MUACCEL OLMAYAN ALACAK İÇİN AÇILAN DAVA USÛLÜ MÜ ESASI MI İLGİLENDİRİR? YARGITAY’IN KONUYLA İLGİLİ ÇOK YENİ BİR İBK ÜZERİNE KISA DEĞERLENDİRME

Abone Ol

“Bundan sonra muacceliyet borçlar hukukçularının değil, usûl hukukçularının çalışma alanı mıdır?!”

Yargıtay yeni İBK ile ne yapmıştır?

Yargıtay 2019/5 E., 2022/1 K. sayılı ve 18.02.2022 tarihli (RG, 04.11.2022, S.32003) İBK ile özetle, ifa zamanı gelmemiş (muaccel olmamış, vadesi gelmemiş) bir alacak için açılan bir davada esastan değil, usûlden red kararı verilmesi gerektiği, bunun gerekçesi olarak da hukukî yararın bulunmadığını belirtmektedir.

Yargıtay İBK’na bakıldığında, ilgili daire görüşlerini ortaya koyduktan sonra, maddî hukuk bakımından muacceliyet, ifa, ifa zamanı vs. hususlar hakkında bilgi verilmiş, ardından hukukî yarar nedir bu konuda ilgili bilgiler aktarılmıştır. 20 sayfalık İBK’da bu kadar önemli konunun gerçek gerekçesi ise bir sayfayı dahi bulmayan bir gerekçe olarak belirtilmiştir. Gerekçe kısmında ciddî hiçbir tartışma ve değerlendirme yoktur. Deyim yerindeyse, Yargıtay kararın ön kısmında ortaya koyduğu muacceliyet ve hukukî yararla ilgili bilgiler ışığında, (i) borcun istenebilmesi için muaccel olması gerekir, (ii) muaccel olmayan (müeccel) borç istenemez, (iii) bu konuda dava açılırsa erken açılmış bir dava olur, (iv) zamanı gelmeden açılan davada da hukukî yarar yoktur, (v) hukukî yarar da dava şartıdır, (vi) dava şartı da usûlî bir mesele olduğundan buradan reddi gerekir şeklinde bir gerekçeye dayanılmıştır. İlk başta çok mantıklı, tutarlı ve hukukî gelen hoş bir gerekçedir. Ama gerçekten öyle midir?

Öncelikle bu mesele asıl nereden çıkmıştır?

Henüz muaccel olmayan bir borcun varlığı halinde, davanın reddedileceği konusunda Daire kararları arasında aslında bir çelişki yoktur. Ancak red ,usûlden olursa hükmedilecek gider/vekâlet ücreti ile esastan red edilirse hükmedilecek arasındaki farklılık söz konusudur. Yani avukata maktu mu nisbî mi vekâlet ücreti verelim sorusu, bu asıl soru unutularak “muacceliyet hukukî yarara bağlı bir dava şartıdır” şeklinde özetlenecek maddî hukuk ve usûl hukukunda içinden çıkılması zor bir sonuca yönelmiştir. 

Karar ne kadar doğru?

1) Çok genel bir sorun olarak son yıllarda, işin esasına girmeden sorunları kestirip atma, bunun da kolay yolu olarak usûlî yolla yapma alışkanlığı oluşmuştur. Ancak bu yapılırken de usûl kurumlarına tam hâkim olmadan, bilinen veya bilindiği sanılan, üzerine kafa yorulmayan üç-beş müessese kullanılarak bu yapılmaya çalışılmaktadır. Örneğin, yakında tüm dava şartları bir kenara bırakılıp her şey hukukî yararla, diğer dava türleri göz ardı edilerek her davayı belirsiz alacak davasıyla, yargılamada usûlî değişiklik ne olursa olsun her şeyi ıslahla, diğer geçici korumaları bırakıp her şeyi tedbirle çözmek yolu tutulursa çok şaşırmamak gerekir. İş o kadar ileri gitmiştir ki, artık Anayasa Mahkemesi dahi işin içine girerek süper temyiz mahkemesi rolüyle usûl sorunlarını (kendince adil yargılanma ve hak arama kılıfı altında) çözmeye, Yargıtay’ın kendi içindeki içtihatlara (bir tür örtülü İBK oluşturma gayretiyle) müdahale etmeye başlamıştır. Ancak işin çok da ilginç yanı, AYM’de hukuk kökenli bir hâkim dahi yoktur. Üyeler ya siyaset ya ceza veya idarî kökenden gelmektedir. Tabii tüm bunlarda, özel hukuk ve medenî yargının tatlı su alanı olması, öyle zülfü yâre dokunmaması, kolay at oynatıldığının zannedilmesi de yatmaktadır (Bu konuda daha önceki yazılarımıza atıf yapmakla yetiniyoruz). 

