Mehmet Ali Aybar: Hukukçu Kimliği ve Entelektüel Mirası

Abone Ol

Hayat ikilikleri teke indirgeme sanatıdır. Dünü anlamak bugünü de anlamaktır. Ne var ki çoklukla ikilikleri artırır ve bugünü anlamlandıramadığımızda geçmişe sığınırız. Biz varız ve varlığımızdan da şüphe etmiyoruz. Ancak varlığa ve var olanların mahiyetine dair telakkilerimiz başka başka. Yine çoklukla zihnimizdeki gerçeklikle var olanın mahiyeti arasında doğru bağlar kuramıyor, doğru tasavvur ve tasdiklere ulaşamıyoruz.

Sosyalist hareketi anlamak bir bakıma Türkiye’yi anlamaktır. Hukukçu, düşünür ve bir siyaset adamı olarak Mehmet Ali Aybar’ı anlamak da sosyalist hareketin macerasını okumak için iyi bir perspektif sunar. Ne var ki burada da birçok ikilikler karşımıza çıkar ve Aybar tek bir yazıya hasredilemeyecek kadar çok spekülasyonun odağındadır. Bunda Doğan Avcıoğlu’nda olduğu gibi bugün ve dün arasındaki münasebetin sağlıklı kurulamamasının da payı çoktur, bu sağlıksız perspektif Aybar hakkında da değerlendirmelerimizi etkilemektedir. Kimilerine göre ilkeli ve nitelikli biri olan Aybar kimilerine göre burjuvazinin sözcüsü, solun sağa kaymasının alemi ve Marksizmin temel savlarından habersiz bir yazı adamıdır.

Bu ve benzeri tartışmalar yazının konusu olmasa da okuyucuya sadece bir perspektif verme amacıyla yazılmış bu yazının girişine bu satırları ekleme ihtiyacı hissettim. Belki başka bir zaman bu hususları bir nebze olsun cerh ve tadil etmeye yarayacak bir yazı kaleme alabilirim ancak bu konuda asıl sorumluluk bir gelenek olarak solun temsilcilerindedir, eğer hala yaşıyorlar ise.

Hukuk Eğitimi ve Akademik Kariyeri

Mehmet Ali Aybar, (1908–1995) seçkin bir ailede dünyaya geldi. Galatasaray Lisesi’nde eğitim gördükten sonra 1930’larda İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuştur. Lisans eğitimi sırasında dönemin resmi ideolojisi olan pozitivizmin etkisinde kalarak güçlü bir hukuk formasyonu edindi; klasik Roma hukuku ve modern hukuk teorisine dair sağlam bir altyapı kazandı. Mezuniyetinin hemen ardından, Prof. Ali Fuat Başgil yönetimindeki Anayasa Hukuku kürsüsünde asistan olarak akademik kariyerine başladı. Aybar, 1939 yılında “Hukuki Mecburiyet ve Pozitif Zihniyet” başlıklı teziyle hukuk doktorasını tamamlamış, 1942’de devletler hukuku (uluslararası hukuk) doçenti unvanını almıştır. Bu tez başlığından da anlaşılacağı üzere Aybar, hukuk felsefesinde hukuki yükümlülük kavramını ve hukukun pozitif (olgucu) karakterini genç yaşta mercek altına almıştır.

