‘Tembellik, dünyada en büyük şeyin israfıdır; hayatın israfı.’ Jeremy TAYLOR
...
Oblomov, Rus yazar İvan Gençarov’un aynı adı taşıyan romanının sevimli kahramanıdır. Aristokrat bir ailenin oğlu olan Oblomov’un en büyük özelliği ve hatta tek özelliği tembelliktir. Sahibi olduğu toprakların geliri ile yaşamını sürdüren, zamanının çoğunu evinde ve hatta yatağında geçiren, kıyafetlerini dahi uşağına giydirten Oblomov, tembelliğini, her şeye karşı duyduğu kocaman bir isteksizliğe kadar vardırır. Sürekli hayaller kuran, ama bu hayallerini tembelliğinden dolayı hayata geçiremeyen, hemen her şeyden yakınan, tembelliği hareketsizliğe, hareketsizliği uyuşukluğa dönüştüren, uyuşukluğundan dolayı mektuplarını dahi açmayan, arazisinin yönetimini başkalarına devreden, yaşamından, yaşama dair her şeyi kovalayan ve böylece tembelliğin keyfini bozabilecek her şeyle bağını koparan Oblomov, bir tek şeyi, bir tek yükü, bir tek ağırlığı yok edemez. Varoluşunu. Zira varoluş pek çok şeyin durdurulabildiği, ertelenebildiği, ıska geçilebildiği ve hatta vazgeçilebildiği hayatta, vazgeçilemeyen, kaçılamayan, kurtulunması mümkün olmayan tek gerçekliktir.
Varoluşu, Oblomov’un dramını anlatarak açıklayan ‘öteki’nin filozofu Levinas, şunu der: yaşamdan, yaşamın gerçeklerinden kurtulmak, kaçmak için, bunları hepten unutmak için, ne yaparsanız yapın, varoluştan, kendi varoluşunuzdan kurtulamazsınız. Zira varoluş, her zaman, her yerde, her koşulda, iptal edilmesi, feshedilmesi, yok edilmesi mümkün olmayan bir sözleşme gibi ve bütün ağırlığıyla size kendisini dayatır.
İnsanın kendi varlığının içine kıstırıldığını, ‘Var olmak, bir lütuf değildir, bir ağırlıktır’ diyerek açıklayan Levinas, uyuşukluğu, toplumsal bir simge ya da nevroz belirtisi olmaktan daha çok ontolojik bir olgu olan Oblomov örneğini boşuna vermez. Ona göre Oblomov, şu temel trajedinin tanığıdır: Bezginlikle ya da tembellikle insan, varoluşu ile yüzleşir, varoluşu karşısında istemeden de olsa geriler, bazen de ilerler, ‘doktor’ der, ‘ilaç’ talep eder. Ama her ne derse desin, her ne talep ederse etsin, varoluşundan kaçamaz, kendi varlığından kurtulamaz. Varoluşu kendi gölgesi gibi onu her zaman, her yerde takip eder.
Gençarov, sıra dışı bu eseriyle Oblomov’un şahsında Ekim Devrimi öncesindeki Rus aristokrasini resmeder. Ama öyle de olsa Oblomov evrensel bir karakterdir, hemen her toplumda ve bütün zamanlarda örneklerine çokça rastlanan bir karakterdir. Ve hatta her birimizin içinde bir Oblomov, biraz Obromovluk vardır. Zira Oblomov ve Oblomovluk evrensel bir gerçeklik olan, insani bir olgu olan tembelliği simgeler. Onun için Gencarov’un bu romanı Obromov’un değil, onun şahsında Obomovluğun romanıdır. Nitekim Lenin şöyle der: ‘Rusya üç devrim geçirdi, ama yine de Oblomovlar kaldı; çünkü Oblomovlar yalnız derebeyler, köylüler, aydınlar arasında değil, işçiler, komünistler arasında da vardır. Toplantılarda komisyonlarda nasıl çalıştığımıza bakarsanız, eski Oblomov’un içimizde olduğunu görürsünüz. Onu adam etmek için daha çok zaman, yıkamak, temizlemek, sarsmak, dövmek gerekecektir.’
Romanın diğer kahramanı Stoltz, Oblomov’un çocukluğundan bu yana en iyi arkadaşıdır. Stoltz, Oblomov’un aksine çalışmayı seven disiplinli bir adamdır. Rusya’da doğup büyümüştür, ama Alman bir ailenin çocuğu olduğu için Alman gelenekleriyle yetiştirilmiştir. Bu yetişme tarzından dolayı sorumluluk almayı bilen, kendi kendine yeten bir adamdır.
Bu özelliklerinden dolayı değişen, sürekli olarak kendisini yenileyen dünyaya ve hayata uyum sağlamakta hiç zorluk çekmez. O nedenle, romanda Oblomov karakterinin karşısına Stoltz karakterinin konulması boşuna değildir. Böyle yapmakla Gencarov, üretmeyen, kendisini yenilemeyen ve dolayısıyla gelişen ve değişen dünyaya ayak uydurmakta zorlanan Rus milliyetçiliğinin, Slavcılığının ürettiği Oblomovluğa karşı cephe alır ve Stoltz üzerinden o dönemin Rusya’sını eleştirir. Bu aslında bir doğu-batı karşılaştırmasıdır. Oblomov’un şahsında doğunun samimi insan karakteri, ama tembelliği, miskinliği anlatılırken, Stoltz’un şahsında batının çalışkanlığı, üretkenliği, verimliliği, disiplini, ama soğukluğu, duygusuzluğu anlatılır. Bu yönden yaklaşıldığında romanda ve Oblomov’un kişiliğinde, sadece Rus insanının değil, Türkiye’de dahil Ortadoğu insanının portresi çizilir.
Romanın yazıldığı günden bu yana geçen 150 yıl içerisinde Rusya, Sovyetler Birliği süreci ve deneyimi dahil Oblomovlarla ve Oblomovlukla epeyce mücadele etti. Bu amaçla pek çok atılımlar yaptı. İnişleri, çıkışları oldu. Zaman oldu tepeye, tepelere çıktı. Gün geldi dibe vurdu. Sonra yeniden toparlandı. Şimdilerde ABD ve Çin ile birlikte dünyanın devi durumunda.
Batan bir imparatorluğun mirasçısı olarak Türkiye’de, yeni kurulan Cumhuriyetle birlikte ve Büyük Atatürk’ün önderliğinde Ortadoğulu bir ülke olmayı reddeden, çalışmayı, üretmeyi erdem kabul eden, kendisine Batıyı örnek ve referans olarak alan yeni bir toplum inşa etme çabası içine girdi. Bu konuda oldukça da mesafe aldı. Ama bugün gelinen nokta itibariyle bunda çok da fazla başarılı olduğu söylenemez. Evet, yollar yapıldı, köprüler yapıldı, metrolar yapıldı, tüneller açıldı, ama Türkiye zihniyet olarak çok ama çok gerilere gitti. Ne yazık ki pek çok alanda yeteri kadar üretim de yok. Seksen milyonluk Türkiye, on milyonluk İsveç kadar ne mal üretebiliyor ne de hizmet. Fikir üretimi ise yerlerde sürünüyor. Yeteri kadar mal ve hizmet üretiminin olmaması, topluma enflasyon, fikir üretiminin olmaması ise, entelektüel fukaralık olarak geri dönüyor. Neden mi? Günümüz Türkiye’sinde dünyanın değişmekte olduğunu fark eden, bu değişime ayak uyduran, uyum sağlayan çok az sayıda insan var da onun için. Oblomovlar çok, Oblomovluk egemen de onun için!