2) Bu genel sorun dışında yukarıda zikredildiği üzere öncelikle kararın gerekçesi yeterli ve derinlikli bir tartışmayı içermemektedir. Doktrindeki görüşlerin ortaya konulması bir tartışma değildir. Önemli olan bunların tek tek ele alınıp değerlendirilmesi, sonuç çıkartılmasıdır. Yargıtay ise, bunu yapmamış; genel geçer düz bir mantık içinde sadece bir sayfada gerekçe oluşturmuştur.

3) Söz konusu karara konu durum, yargı kararlarında ve doktrinde “zamansız dava”, “erken açılan dava”, “mevsimsiz dava” gibi isimlerle de nitelendirilmektedir. Peki muaccel olmamış bir alacak için dava açılırsa durum nedir?

a) Her şeyden önce sorunun temelinde “muacceliyet”, yani ifa zamanı yatmaktadır. Diğer soru şudur, muaccel olmayan bir borç ödenirse ne olur? Keza muaccel olmayan bir borç talep edilirse bu durumda karşı tarafın buna karşı koyması maddî hukuk anlamında nedir (itiraz, def’i vs.)? Yine bu soruya her zaman yeknesak cevap verilebilir mi sorusu da karşımızda durmaktadır.

b) Şu bir gerçektir ki, muacceliyet her şeyden önce bir maddî hukuk meselesidir. Muacceliyet maddî hukuk alanları olarak borçlar hukuku, ticaret hukuku, tüketici hukuku, iş hukuku vs. alanlarda kendine has özellikler gösterebilir. Ayrıca borcun erken ifası hakkında veya borcun zamanında ifasının tehlikeye düşürülmesiyle ilgili TBK ve maddî hukuk hükümlerinde düzenlemeler, bunlara bağlanan sonuçlar mevcuttur. Yine bir borcun aynı anda ifası gerekiyorsa, diğer tarafın talebi halinde bu durumun def’i olarak ileri sürülebileceği düzenlenmiştir. Hatta maddî hukuk yanında örneğin İİK m. 257/2, 3’de önceden muacceliyeti mümkün kılan hal düzenlenmiştir. Bunların tümünü hukukî yarara bağlayıp sanki davanın başında kolay çözülebilecek dava şartıyla ilgili sorunlarmış gibi görüp sonuç çıkarmak işi daha karmaşık hale getirmek demektir. Muacceliyet özünde borçluya tanınmış bir hak, bir imkândır. Borçlu muaccel olmadan da borcunu ödeyebilir; öderse karşı taraf sebepsiz zenginleş mi sayılacaktır?

c) Örneğin, (A), (B)’ye karşı dava açıp alacağını talep ettiğinde, (B) borç henüz muaccel olmamıştır dese, (A) da, sadece vadeye bakılırsa henüz muaccel olmadı, ama şu hükümlerdeki şartlar gerçekleşti o sebeple muaccel oldu derse neyi tartışmak gerekecektir? Yine bir taraf, muaccel oldu borç ödensin dediğinde, diğer taraf kağıt üstünde borç muaccel oldu, ama o da kendi ifasını henüz gerçekleştirmedi (ki bu ödemezlik def’i) derse ne ve hangi hukuk alanına göre tartışılacaktır? Def’i veya itirazlar usûlî değil, esasa müteallik meselelerdir. Bunun dışında, asıl sözleşmeye göre borcun muaccel olduğu sabit olsa dahi, tecdit veya temdit gibi durumlarda bunun geçerliliği yahut muacceliyet yeniden tartışılacaksa bu usûl mü esas meselesi midir?

d) Şüphesiz bazı durumlarda hukukî yarar esasla birleşiktir. Zaten hukukî yarar çok basit olarak, bir hakkınız var mı, buna bağlı olarak davayla talep edilebilir güncel korunmaya değer bir hakkınız var mı sorusuna cevap aramaktır. O zaman her maddî hukuk meselesi aynı zamanda hukukî yarar meselesidir diyip işin içinden çıkacak mıyız? Öyle olursa, dava açıldığında her şey usûlî meseledir, bir yanda hukukî yarar, öbür yanda diğer dava şartları şeklinde tutarsız bir ayrım mı yapmak gerekir? Duruma göre muacceliyetin gerçekten hukukî yarara bağlanacağı hukukî sorunlar ortaya çıkabileceği gibi, hukukî yararla alakası olmayan tamamen maddî hukuk sorunu (ki çoğunlukla böyledir) hususlar söz konusu olabilir. Dolayısıyla her durum için muacceliyet hukukî yararla ilgilidir ve dava şartıdır denilemez.