Aybar’ın akademik yayımları, hukuk teorisine odaklanan entelektüel yönünü ortaya koyar. Nitekim 1941 yılında Hukuk Fakültesi Mecmuası’nda yayımladığı makalelerinde, hukuk bilimini bilgi felsefesi içindeki yeri ve hukukun yapısı ile evrimi gibi konuları irdelemiş; ayrıca “şe’niyetçi telakkilere karşı sûrî (biçimci) bir hukuk telakkisinin müdafaası” başlığıyla, hukukun salt biçimsel tarafını vurgulayarak teleolojik (amaçsal veya ahlaki içerikli) hukuk anlayışlarına eleştirel bir perspektif getirmiştir. Bu çalışmalar Aybar’ın genç bir hukukçu olarak Kelsen tarzı hukuki pozitivizmin teorik temelleriyle ilgilendiğini göstermektedir. Ancak, II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ve Paris’teki araştırma planlarının kesintiye uğraması gibi gelişmeler, Aybar’ın akademik rotasını etkilemiştir. Paris’te Sorbonne’a araştırma yapmak üzere giden Aybar, orada Marksist literatürle tanışma imkânı bulmuş ve savaş nedeniyle Türkiye’ye dönmek zorunda kalmıştır. Bu deneyimler, onun saf bir hukuk teorisyeninden ziyade toplum ve siyaset meselelerine duyarlı bir entelektüel olarak şekillenmesine katkı sağlamıştır.

Tek parti döneminin baskıcı ortamında Aybar’ın kalemi, hukukçu kimliğiyle siyasi eleştiriyi birleştirdi. 1945’te Vatan gazetesinde yayımladığı “Kâğıt Üzerinde Demokrasi” başlıklı yazı dizisinde, dönemin otoriter yönetimini ve göstermelik demokrasi uygulamalarını cesurca eleştirdi. Bu eleştiriler sonucunda üniversitedeki görevine 1945 yılında son verildiği akademik kaynaklarda belirtilmektedir. Gerçekten de Aybar’ın akademik hayatı uzun soluklu olmamış; 1946’da doçentlik görevinden uzaklaştırılması, Türkiye’de bilim insanı olarak ifade özgürlüğüne tahammülsüzlüğün bir göstergesidir. Akademiden ayrılan Aybar, bir süre bağımsız siyaset denemesinde bulunmuş, ardından Hür ve Zincirli Hürriyet gibi muhalif gazeteleri çıkarmıştır. Ancak bu girişimler de sıkıyönetim engeliyle karşılaşmış; Aybar 1947-49 yıllarında çıkardığı gazetelerdeki yazıları nedeniyle hapis cezasına çarptırılmış ve 1950’de çıkan genel afla serbest kalmıştır. Serbest kalışı takiben 1952’den itibaren avukatlık yapmaya başlayan Aybar, mesleki bilgisini toplumsal mücadeleden koparmadan icra etmiş, 1980’lere dek sürecek hukuk mücadelesinin temellerini atmıştır. Bu dönemde, özellikle 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında kapatılan DİSK sendikasının avukatlığını üstlenmesi, onun hukukçu kimliğinin toplumsal adalet arayışıyla bütünleştiğinin bir kanıtıdır.

Fikrî Dönüşümü

Aybar’ın entelektüel birikimi, hukuk alanındaki klasik formasyon ile toplumsal kuramı buluşturur. Geleneksel Roma hukuku eğitiminin kazandırdığı tarihsel perspektif ve hukukun evrensel ilkelerine dair bilgisi, onun ileride geliştireceği sosyalizm anlayışında zemin oluşturmuştur. Hukuk felsefesine yönelik çalışmaları sayesinde, hukukun yalnızca normatif bir teknik değil, aynı zamanda toplum ve adaletle ilişkili bir disiplin olduğunu erken kariyerinde fark etmişti. 1940’lı yıllarda kaleme aldığı akademik makaleler, hukukun bağımsız bir bilim dalı olarak yöntemini ve bilgi kuramındaki yerini sorgularken, hukuk kurallarının ahlak ile ilişkisini de dolaylı biçimde gündeme getiriyordu. Örneğin, biçimci hukuk anlayışını savunan çalışması, dönemin pozitivist yaklaşımını yansıtsa da hukukun toplumsal amaçlarını göz ardı eden bir bakışın eleştirel değerlendirmesini içeriyordu. Böylece Aybar, hukukun özünde insanî ve toplumsal bir olgu olduğunu, salt kanun metinlerinden ibaret görülmemesi gerektiğini daha o yıllarda ortaya koymuş oluyordu.

