MALİK İLE MÜLK ARASINDAKİ İLİŞKİ: MÜLKİYET

Abone Ol

“Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden yiyin, için. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.”

Kur’an-ı Kerim, Araf: 19.

İnsanlığın hikâyesi bir mülkiyet ihlâliyle başlar. Âdem ile Havva, Şeytana uyup Allah’ın mülkünde yasakladığı, müsaade etmediği meyveyi yerler. İlk günah, yani cennetten kovulmamızın nedeni aslında bir mülkiyet ihlâlidir.

Teolojik literatürde mülkiyetin tarihi dünyadan öncesine kadar gider. Nerede insan varsa orada mülkiyet meselesi vardır. Dolayısıyla “insanlık tarihi=mülkiyet tarihi” dersek hiç de abartmış olmayız. Çünkü mülkiyet sadece bugün değil ilk atalarımızdan bu yana hep insanoğlunun gündemindedir. İnsanlık tarihinin kavgası, uyuşmazlık konusu her ne olursa olsun, daima mülkiyet kavgasıdır. Savaşlar, fetihler; onur, şan, şeref, yeni dünya düzeni uğruna yapılsa bile aslında temelde daima mülk/toprak/ganimet içindir. İç karışıklıklar çoğu zaman mülkiyetin adaletsiz dağılımı nedeniyle çıkar. Siyasal iktidar aslında tümüyle bir mülkiyet meselesidir. Hangi eşyanın kime, hangi şartlarda ait olacağına ilişkin kurallar siyasal örgütlenmenin formunu belirler.

İnsanlık tarihini mülkiyetin tarihiyle özdeşleştirmek ilk başta retorik bir mübalağa gibi görülebilir. Fakat insanlık tarihini yazıyla başlatmak ne kadar anlaşılabilirse esasında yazının yerine mülkiyeti koymak da o kadar anlaşılabilirdir. Zira yazının tarihine baktığımızda ulaşabildiğimiz yazılı kayıtların hep mülkiyetle ya da mülkiyete ilişkin kurallarla ilgili olduğunu görüyoruz. Yazı muhtemelen mülkiyet sorunlarının yarattığı bir ihtiyaca binaen doğmuştur. Borçlar, alacaklar, vergiler, mülk devirleri yazılı kayıtların en eski örneklerini teşkil eder. Dolayısıyla eğer tarih yazıyla başlıyorsa aslında bu tarihi başlatan itici güç mülkiyet kaynaklı sorunlardır.

Bu yüzden bir siyasal toplumda gücün kimde olduğunu tespit ederken bakacağımız yer mülkiyete ilişkin kurallar olmalıdır. Yöneticinin belirlenmesi, yasaların çıkarılma usulleri, seçimler, oylamalar, partiler; bütün bunlar mülkiyet temelli kurulmuş düzenin somut kişiler bakımından nasıl tezahür edeceğine dair belirlemelerden başka bir şey değildir. Biraz yakından bakıldığında siyasi ideolojilerin birbirinden ayrıldığı en önemli hususun mülkiyete ilişkin fikirler olduğu ortaya çıkar. Anayasalar ve diğer hukuk kuralları, esas itibarıyla mülkiyete dayalı belli bir ideolojinin korunmasına ve işlemesine hizmet eder. İlk bakışta mülkiyetle ilişkisi yokmuş veya hayli dolaylıymış gibi görünen hukuk kuralları dahi esasında belli bir mülkiyet anlayışının muhafızlarıdır. Mülkiyet haricindeki bütün kural ve usuller bu bakımdan talidir. Siyaset biliminin günümüzdeki temel tartışmalarının hep bu tali meselelere yoğunlaşmış olması bizi yanıltmamalıdır. Çünkü bu tali meselelerin arkasında gözden kaçırılmak istenen asıl mesele daima mülkiyetin ta kendisidir. Modern haliyle her bir insana hukuki özne olma imkanı sağlayan şahıs” kavramı; kavramın zorunlu içeriği sebebiyle her bir insanın mülk sahibi ama aynı zamanda borçlu da olabilmesini mümkün kıldığı için her şeyden önce mülkiyet rejiminin esasına ilişkindir. Modern zamanlarda evlilik bir erkeğin bir kadına yahut bir kadının bir erkeğe sahip olmasını ifade etmiyormuş gibi görünebilir ama mahiyeti gereği bu kurum en nihayetinde evlilik ilişkisinin taraflarının hangi mallara hangi şartlarda sahip olacağını düzenlediği için mülkiyet ilişkileri ağına dahildir. Hatta hukukumuzda evlilik bakımından zorunlu bir sonuç doğurmayan nişan ilişkisinin varlığının yegane nedeni tarafların nişan vesilesiyle yapmış olduğu harcamaların olası bir nişan bozulması durumunda akıbetinin ne olacağının belirlenmesidir. İnsanlar arasındaki ilişkileri düzenlemek son kertede kimin neye ne kadar sahip olacağını düzenlemek demektir.