4) Muacceliyet bir dava şartı olarak kabul edildiğinde şu gariplikler de karşımıza çıkacaktır:

a) Bu haliyle maddî hukuktan çıkıp usûlî bir dava şartı olan muacceliyet sebebiyle, artık müeccel bir alacak dava edildiğinde, (başka sebeplerle talepte bulunulmuş olsa dahi) taraflarca ileri sürülmese, dosyadaki belge ve bilgilerden anlaşılmasa dahi, mahkemece her seferinde bu durum re’sen araştırılmak zorundadır. Maddî hukuktaki itirazlar dahi, ancak dosyadan anlaşılabiliyorsa dikkate alınmasına rağmen, kural olarak maddî hukuk açısından bir def’i mahiyetindeki muacceliyet, dava şartı olarak itirazdan bile öte araştırmaya tâbi bir husus haline getirilmiş olmaktadır.

b) Bu noktadan hareket edildiğinde, yukarıda da kısaca belirtildiği üzere, örneğin, geçersiz bir sözleşme, aynı zamanda muaccel de değilse, muacceliyet de artık dava şartı olarak kabul edildiğinden, sözleşmenin geçersizliği tartışılmadan önce muacceliyetten dava reddedilecektir. Böylece geçersiz bir sözleşmenin (belki de yok hükmünde veya mutlakla butlanla batıl) sanki geçerliymiş gibi muacceliyet şartına itibar edilmiş olacaktır. Örneğin, uyuşturucu satımı söz konusu olan bir sözleşme yapılsa, sözleşmede de paranın altı ay sonra ödeneceği belirtilse, ama şimdi dava açılsa, İBK’ya göre bu geçersiz sözleşmeye bakılmayıp henüz muaccel olmadı diye dava şartından reddi gerekecektir. Bunun hukuken bir izahı yoktur.

c) Muacceliyet bir dava şartı olduğunda, taraf ehliyeti, dava ehliyeti, görev vs. gibi mahkemenin mutlaka gözeteceği ve hem de “kamu düzeninden” bir durum haline gelmiştir. Hatta artık muacceliyet bir dava şartı olduğundan, ona maddî hukukta bağlanan sonuçların (ihtarın, faizin vs.) ayrıca yeniden değerlendirilmesi gerekmektedir. Çünkü, kural olarak dava şartı dava ile birlikte değerlendirilecek bir konu olup kamu düzeninden de sayıldığından maddî hukuk sonuçları artık burada ne kadar değerlendirilebilir. Hal böyle olunca maddî hukukta aslında def’i niteliğindeki bir husus itirazın bile önüne geçen dava şartına dönüştürülmüştür.

5) Burada Yargıtay, salt muacceliyet gibi bazen de çok basit bir inceleme ile sonuca varılacak maddî hukuka ilişkin bir sebeple avukata nisbî vekâlet ücreti hükmedilmesin diye, bu kadar vahim ve izahı zor hukukî hatalar yapmıştır. Örneğin Yargıtay İBK’da sadece avukatlık ücreti yönünden muacceliyetin usûle ilişkin bir mesele gibi değerlendirilerek vekâlet ücretinin maktu olması şeklinde bir yaklaşımı olsaydı, -onun da kabulü zor olsa da- o zaman en azından muacceliyet dava şartı değildir, ama vekâlet ücreti bakımından maktu olması sonucuna varılmıştır denilebilirdi. Ancak Yargıtay İBK’nın sonuç bölümünde bu ayrımları yapmadan doğrudan muacceliyeti bir dava şartı saydığını belirtmiştir.

