MANEVİ TAZMİNATIN YASAL DAYANAĞI
Manevi tazminat, hukukumuzun en eski ve tartışmalı konularından birisini oluşturmaktadır. Manevi tazminat, bir kişinin hukuka aykırı bir fiil sonucunda duyduğu elem ve üzüntünün kendisinde doğurduğu manevi zararın tazmin edilmesidir.
Manevi tazminat, maddi bir zararın tazmini niteliğini taşımaz. Bu tazminatın amacı; kişilik haklarına yöneltilen saldırı sonucunda, saldırıya uğrayanın manevi zararını, çektiği üzüntüyü ve uğradığı ruhsal sarsıntıyı gidermeye yardımcı olacak ruhsal tatmin yoludur.
Manevi zarar, kişilik haklarına saldırı sonucunda ortaya çıkar. Bu konu ile ilgili temel düzenlemeler, Türk Medeni Kanunu ve Türk Borçlar Kanunu’nda yer almaktadır.
TBK. m. 58, kişilik hakkının zedelenmesinde manevi zarar talebini düzenleyen genel kuraldır. Bu hükme göre, “Kişilik hakkının zedelenmesinden zarar gören, uğradığı manevi zarara karşılık manevi tazminat adı altında bir miktar para ödenmesini isteyebilir. Hâkim, bu tazminatın ödenmesi yerine, diğer bir giderim biçimi kararlaştırabilir veya bu tazminata ekleyebilir; özellikle saldırıyı kınayan bir karar verebilir ve bu kararın yayımlanmasına hükmedebilir.”
TBK. m.56 ise bedensel bütünlüğün ihlalinde manevi tazminat talebini özel olarak düzenlemiştir: “Hâkim, bir kimsenin bedensel bütünlüğünün zedelenmesi durumunda, olayın özelliklerini göz önünde tutarak, zarar görene uygun bir miktar paranın manevi tazminat olarak ödenmesine karar verebilir. Ağır bedensel zarar veya ölüm hâlinde, zarar görenin veya ölenin yakınlarına da manevi tazminat olarak uygun bir miktar paranın ödenmesine karar verilebilir”
MANEVİ TAZMİNAT İSTEYEBİLMENİN KOŞULLARI
Manevi tazminat davası açacak kişinin, dava dilekçesinde belirteceği miktarın kabul edilebilir ve gerçekçi olması adına kendi uyuşmazlığına benzer olaylarda Yargıtay’ın ne şekilde karar verdiğine ilişkin araştırma yapılması önem taşır.
Manevi tazminat isteyebilmenin koşullarını şöyle sıralayabiliriz:
1. Hukuka aykırı bir biçimde bedensel zarara veya ölüme neden olunmalıdır.
2. Zarar ile eylem arasında nedensellik bağı kurulabilmelidir.
3. Zarar veren, kusurlu olmalı ya da sorumluluğu gerektiren koşullar oluşmalıdır.
4. Maddi tazminattan farklı olarak, zarar gören, bedensel zarara uğramasa bile, kişilik değerleri etkilenmiş; eylem veya olay, ruhsal sarsıntı ve sinir bozukluğu yaratmış olmalıdır.
MANEVİ TAZMİNATIN İŞLEVİ
Manevi tazminatın amacı, zararın giderilmesi değil, zarar görenin elem ve üzüntüsünün bir nebze dindirilmesidir.
Manevi tazminatla zarar verici fiil olmasaydı mağdurun bulunacağı durum, fiillin yarattığı elem ve ızdırabın kaldırılması sağlanmak suretiyle dengelenmek istenmektedir; tam bir denkleştirmenin sağlanması ise mümkün değildir. Manevi tazminatın temel amacı olmasa da, önleme (cezai) amacı gibi ikincil bir amacı bulunmaktadır. Manevi tazminatın fonksiyonunun belirlenmesi hususu somut olayda manevi tazminatın miktarını da belirleyeceğinden önem arz etmektedir.
MANEVİ TAZMİNATIN BELİRLENMESİNDE KRİTERLER
Manevi tazminat miktarı ve hesaplaması bakımından matematiksel bir formül söz konusu değildir. Çünkü burada maddi bir zarardan değil, kişinin duyduğu elem ve üzüntünün giderilmesinden bahsetmekteyiz.