Bu teorik birikim, Aybar’ın sosyalizm düşüncesini şekillendirirken belirleyici oldu. Paris’teki öğrencilik yıllarında Marksizme dair okudukları ve Cumhuriyet Türkiye’sindeki sınıfsız toplum ideali arayışı, onu dogmatik olmayan bir sosyalizm tanımı geliştirmeye sevk etti. Aybar, sosyalizmi yalnız iktisadi yapıyı değiştirmeye indirgemek yerine, insan onuru, özgürlük ve eşitlik eksenine oturttu. Kendi ifadesiyle “sosyalizm odağı insan olan bir dünya görüşüdür”; insanın insanı sömürmediği, kardeşçe ve özgür bir toplum düzenini hedef alır. Aybar’ın vurguladığı sosyalizm anlayışı, tarihsel gelişmenin insanlığı ulaştıracağı yeni bir üretim biçimi olarak görülür; bu bakımdan ütopik bir hayal değil, toplumsal ilerlemenin doğal sonucu olan özgürlük ve eşitlik düzenidir. Onun bu yaklaşımı, Marksizmi kalıplaşmış dogmalarla değil, insani değerlerle harmanlayarak yorumlamasıyla özgünleşmiştir.

Aybar, 1960’larda Türkiye solunda hakim olan ortodoks Marksist çizgiden belirgin biçimde ayrılan kavramlar ortaya attı. Bunlar arasında “Marksist hümanizma”, “Türkiye’ye özgü sosyalizm”, “fertçi (bireyci) sosyalizm” ve en çok bilinen ifadelerinden biri olan “güler yüzlü sosyalizm” sayılabilir. Bu kavramlaştırmalar, sosyalizmin insani ve demokratik boyutuna yaptığı vurguyla dikkat çeker. Aybar’a göre sosyalizm bir insanlık sorunudur; insan, sosyalizm için değil, sosyalizm insanlar içindir. Tarihi yapan esas etken de özgürlük mücadelesidir ve sosyalizm nihai tahlilde bu mücadelenin sonucunda kurulacak insancıl bir düzendir. Bu perspektifte, insan hak ve özgürlükleri ile toplumsal adalet hedefi iç içedir. Nitekim Aybar, Sovyetler Birliği’nin katı ve bürokratik sosyalizm modelini eleştirirken tam da bu insani boyut eksikliğini dile getirmiştir. 1968’de Çekoslovakya’nın işgaline karşı çıkarak sosyalizmin baskı ve zora dayanmaması gerektiğini savunması, onun özgürlükçü ilkelerinden taviz vermeyen duruşunu gösterir. Bu tavır, kendisine yöneltilen eleştirilere rağmen, sosyalist bilincin devlet tekeline alınamayacağı ve her halkın kendi koşullarına uygun, hürriyetçi ve insancıl bir sosyalizm geliştirmesi gerektiği yönündeki inancıyla tutarlıdır.

Aybar’ın hukukçu bakış açısı, sosyalizm düşüncesine hukukun üstünlüğü ve etik değerler boyutunu kazandırmıştır. Sosyalizm ve hukuk felsefesini buluşturan Aybar, toplumsal kurtuluşun ancak hukuk devleti ve demokrasi zemininde kalıcı olacağını ileri sürmüştür. Bu nedenle, sosyalizm onun zihninde bir yönüyle hukukun evrimindeki ileri bir aşamadır: hukukun, baskıcı içerik ve biçimlerden arındırılarak özgürlükçü bir içerikle donatılması. Özetle Aybar, toplumcu idealleri hukuk felsefesinin insan merkezli kavrayışıyla sentezleyerek, Türk sol düşünce tarihinde özgün bir entelektüel portre çizmiştir.