6) Burada olsa olsa, doktrinde zaman zaman belirtilen ve Alman Hukukunda da belirli şartlarda (ki bu açıdan hukukumuzla farklılıklar da mevcuttur) ileri sürülen davanın caiz olmaması veya eski deyimle mesmu olmaması noktasından hareket edilerek muacceliyet, vekâlet ücreti bakımından, bu yönüyle usûlî bir sorun olarak kabul edilebilirdi. Kaldı ki, davanın mesmu olmamasının da bir dava şartı mı, yoksa ondan da farklı bir usûlî mesele mi olduğu ayrı tartışma konusudur. Bir ayrıma göre mesmu olma, bir genel dava şartı sayılabilir. Biz bu görüşe katılmıyoruz. Kanaatimizce genel dava şartları HMK ile birlikte sayılmıştır, böyle bir durum özel dava şartı da değildir. Ancak davayı incelemek için usûlî sorunlar başlığı altında, dava şartları, davanın caiz olması (mesmu olması) ve ilk itirazlar şeklinde bir ayrım içinde mesmu olma ayrı bir usûlî mesele olarak duruma göre ele alınabilir. Ayrıca Alman Hukukunda dava şartlarına ilişkin nitelemeler ile hukukumuzdakinde de önemli farklar mevcuttur. Lakin Yargıtay bu ayrımlara ve tartışmalara bile girmemiştir.

7) Yargıtay İBK’da, bunların hiçbirinin farkında olmadan ve bu hususları tartışmadan, düz bir monolotik mantık ile tatmin edici olmayan bir gerekçeyle sonuca varmıştır. Aynı şeyi son zamanlarda AYM’nin de yaptığını görüyoruz. Kavramları, kurumları, kurulları, kaynakları tam irdelemeden böyle doğrudan sonuca varmak, yüz yıllar hatta bin yılların birikimi kurumları bir anda basite indirgemek, yakında hukuku köksüz bir ağaca dönüştürecektir.

8) Bunların da yanında Yargıtay’ın bu kararı oybirliği ile verilmiştir. Şayet herkes oybirliği içindeyse bütün daireler zaten aynı fikirdedir; o zaman içtihat ve görüş ayrılığı da yoktur. Aslında soruna bakıldığında, her şeyden önce özellikle vekâlet ücreti bakımından çok ciddi bir görüş ayrılığı olmadığı bu yönüyle de İBK’ya esas olacak bir farklılık bulunmadığı görülecektir. Diğer yandan aşağıdaki açıklanacağı üzere, bu sorun kategorik olarak İBK ile çözülecek bir sorun da değildir. Burada İBK konusu olmayacak ve olamayacak bir husus, İBK ile daha da çözümsüz ve sorunlu hale getirilmiştir.

9) Kanaatimizce Yargıtay İBK doğru bir karar değildir. Yukarıda belirttiğimiz üzere, öncelikle konu İBK konusu olacak bir husus değildir. Bu konu, kanun koyucunun dahi düzenlememesi gereken bir hukukî meseledir. Muacceliyet nedir diye kanun hükmü koysanız dahi sorunu çözemezsiniz, hukukun tartışma ve gelişme alanıdır, içtihadın açık olması gereken bir alandır. Öyle örnekler olabilir ki, gerçekten muacceliyet duruma göre hukukî yarar kapsamında ele alınabilir (örneğin, dava hakkı açıkça kötüye kullanılmıştır), ancak yukarıda bazıları verilen öyle örnekler vardır ki, aylarca yıllarca tartışılıp, hatta kanun yollarından sonra mesele aydınlanabilir. Dava açmak, aynı zamanda baştan haklı olmak demek değildir, belirli riskler içerir. O sebeple salt vekâlet ücretini usûle bağlayalım, maktu yapalım diye bu yola girilmesi yanlış olmuştur.

Sonuç olarak, muacceliyet özünde ve gerçekte bir maddî hukuku ilgilendiren usûlî değil, asıl maddî hukuk meselesidir. Bu maddî hukuk meselesi, duruma göre somut olayda açık bir hukukî yarar yokluğunu ihtiva edebilir; ancak bu da baştan öngörülebilecek bir durum olmayıp duruma göre değişebilir. Bu İBK, o kadar tehlikeli bir mecra açmıştır ki, örneğin bundan sonra borçlar hukuku doktrini, bu mesele bizim meselemiz değil, usûlcülerin meselesidir, dava şartıdır, muacceliyet üzerine tüm tartışmalar bitmiştir mi diyecektir?! Kaynaklara çok hâkim olmadan yüzyılların kavram ve kurumlarıyla böyle oynanamamak gerekir. Ama maalesef son yıllarda Roma Hukukundan beri ittifak edilen kavram ve kurumlar dahi artık bazen tanınamaz haldedir.

Prof. Dr. Muhammet Özekes

>> İFA ZAMANI GELMEMİŞ BİR ALACAK İÇİN AÇILMIŞ DAVA ERKEN AÇILMIŞ DAVA NİTELİĞİNDE OLDUĞUNDAN BU DAVANIN AÇILMASINDA HUKUKİ YARARIN BULUNMADIĞI