MEDENİ KANUN’UN YIL DÖNÜMÜNDE KADIN-ERKEK EŞİT(SİZ)LİĞİ VE
MERSİN BAROSU AÇIKLAMASI…
Katiller her toplumda vardır ve belki de en eğitimli toplumda bile olmaya devam edecektir. Bununla beraber bizimki gibi Doğu toplumlarında az gelişmişlik, eğitim sorunu, kadın-erkek eşitsizliği nedenleriyle kadın cinayetleri ayrı bir tasnifi hak edecek ağırlıktadır. Şiddet olayları sadece kadınlara karşı değil çocuklara ve diğer yetişkinlere karşı da sıklıkla görülmekle birlikte, son yıllarda %1400 oranında artan kadın cinayetlerinin bilinciyle, yaşanan son olayda mağdurun (yine) bir kadın olması ve cinsel saldırı amacıyla olayın gerçekleştirilmesi sebebiyle toplumsal cinsiyet konusundaki algı haklı olarak sorgulanmaktadır. Toplumumuzda yerleşik cinsiyetçi-ataerkil kültür her gün hatta her dakika bir şekilde karşımıza çıkıyor. Birkaç gün önce, bunun en vahşi uç örneğine tanıklık edince, toplumdaki öfke bir infial halini aldı.
Öfkelenen insanlar kadın-erkek, yenilikçi-muhafazakar gibi ayrımlar olmaksızın her kesimdendi. Oysa o öfkelenen kadınlardı erkek çocuğunu kızdan ayıran, pohpohlayarak ve farklı bir muameleyle yetiştiren. Hatta esasen kurulan bu cümlede bile bir yanlışlık var. “O kadınlardı bu çocukları yetiştiren” demekteyiz; çünkü toplum gözünde çocuk yetiştirmek kadınların görevidir. Kadın çalışsa da, hatta erkekten daha ağır koşullarda çalışsa bile, çocuğun bakımı kadının elindedir. Aynı şekilde ev işleri de ona bakar. Ve en basitinden bu durum bile, toplumun her kesimince kabullenilmiş, en “ilerici” kesimler tarafından kurulan “eşim evde bana çok yardımcı, ben yemek yaparken o salatayı yapar” benzeri cümlelerdeki gizli ataerkil öğeler fark edilemeyecek kadar bu algı toplum kodlarına işlemiştir.
Kadın-erkek eşittir.(Bu vesileyle, tam 89 yıl önce 17 Şubat 1926’da kabul edilen ve kadın-erkek eşitliğini hukuk yaşantımıza sokan devrim yasamız Medeni Kanun’un yapıcılarını da saygıyla anıyoruz.) İnsanoğlunun bu iki cinsiyeti arasında, cinsiyete bağlı olarak aklen bir üstünlük bulunmadığı bilimsel tespittir. Bu iki çeşidin birbirinden farklı birtakım özelliklerinin olması onlar arasında bir hiyerarşiyi getirmediği gibi, bedensel gücün öneminin kalmadığı günümüzde “toplumsal işbölümü” diye sunulan ve kadına ekstra görev getiren, kadını toplum hayatından soyutlayarak ev ve çocuk bakımıyla ilgilenen bir canlıya indirgeyen yüklerin, ayrıca cinselliği kadın cinsi için aşağılayıcı bir rol gibi gören sapkın anlayışın getirdiği çarpıklıkların hepsinin de yıkılması gereken tabular olduğunu görüyor ve bunları reddediyoruz! Bu tabuların, başta uygar dünyanın en öncü insanları olması gereken biz hukukçular olmak üzere herkes tarafından da reddedilmesi gerekir. Kadın ve erkek cinsleri arasında, (hukuken olduğu gibi) birlikte yaşamın bulunduğu her alanda tam bir eşitlik tesis edilmesi, sağlıklı bir toplum yapısı ve bilimsel aklın egemenliğindeki sistem için zorunludur. İşte o zaman, “kadına karşı şiddet” diye bir olgu olmayacak, “insana karşı şiddet” minimuma indirgenebilecektir. Elbette bunun için, meşruluğunu dinden değil bilimsel aklın dünyevi icatları olan laiklik, demokrasi gibi kavramlardan alan ve bu kavramlarla ülkeyi yöneten bir iktidarın varlığı şarttır. Aksi takdirde, kadın ile erkeğin eşit olmadığı düşüncesini dillendiren devlet yöneticilerinin uyguladıkları eğitim politikasından, yetişen çocukların algıladıkları toplum yapısına kadar her etmenle, ülke insanlarının kadın cinsinin erkekten daha aşağıda ve ona tabi bir canlı olduğu inancı ile buna bağlı olarak karşı cinse kolayca saygısızlığı/şiddeti artarak devam edecektir.