1960’lar Türkiye’sinde Özgürlükçü Anayasa ve Hukuk

27 Mayıs 1960 sonrasında kabul edilen 1961 Anayasası, Türkiye’de farklı (kimilerine göre özgürlükçü) bir siyasal iklimin kapılarını aralamıştır. Bu anayasa, fikir özgürlüğü, sendikal haklar ve demokratik örgütlenme alanlarında ciddi genişlemeler sağlayarak sol hareketin yasal zeminini güçlendirmiştir. İşte bu ortamda, uzun süre baskı altında kalmış sosyalist birikim, yasal bir parti olarak siyaset sahnesine çıkma imkânı buldu. Türkiye İşçi Partisi (TİP), 1961 Anayasası’nın yarattığı görece serbest ortamda, 1961’de 12 sendikacı tarafından kuruldu ve 1962’de Mehmet Ali Aybar’ın genel başkanlığa davet edilmesiyle birlikte gerçek anlamda ivme kazandı. Aybar, hem bir hukukçu hem de entelektüel olarak, anayasalcı bir yolun Türkiye koşullarında mümkün ve gerekli olduğuna inanıyordu. Nitekim 1960’ların başında solda beliren iki ana eğilimden biri “anayasal düzende kalarak toplumsal mücadeleyi yürütme” iken, diğeri “anayasa dışı devrimci yolları meşru görme” şeklinde özetlenebilirdi. Aybar, bu ayrımda kesin bir biçimde anayasal mücadele ve demokratik yöntemler lehine tavır aldı.

Aybar’ın liderliğindeki TİP, 1960’lar Türkiye’sinde hukukun üstünlüğü ve demokratik ilkeler konusunda ilkeli bir duruş sergiledi. Partinin kuruluş bildirgesinden itibaren, anayasal hakların kullanımı yoluyla işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin sesini duyurmak temel strateji olarak benimsendi. Aybar, askeri darbe veya şiddet yoluyla iktidar değişimine yönelen sol içindeki bazı fraksiyonlara karşı, halkın bilinçlenerek seçimler ve hukuk düzeni içinde iktidara gelmesini savundu. O dönemde Mihri Belli tarafından ortaya atılan Milli Demokratik Devrim (MDD) tezine karşı, Aybar ve arkadaşları doğrudan doğruya sosyalist devrimi hedefleyen ancak bunu demokratik-parlamenter yöntemlerle yapmayı öngören bir çizgideydiler. Bu bağlamda Aybar, ordu destekli bir “tepeden devrim” düşüncesine karşı, eşitlikçi ve güler yüzlü bir sosyalizmin ancak halkın katılımıyla, hukukun teminatı altında yeşerebileceğini dile getirdi. 1965 genel seçimlerinde TİP’in %3’e yakın oy alarak 15 milletvekili ile Meclis’e girmesi, bu stratejinin başarı potansiyelini ortaya koydu; Türkiye tarihinde ilk kez sosyalist bir parti parlamentoda temsil imkânı buldu. Aybar, bu başarıyı, demokrasiye inanan sosyalistlerin anayasaya sadık kalarak neler başarabileceğinin kanıtı olarak görüyordu.

Parlamentodaki varlığı sayesinde TİP, özellikle 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlüklerin korunması ve genişletilmesi mücadelesinde aktif rol aldı. Aybar ve TİP milletvekilleri, o döneme dek tabu sayılan pek çok konuda demokratik tartışma zemini yarattılar. Örneğin, 1963’te Aybar’ın bir konuşmasında ilk defa “Kürt sorunundan” etnik, kültürel ve ekonomik boyutlarıyla bahsedilmesi ve bunu takiben 1964 TİP kongresinde Kürt yurttaşların meselelerinin parti programına alınması, anayasal özgürlüklerin cesur bir kullanımıydı. Bu çıkış, Türkiye’de hukukun ve anayasanın, farklı kimlik ve taleplerin barışçıl ifadesine alan açması gerektiğini savunan Aybar’ın, özgürlükçü hukuk idealine bağlılığını göstermiştir. Yine benzer şekilde, Aybar liderliğindeki TİP, dönemin iktidarınca tepkiyle karşılansa da, düşünce ve ifade hürriyetini savunmaktan çekinmedi. Nitekim 1966’da TİP İstanbul milletvekili Çetin Altan’a Meclis’te uğratılan fiili saldırı (sırf bir konuşmasında Nazım Hikmet’i “büyük şair” diye andığı için) karşısında Aybar, bu linç girişimini şiddetle kınayarak Meclis kürsüsünü cesurca kullanmıştır. TİP’in mecliste varlığının “alışılmadık ve demokrasi için büyük bir kazanım” olduğunu sık sık vurgulayan Aybar, hukukun sağladığı temsil imkânının antidemokratik yollarla engellenmesine karşı mücadeleyi sürdürmüştür.