Manevi zarar miktarının belirlenmesi, bir yandan zarar görenin zararının telafisini, diğer yandan onun duyduğu ruhsal ve psikolojik acıyı tatmin ederek denkleştirmek amacı güttüğünden, parayla ölçülemez; sadece hakim tarafından takdir edilir. Hakimin takdir yetkisinin olması demek, keyfine göre karar verebileceği anlamını taşımamaktadır, hakim belirlediği tazminatın gerekçesini de kararında ortaya koymalıdır.
Manevi tazminat niteliği itibariyle tektir, bölünemez ve bölümler halinde de talep edilemez. Bu nedenle manevi tazminat taleplerinde kısmi dava söz konusu olamaz, ilk davada manevi tazminatın bir kısmı talep edilerek fazlaya ilişkin bölümü saklı tutulamaz.
Manevi tazminatın işlevini açıklayan başlıca üç teori vardır. Bunlar; subjektif, objektif ve karma teoridir. Bu teoriler manevi tazminatın türünün ve miktarın belirlenmesinde etkili olacak görüşler ileri sürmektedir. Subjektif teori, kişinin huzurunun bozulmasını manevi zararın unsuru olarak belirlerken, objektif teori kişilikte meydana gelen objektif eksilmeyi manevi zarar olarak tanımlamaktadır. Karma görüş ise her iki görüşü bağdaştırarak kişilik değerlerinde ve ruhsal bütünlükte meydana gelen eksilmeyi manevi zarar olarak tanımlamaktadır.[1]
Burada öne çıkan durum, manevi tazminat miktarı belirlenirken manevi tazminat kurumunun hangi amaca hizmet edeceğidir. Bu nedenle manevi tazminatın hukukî niteliği konusundaki görüşler, manevi tazminatın belirlenmesinde dikkate alınmalı ve geniş bir şekilde değerlendirilmelidir. Çünkü hukukî nitelik konusunda benimsenecek her bir görüş, manevi tazminatın belirlenmesini değişik açılardan etkileyecektir. Hâkim de manevi tazminatı belirlerken benimsemiş olduğu görüş doğrultusunda hareket edecektir.
Manevi tazminatın belirlenmesi konusunda bugüne kadar öğretide ve Yargıtay kararlarında “ortak bir ölçüt” ortaya konulmamıştır. Yargıtay kararlarında manevi tazminatın zenginleşmeye yol açmayacak miktarda olması gerektiğine sıkça değinilmektedir. Zarar görenin tatmininin belirlenmesinde, zenginleşmeye yol açmama kriteri değişen dünya koşullarında manevi tazminatın hedeflediği fonksiyonu karşılayacak bir kriter değildir.
Birbirine yakın tazminat tutarlarını Yargıtay’ın kimi daireleri çok görürken, bir başkası az bulmaktadır. Kararlarda tek ortak nokta, İçtihadı Birleştirme Kararındaki bazı sözlerin yinelenmesidir. Bunlar, manevi tazminatın elem ve ızdırabı dindirecek, zarar görende bir tatmin duygusu yaratacak ve zenginleşmeye yol açmayacak miktarda takdir edilmesi gerektiğidir. Bu ifade bugün artık geçerliğini yitirmiş, manevi tazminatın anlam ve işlevini ortaya koymaktan uzak yanlış bir tanımlamadır. Soyut bu tanımlamalarla acı ve üzüntüyü ölçmenin olanaksızlığının yanı sıra, tatmin sözcüğü, ilk çağın öç alma isteğini çağrıştırmaktadır.
