, Öcalan’ın cezaevi şartlarının iyileştirilmesi. Bu iyileştirmenin, sadece cezaevi şartlarını değil, daha öte talepleri kapsadığı bir gerçektir. Bu taleplerden hareketle; anadilde eğitim ve öğrenim, yerel yönetimlerde etkinlik, enerji kaynaklarını bulundukları yer yönetimlerine bağlamak, özerklik, iki millet ve iki dil, olmazsa bağımsız devlet taleplerinin de dillendirildiği görülmekte, gerekirse cebir ve şiddete başvurmaktan kaçınılmayacağı tehdidi de dile getirilmektedir.

Bunun karşısında çözüm için elini uzatan Devletin yegane isteğinin, terör örgütünün silah bırakıp, örgüt mensuplarının Ülke dışına çıkması veya topluma katılması olduğu bilinmektedir. Ancak Devletin, bu yaklaşımına karşılık bulduğunu söylemek mümkün değildir. Aksine terör örgütünün; üye ve sempatizan sayısını artırdığı, lojistik destek elde ettiği, serbest hareket etme kabiliyetini kazanıp, belirlediği yerlerde kontrolü ele geçirmeye çalıştığı, yani bir anlamda Devletin yerine ve otoritesine göz diktiği görülmektedir. Devletin uzattığı ele verilen bu karşılığı samimi bulmak ve bunda hala iyiniyet aramak isabetli bir yaklaşım olmayacaktır.

Zamanında bu mesele; önce terör örgütü mensuplarının silah bırakıp Ülke dışına çıkmaları veya teslim olmaları ya da olmalarının sağlanması ve ardından çözüm sürecinin başlatılması olarak tartışılmalı idi.

Akan kanın durmasını herkes istemektedir. Ancak şu an durmuş mudur, Devlet istediğini elde edebilmiş midir, Ülkenin güvenliği ve yargı yetkisi nerededir?

Söylenen, deyim yerinde ise bir kere cinin şişeden çıktığı ve bunun dönüşünün olmadığıdır. Bu ümitsizliği ve teslimiyeti kabul etmek mümkün değildir. Devlet, kamu güvenliği ve adalet için vardır. Devlet kamu hizmeti için vardır. Ülkenin Doğu ve Güneydoğu il ve ilçelerinde görev yapan hakim ve savcılar yalnız bırakılmamalıdır. Yargı yetkisi paralel yapılara terk edilemez. Suç işlediği iddia edilenin yargılaması, birilerinin kontrolüne terk edilemez. Can ve mal güvenliğini hissetmeyen insanların, keyfi tutum ve davranışlar karşısında Devlete sığınacakları bir gerçektir. Ancak Devlet de “hukuk devleti” ilkesinin ışığında kuvvetini göstermelidir.

Şu an terör örgütü ve mensupları ile görüşme yapmanın hukuki olup olmadığının tartışılması aşaması geçilmiştir. Ancak bir an önce hukuk düzenine dönülmesi, Devletin can ve mal güvenliğinin sağlanması, bunun için de kolluk gücü ve yargı erkinin her alanda etkinliğini kazanması gerekmektedir. Çözüm sürecinde yaşanan cebir ve şiddete dayalı eylemlerin tümü, bu süreci ve sonucunda sağlanması hedeflenen Ülke barışını istemeyenlere yüklemek adaletli değildir. Bu tip bir tespit için, çözüm sürecini istemeyenlerin kimler olduğu ve hangi eylemlere katıldıkları somut delillerle ortaya koyulmalıdır.

Kanaatimizce sorun, cebir ve şiddetle sonuç alabileceğini zannetme, bunun bir kültüre ve teamüle dönüşme riskidir. Devlet; terör eylemlerinde her türlü yolu mübah sayan, bu uğurda çocukları kullanmaktan kaçınmayan, yalnızca nimetlerden faydalanıp, külfetleri toplumun diğer bireylerine yükleyen, cebir-şiddet ve tehditle hareket etmeyi çözüm yolu sayanlara dur diyebilmeli, bunun için önleyici ve adli kolluk yetkilerini kullanmaktan kaçınmamalı, adli makamlara gerekli desteği vermelidir. Aksi durumda Devlet, Ülkenin bazı yerlerinde sokak hakimiyetinin kaybedilme riski ortaya çıkacak, önce “de facto” ve ardından da baskı yöntemleri kullanılmak suretiyle meşru sayma ve tanınma talepleri ile karşı karşıya kalabilecektir. Devletin can ve mal güvenliği ve Millet adına hareket eden yargının yetki erozyonuna uğrama ihtimali dahi kabul edilemez.

Millet olarak tüm memlekete sahip çıkmalı ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti de Milletten aldığı kamu kudreti yetkisini, her yerde ve herkese karşı “hukuk devleti”, “eşitlik” ve “adalet” ilkelerini gözeterek kullanmalıdır.

Son söz; hukuk düzeni ve adalet duygusu incinmeye gelmez.


(Bu köşe yazısı, sayın Prof. dr. Ersan ŞEN tarafından 
sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)