Ne var ki, TİP’in yükselişi bazı odakları rahatsız edince, seçim kanununda değişiklik yapılarak 1969 seçimlerinde temsil imkânı daraltıldı; bu, Aybar’ın da belirttiği gibi, solun yasal yollarla iktidara gelmesini engellemeye yönelik bir hamleydi. Aybar, tüm bu engellemelere rağmen hukukun içinde kalarak mücadele etme ilkesinden vazgeçmedi. 1968’de Sovyet müdahalesine karşı tavrı nedeniyle partisi içinde yalnız kalsa da, bu tutum onun hürriyetçi sosyalizm anlayışının bir gereğiydi: Hiçbir baskı, dosttan gelse bile mazur görülemez. Artan iç tartışmalar sonucu 1969’da TİP genel başkanlığından, 1971’de de parti üyeliğinden ayrılan Aybar, hemen ardından 12 Mart 1971 askeri müdahalesi koşullarında TBMM’de bağımsız milletvekili olarak demokrasi mücadelesine devam etti. 1973’te askerî vesayetin hazırladığı anayasa değişikliklerine ve özellikle idam cezalarının uygulanmasına Meclis’te tek başına karşı çıkan Aybar, adeta “tek kişilik bir parti gibi” çalışarak muhalefet yaptı. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü bile, onun Meclis’teki onurlu ve ilkeli direnişini takdirle anmış, Aybar’ı demokratik hukuk devletinin yılmaz bir savunucusu olarak nitelemiştir.

TİP Döneminde Hukuk ve Demokrasiye Yaklaşımı

Mehmet Ali Aybar’ın Türkiye İşçi Partisi’ni yönetirken sergilediği liderlik, hukuk ve demokrasiye olan sarsılmaz inancının sahnedeki tezahürü olarak değerlendirilebilir. TİP sürecinde Aybar, partisini “bilimsel esaslarla çalışan bir ahlak partisi” olarak tanımlayarak siyasete erdem ve ilke boyutu kazandırmaya çalıştı. Onun gözünde TİP, sadece bir siyasi örgüt değil, aynı zamanda halka doğruları söyleyen ve kendi içinde demokratik işleyişi yaşatan bir örnek olmalıydı. Nitekim parti içi demokrasiyi geliştirmek adına Aybar, 1975’te kurduğu Sosyalist Parti’nin tüzüğüne, yöneticilerin en fazla iki dönem üst üste seçilebilmesi ve parti yönetiminde en az üçte ikisinin “kol emeği” işçilerden oluşması şartlarını koydurtmuştur. Bu uygulama, onun siyasette statüko ve bürokratik oligarşiye karşı ne denli duyarlı olduğunun göstergesidir. Aybar, Lenin’in öncülük modelini “burjuva modelinde bir örgüt” olarak eleştiriyor; sosyalist partilerin emekçi kitlelerin doğrudan söz ve karar sahibi oldukları yatay örgütlenmeler olması gerektiğini savunuyordu. Böylece, hukuk kurallarının parti içinde de işlemesini, kimsenin kalıcı bir iktidar haline gelmemesini sağlayarak, küçük ölçekte demokratik kültürü inşa etmeye çalıştı.