Yargıtay çeşitli kararlarında manevi zararın önemli olmasını, gerçekten bir manevi tatmin ihtiyacının doğmuş olmasına bağlamaktadır. Kararlarda ölçüt olarak ele alınan ortak noktalar şunlardır:
- Olayın Oluş Biçimi
- İlgililerin Ekonomik Ve Sosyal Durumları
- Ortak Kusur
- Ölüm Meydana Gelmişse Ölenle Davacı Arasındaki İlişkinin Niteliği Ve Derecesi
- Ülkenin Ekonomik Koşulları
- Tarafların Ekonomik Ve Sosyal Durumları
- Paranın Satın Alma Gücü
- Tarafların Kusur Durumu
- Olayın Ağırlığı
- Olay Tarihi
- Maluliyet Oranı
- Yaralanma Derecesi
- Yaş
Türk Hukuku’nun benimsemiş olduğu geleneksel yöntemde manevi tazminat miktarı herhangi bir tarifeye başvurmaksızın tek bir aşamada hâkim tarafından takdir edilmektedir. Bu yöntem ile somut olayın özellikleri esas alınarak manevi tazminatın belirlenmesinde esas alınan değişmez, katı kuralların oluşturulmasına karşı çıkılmakta ve tazminat miktarının önceden belirlenmiş tablolara göre oluşturulamayacağı ifade edilmektedir. Çünkü bu tazminat türü doğası gereği esasen para ile ölçülemez ve hâkimin maddi tazminattan farklı olarak somut olayın özellikleri ve diğer sübjektif olguları göz önünde bulunduracağı oldukça geniş bir takdir yetkisi vardır. Ancak Türk Hukuku’nda benimsenen bu sistemde de hâkime tanınan geniş takdir yetkisi nedeni ile benzer olaylara ilişkin farklı hâkimlerce verilen kararlarda miktarlar yönünden farklılık olması da hukukun herkese eşit uygulanmaması sonucuna yol açmaktadır.
26.06.1966 tarihli ve 7/7 Sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının İrdelenmesi
Yargıtay kararlarında ve yerel mahkeme ilamlarında dayanılan bu içtihadı birleştirme kararının gerekçesinde, takdir olunacak manevi tazminatın tutarını etkileyecek özel hal ve şartlar açıkça gösterilmiştir. Çoğu Yargıtay kararlarında sıkça değinilen 22.06.1966 gün 7/7 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı, bugün çok gerilerde kaldığı gibi, içerdiği soyut tanımlamalar yol gösterici nitelikte değildir. Keza Yargıtay bu birleştirmesinde şu şeklindeki ifadesiyle bizzat bu durumu kabul etmiştir.
“Özel hal ve şartlar, her olaya göre değişir. Esasen maksat, yukarıda da açıklandığı gibi, olaya has hal ve şartlar, yani olayın özellikleridir. Bu özelliklerin başında, manevi zararın önemli olması gelir. Eli çizilen bir kimseye cismani zarara uğradığı diye kural olarak manevi tazminat hükmedilmesi icap etmez. Demek ki, cismani zarara uğrayan kimsede veya ölenin yakınlarında önemli bir manevi zarar (elem, ızdırap) husule gelmeli, yani gerçekten manevi bir tatmin ihtiyacı doğmuş bulunmalıdır.
Ölüm vuku'u bulmuşsa, sağlığında ölen ile davacı arasındaki münasebetin mahiyeti ve derecesi bu hususun takdirinde büyük rol oynar. Bundan başka olayın oluş şekli, nazara alınır. Feci bir olay ile normal şartlar altında meydana gelmiş olan olay bir tutulamaz.
Nihayet ilgililerin yani failin, olaydan başka sorumlu varsa onun, mesela istihdam edenin, ölenin, davacıların içtimai mevkilerinin tahsil ve iktisadi durumlarının gözönünde tutulması lazımdır.
Kısaca kanun vazn, her olayda meydana çıkan ihtiyacı karşılayan kesin bir kural koymaktaki zorluğu düşünerek, 47. madde metnini kasten elastiki bir şekilde formüle etmiş ve manevi tazminat hükmedilmesini gerekli kılan hal ve şartları, hakimin takdirine bırakmıştır. (K. Oftinger, a.g.e. Cilt: 1, Sah. 265). Tabiatiyle bu takdirde, bir yanılma durumu olmalıdır.”
Keza Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 2014/21-872 E., 2014/1086 K. ve 24.12.2014 tarihli kararında manevi tazminatın adalete uygun olması gerektiği, zararda uğrayanda manevi huzuru doğurmayı gerçekleştirecek bir işlev taşıması gerektiği, bir ceza olmadığı gibi malvarlığı hukukuna ilişkin zararın karşılanmasını amaç edinmediği, takdir edilecek miktarın elde edilmek istenilen tatmin duygusunun etkisine ulaşmak için gerekli olan kadar olduğu ve zenginleşmeye yol açmaması gerektiği şeklinde hüküm kurulmuştur.