Gerçekleşen son katliamla birlikte idam tartışmaları yeniden gündeme geldi. Oysa çağdaş ceza hukukunun infaz rejiminin insan haklarına uygun şekilde düzenlenmesini ülkemiz imzaladığı uluslararası anlaşmalarla kabullenmişti. İdam cezası konusu, teorik olarak tartışılabilecek bir mevzu olmakla birlikte, esasen artık hukukçular arasında çoğunlukla görüş birliğinin bulunduğu, dolayısıyla bir eşiğin aşıldığı noktada durmaktadır. İdam cezasının (hata yapılması ihtimalinde) geri dönüşü olmaz bir ceza oluşu, dünyevi bir yetkiyle sonsuz bir cezalandırma yapılmasının doğru olmayacağı yönündeki görüş ve devletin ödeteceği bedelin devlete yaraşır bir cezalandırma olması gerektiği gibi görüşlerle bu eşik aşılmıştır. Ayrıca, idam cezası ile gerçekleşmesi umulan “caydırıcılığın” gerçekleşmediği de istatistiklerle ortaya konulmaktadır. Yine de, bu cezanın olabildiğince daraltılmış suç kategorileri için uygulanmasını savunan hukukçular da bulunmaktadır. Söz konusu tartışma yazının asıl konusu olmamakla birlikte, yaşanılan acı olayın bir sonucu olduğu için değerlendirmeden geçilmemiştir. Canavarca hisle işlenen böylesi cinayetlerin en ağır şekilde cezalandırılması gerektiği kesin olup, bu noktada herhangi bir indirim yapılmaksızın özel infaz rejimleriyle faillerin cezalandırılması gerektiği izahtan varestedir. Fakat idam cezası gibi tamamen farklı bir uygulamanın tekrar hukuk alanımıza sokulmasını talep ederken (edenler için) dikkatli davranmak gerektiği düşünülmektedir.
Burada elim hadisenin ardından Mersin Barosu’nun yaptığı açıklama, üzerinde durulması gereken bir konudur. Baro Başkanı Alpay Antmen’in “Mersin’den hiçbir avukat bu canileri savunmak istememektedir. Ceza Muhakemeleri Kanunu (CMK) müdafiliğinden görev gelmesi halinde avukat arkadaşlarımız bunu kabul etmeyeceklerdir. Herkesin savunma hakkı bulunduğu düşünülse dahi biz canileri savunmak istemiyoruz” açıklamasının, avukatlık mesleğinin özüyle bağdaşmadığı düşünülmektedir. Ceza muhakemesi yasamızda “zorunlu müdafilik” gibi bir kurumun varlığı karşısında kanunen böyle bir zorunluluk bulunmasının yanı sıra ve ondan tamamen bağımsız olarak teorik manada da bu tutumun yanlış olduğu görüşündeyiz. Zira avukatlık, savunulan kişi lehine yalan söyleme zorunluluğu değil, O KİŞİYE HUKUKİ YARDIM SUNARAK “EĞER KİŞİ HUKUKU ANLAYIP/BİLSEYDİ KENDİSİNİ NASIL SAVUNURDU” İSE O ŞEKİLDE KENDİSİNİ SAVUNABİLMESİ İÇİN HUKUKİ BİLGİ VERMEK, YARDIM SUNMAKTIR. “Cani” avukatlığı üstlenilmekle cani olunmaz! Bizler yargıç değil, savunmanız ve karar makamı değil talep makamıyız. CMK’daki zorunlu müdafilik müessesesi de her şeyden önce soruşturmanın/kovuşturmanın sağlıklı yürütülmesi, insan hakkı ihlali gerçekleştirilmemesi için avukatın bulunması ile getirilen bir önlemdir. “Güvenlik mi özgürlük mü” kıskacıyla öne sürülen bu tarz bir bakış açısı ile açılan ihlal kapılarının nerede kapanacağı belli olmaz. Her şeyden önemlisi de avukatlar olarak bizler kendi mesleğimizin anlam ve önemine haksızlık etmiş oluruz. Bu sebeple, bilinçsiz halk kitlelerinin, ve hatta meslektaşlar dahil vicdanı kanayan herkesin bir anlık, hoşuna gidebilecek bu açıklamanın esasen yanlış olduğunu ifade etmek zorunda hissediyoruz. Bu vakada ve daha sonraki benzer vakalarda sanık müdafi olacak meslektaşların zor duruma düşmemeleri için de bu tip söylemlere dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyor, bu vesileyle hem kadın-erkek eşit(siz)liği konusundaki duyarlılığımızı ve bununla bağlantılı kadın cinayetleri olgusuna karşı tepkimizi, hem de müdafilik hakkında yapılan açıklama konusundaki kanaatimizi kamuoyuyla paylaşmak istiyoruz.
AVUKATLAR SENDİKASI
Başkanı
Av. Sedef Ünal