Aybar’ın hukuk devleti ve demokrasiye bağlılığı, TİP’in ülke siyasetindeki duruşuna da yansıdı. TBMM’de TİP Grubu, Anayasa’nın kendilerine tanıdığı tüm hakları kullanarak iktidarı hukuka uygunluk sınavına tabi tuttu. Özellikle 12 Mart dönemi sonrasında, Meclis’te sosyalist görüşü tek başına temsil eden Aybar, hukukun üstünlüğünü savunmada tek kişilik bir ordu gibiydi. 1972’de Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam kararları gündeme geldiğinde, Aybar vicdani ve hukuki argümanlarla bu cezalara karşı çıktı; yaşam hakkını ve adil yargılanma ilkesini savundu. O sırada Meclis’teki çoğunluk idamları onaylarken, Aybar’ın tek başına haykırdığı itiraz, hukukun evrensel ahlaki ilkelerine sadakatin bir ifadesiydi. Bu tavır, onun gözünde hukukun siyasi konjonktürden ve intikam duygularından arındırılmış bir adalet aracı olması gerektiğinin altını çiziyordu. Aybar, parlamento kürsüsünü bir hukuk kürsüsü gibi kullanarak, “kanunların ruhu”nu hatırlatıyordu: Hukuk, öç almanın değil, adaletin ve merhametin kurumsallaşmasıdır.

TİP’in program ve politik söylemlerinde Aybar’ın hukukçu kimliğinin izleri belirgindi. Partinin Bağımsızlık, Demokrasi, Sosyalizm (1968) ve 12 Mart’tan Sonra Meclis Konuşmaları (1973) gibi yayınlarında, demokratik hakların genişletilmesi, hukuk devletinin tahkimi ve yargı bağımsızlığı gibi temalar önemli yer tutuyordu. Aybar, bağımsız yargının ve hukukun üstünlüğünün, emekçilerin hak mücadelesinin güvencesi olduğunu dile getiriyordu. Bu bakış açısıyla, örneğin grev ve sendika haklarının Anayasal güvenceye kavuşturulmasını, toplumsal mücadelenin ayrılmaz parçası saydı. TİP milletvekilleri, Aybar’ın öncülüğünde, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkından basın özgürlüğüne dek pek çok konuda dönemin hükümet icraatlarını denetleme mekanizmalarını kullandılar. Bu, sol bir partinin hukuku bir muhalefet aracı olarak yaratıcı biçimde kullanması anlamına geliyordu. Aybar, her zaman yasalar içinde kalarak ama yasaların dar kalıplarına sıkışmadan, onları özgürlükçü yorumlarla genişleterek mücadele etti. Böylece TİP deneyimi, Türkiye’de hukuk yoluyla toplumsal değişim arayışının başarılı bir örneği olarak tarihe geçti.

Hukukun Ahlaki Boyutu ve Aybar’ın Yaklaşımı

Mehmet Ali Aybar, hem bir hukukçu hem bir siyasetçi olarak hukukun ahlaki boyutunu daima gündemde tutmuştur. Özellikle “ahlak partisi” vurgusu ve hümanizm kavramına yaptığı atıf, onun siyasal eyleminde etik değerlerin merkezi rol oynadığını gösterir. Aybar için hukuk, toplumu düzenleyen soğuk kurallar bütünü değil; insan onurunu ve özgürlük idealini somutlaştıran bir araç olmalıdır. Bu nedenle, gençlik yıllarından itibaren peşinde olduğu “hürriyet tutkusu”, hukukun ruhuna işlemesi gereken temel değerdir. Tek parti rejimini eleştirirken kullandığı “kâğıt üzerinde demokrasi” tabiri de aslında hukukun ahlaki meşruiyetine dair bir sorgulamadır: Yasal çerçeve var olsa bile eğer adil ve hür bir toplumu gerçekleştiremiyorsa, ortada sadece kâğıt üstünde kalmış, içi boş bir hukuk vardır. Aybar’ın bütün mücadelesi, hukukun kağıt üzerindeki soyut ilkelerinin hayat bulması, yani özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ideallerini gerçeklemesidir.