KITA AVRUPASI HUKUKUNDA MANEVİ TAZMİNAT
Alman hukukunda sıklıkla alıntılanan Monaco Prensesi Caroline -I88 davasında Alman Federal Mahkemesi manevi tazminatın önleyici yönüyle değerlendirilerek takdir edilmesi gerektiğine hükmetmiştir. Karardaki “önleme” vurgusunun “cezalandırma” olarak anlaşılması gerektiği ifade edilmiştir. Ancak bahse konu karardaki vurgunun cezalandırma olarak kabulü mümkün değildir. Zira miktar burada niteliksel bir ögeye değil miktara vurgu yapmaktadır. Oysa açıklandığı üzere manevi tazminatta miktar önemli değildir. Kaldı ki, zarar görenin uğradığı elem ve acının ölçülmesi yani tazminat miktarının hesaplanması zaten mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki, maddi tazminat hesaplanırken manevi tazminat takdir edilir. Karayalçın’ın görüşüne göre manevi tazminatın somut olayın koşullarına göre özellikle kişilik hakkının korunması gereken hallerde zararın gerçekleştirilmesini önleme ve ileride de meydana gelmemesi için caydırma fonksiyonuna sahip olmalıdır. Buna göre, kişilik haklarına karşı gerçekleştirilen ihlallerde tazminat miktarı caydırıcı olması için yüksek bir meblağ olarak belirlenebilir.[2]
Kanaatimizce; manevi tazminatın takdiri konusunda uygulamada görülen bütün bu keyfilikler ve eşitsizlikler karşısında, ortak ve somut bir ölçü bulmak gerektiği kabul olunmalıdır. Manevi tazminatın ölçüsü, her kişiye göre değişen acı ve üzüntünün veya huzur duygusunun karşılığı olmamalı; duygusal yaklaşım yerine, daha somut değerler ölçü alınmalıdır.
Manevi tazminata bir (taban) sınır konulmalı; herkes için eşit, yasal asgari bir tutarı olmalı, hakim manevi tazminata takdiren hükmederken bunun altına inmemelidir. Manevi zararın, maddi zarar gibi hesaplanmasının olanaksızlığı nedeniyledir ki, başlangıçtan beri yargıda bir ölçüsüzlük, bir belirsizlik süregelmekte; benzer olaylar ve benzer davalarda hükme bağlanan tazminat miktarları arasında derin uçurumlar bulunmaktadır. Bunun hemen görünen nedenlerinin en başında, dava açanların ne miktarda manevi tazminat isteyeceklerini bilememeleri, istek tutarlarının hiçbir hesaba ve hiçbir ölçüye dayanmamakta oluşu gelmektedir. Kimileri yüksek harç ödemeyi göze alarak son derece abartılı rakamlar üzerinden dava açarlarken, kimileri de nasıl olsa en aza indirileceğini düşünerek çok düşük miktarda manevi tazminat istemektedirler.
Hakimler de, bir zorunluluk varmış gibi, öteden beri, dava dilekçelerinde istenenin mutlaka bir miktar altında, hatta çok daha düşük miktarlarda manevi tazminata hükmetmektedirler. Davacının istediği miktara hükmedilmemesi gerektiği algısının içtihada hangi yasal sebeple yerleştiğini anlamak mümkün değildir. Savcılık ve karakollar aracılığıyla yaptırılan “tarafların sosyal ve ekonomik” düzeylerinin araştırılması biçimindeki uygulamanın hiçbir yararı olmadığı gibi, bunun dışında yasada öngörülen “özel durumların ve olayın özelliklerinin” gibi ifadelerin de manevi tazminat takdirinde nasıl değerlendirildiği belirsizdir.
Zenginleşmeye yol açmama ölçütü göreceli olup kime ve neye göre hesaplandığı anlaşılamamaktadır. Zira, zenginleşmeye yol açmama ölçütü oldukça soyut olduğundan; zarar görenin tatmininde kararı veren hakime göre zenginlik ölçütü ele alınacaktır. Bu durumda sabit gelirli olan hakimin aldığı maaşa göre hükmedilen tazminat miktarları da oldukça düşük meblağlar olarak hesaplanacaktır.
Benzer olayları karşılaştırdığımızda, kararlar arasında önemli farklar bulunduğu, giderek aynı hakimin aynı dönem içerisinde benzer dosyalardan birine yüksek, ötekine düşük miktarda tazminat “takdir” ettiği gözlemlenmektedir.