Aybar, hukukun ahlak ile ilişkisini teorik düzeyde de düşünmüştür. 1940’larda biçimsel hukuku savunan yazıları, aslında hukukun siyaset ve ahlaktan bağımsız kendi iç tutarlılığını vurguluyordu. Ancak ilerleyen yıllarda Aybar, hukukun nihai amacının insan mutluluğu ve refahı olduğunu her fırsatta dile getirdi. Bir röportajda sosyalizm anlayışını tarif ederken “…özgürlükçü bir toplum düzenidir. İnsanın insanı sömürmediği, kardeşçe yaşanan demokratik bir düzen…” sözleriyle aslında ideal hukuk düzeninin de tasvirini yapıyordu. O, sosyalizmi insanlık tarihinin ahlaki bir ilerleyişi olarak gördüğü için, hukukun da bu ilerleyişe hizmet eden dinamik bir enstrüman olması gerektiğine inanmıştır. Hak, adalet, eşitlik kavramları Aybar’ın dilinde hem hukuki hem ahlaki içerik kazanırdı. Örneğin, “Bizim davamız… zorbaların amansız düşmanıyız, öbür cephedeki kardeşlerimize de kafamızın ve kalbimizin bütün nurunu dökeceğiz” derken, zulme karşı koşulsuz bir tavır almayı ve halkı aydınlatmayı bir arada vazife biliyordu. Bu yaklaşım, hukukun sadece yasaların metinsel uygulanışı değil, aynı zamanda toplumsal vicdanın sesi olması gerektiğini gösterir.

Aybar’ın hukuka yüklediği ahlaki misyon, pratiğe de yansımıştır. 1970’lerde insan hakları ihlallerine karşı uluslararası platformlarda söz almış, örneğin 1966’da kurulan Russell Mahkemesi’nde (Vietnam Savaş Suçları Mahkemesi) yargıçlık yaparak evrensel adalet idealine katkı sunmuştur. Bu görevi, hukukun evrensel etik değerlerini (barış, insan hakları, savaş suçlarının hesap vermesi) savunan bir aydın olarak üstlenmiştir. Keza Türkiye’de de işkenceye, idam cezasına ve her türlü otoriter uygulamaya karşı çıkarak, hukukun ahlaki boyutunu hatırlatmıştır. Onun için hukuk, devletin sopası değil, mazlumların sığınağı olmalıdır.

Sonuç olarak, Mehmet Ali Aybar’ın düşünce dünyasında hukuk ve ahlak ayrılmaz bir bütün oluşturur. Aybar’ın demokrasiye inancı, özgürlük tutkusu, insan haysiyetine saygısı, hukuki pozitivizmin kuru disiplinini aşarak hukukun içini dolduran ahlaki değerlerdir. Aybar, TİP’i bir ahlak partisi olarak nitelendirirken de aslında bu görüşünü ortaya koymuştur: Bilimsel analiz kadar, vicdani duruş da siyaset yapmanın ve hukuk oluşturmanın temelidir. Bugün geriye dönüp bakıldığında, Aybar’ın hukukçu kimliği ile entelektüel mirası, Türkiye’de demokratik ve insancıl bir sosyal düzen arayışının simgesi haline gelmiştir. Hukuku sadece kurallar bütünü değil, özgürlük ve adalet mücadelesinin zemini olarak gören Aybar, 1960’ların “özgürlükçü” anayasasının ve sonraki kuşakların ilham aldığı bir ilkeli sosyalist olarak tarihteki yerini almıştır. Onun mirası, hukuk ve ahlakın buluştuğu noktada, daha özgür ve adil bir toplum hayalini canlı tutmaya devam etmektedir.