Mülkiyete dair tartışmalar/çatışmalar mülkiyetin olup olmaması hakkında değil, daha ziyade mülkiyetin kimde olacağı hakkındadır. Mesela sosyalizm mülkiyeti reddetmez; sadece kişilerden alıp devlete veya bir bütün olarak kamuya verir. Mülkiyet hakkının nasıl ele alındığı, toplumların ideolojilerini, sistemlerini dahi belirler. Sistem mülkiyet hakkını bireylere verirse kapitalizm, devlete verirse sosyalizm, bizatihi topluma verirse komünizm ortaya çıkar. Elbette mülkle ilişki kurmanın farklı kültürlerde ve farklı inançlarda çok farklı biçimleri vardır. Çünkü sadece bireylerin ve toplumların tarihi yoktur, aynı zamanda kavramların ve kavramlarla ilişkimizin de bir tarihi vardır. Bu da mülkiyet kavramının ve mülkle ilişki kurma biçimimizin tarihin her döneminde her coğrafyada aynı olmadığı anlamına gelir. Bugün küresel dünyada üzerinde konsensus oluşmuş ve dünya sisteminde yaygın olan mülkiyet kavramı ve mülkle ilişki kurma tarzı aslında yegane mülkiyet kavramı ve mülkle ilişki kurma tarzı değildir.

Mülkiyet kavramı ve mülkle ilişki kurma biçimimiz ilk bakışta hukuki ve sosyolojik bir problem gibi görünse de aslında evvela felsefi bir problemdir. Çünkü bu sorunu ele alırken kullandığımız kelimelerin, kimi zaman ilk çağrışımları nedeniyle konunun kapsamını kavrayamamamıza neden olduğu meydandadır. Mülkiyet dediğimizde gerek gündelik hayatta gerekse hukuki bağlamlarda ilk aklımıza gelen şey bir eşyayla kurulmuş olan belli bir türdeki ilişkidir. Dolayısıyla mülkiyet kelimesi bu pratik kullanımda zaten mülkiyete konu olabileceği kabul edilmiş eşyayla kişiler arasındaki ilişkiyi ifade eder. Fakat mülkiyet sorunu bundan çok daha kapsamlıdır. İlk başta karar verilmesi gereken şey herhangi bir varlığa mülkiyet kelimesinin ifade ettiği şekliyle sahip olmanın mümkün olup olmadığıdır. Eğer herhangi bir nesneye bu anlamda sahip olmanın mümkün olduğu kabul edilirse bir sonraki adımda hangi varlıklara sahip olmanın mümkün olduğu cevaplanmak durumundadır. Üçüncüsü, sahiplik ilişkisi kurulabilecek nesneler belirlendikten sonra bu ilişkiyi kimlerin kurabileceği gündeme gelir. Nihayet böyle bir mülkiyet ilişkisinin genel ve özel sınırlarını da belirlemek gerekecektir.

Fakat günümüz toplumunda mülkiyet ilişkisinin genel ve özel sınırları çoktan iç içe geçmiştir. Mesela mülkiyet meselesi üzerine yürütülen sosyolojik ve hukuki bir tartışmada mülkiyet ilişkisi kurulabilir nesneler olarak görülmeyen pek çok durumun, sistemin kendi mantığı içerisinde çoktan metalaşmaya başladığı yani alınıp-satılabilir hale geldiği tecrübeyle sabittir. İşte tam da bu sebeple modern dünyada mitleştirilmiş olan özgür birey yerini tümüyle alınıp satılabilir, dolayısıyla sahiplenilebilir nesnelerden yalnızca biri olmaya bırakabilir. Hatta belki de modern dünyada insan dediğimiz varlık bir metalar toplamından başka bir şey olmayabilir. Modern özgür birey miti bize bireyin daha fazla mülk edinerek özgürleşeceğini vaat etse de, günümüz toplumunda her edinilen mülk omuzlarda daha fazla yük haline gelerek bireyi kendisinin kölesi kılar. Çünkü mülkiyeti merkeze alarak inşa edilmiş sistem bir süre sonra her şeyi ve herkesi sahip olunabilecek nesnelere dönüştürür.

Nesneyi Mülkleştirmek

Söylediğimiz gibi mülkiyet meselesi her şeyden önce mülkiyet ilişkisi kurulabilecek nesnelerin tayinidir. Sadece maddi varlıklar bağlamında düşünsek bile etrafımızda sayısız maddi varlığın bulunduğu bir vakıadır. Her şeyin metalaşmamış, yani alınabilir-satılabilir bir nesneye dönüşmemiş olduğu dönemlerde mülkiyet ilişkisi kurulabilecek nesnelerin sayısı hiç kuşkusuz çok daha sınırlıydı. Peki sıfır noktasında olduğumuzu düşünürsek, bir varlığı mülkiyete konu olabilecek bir eşya haline getiren tılsım nedir?

Antropolojik veriler bize mülkiyet iddiasında bulunmanın temelinde faydalanma kavramının olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla nesnelerin fayda bakımından değerleri onları mülk haline getiriyor. Fakat burada önemli bir nokta fayda sağlayan her nesnenin değil, aynı zamanda kıt olan nesnelerin de mülkiyete konu olması. Bolluk veya sınırsızlık, bir varlığın faydası ne kadar yüksek olursa olsun, mülkiyete konu edilmesini anlamsızlaştırabiliyor.

İnsanlık tarihinin daha eski dönemlerine hızlıca göz atıldığında bir nesnenin mülke dönüşmesinde fayda ve bolluk/kıtlık kadar önemli bir belirleyicinin de o nesneye bakış açımız olduğu aşikardır. Mesela su kaynaklarının ve meyve ağaçlarının bol olduğu geniş ve verimli bir arazide o bölgede yaşayanların ihtiyaçları kendiliğinden karşılanacağı için mülkiyet fikrinin ortaya çıkmasını mümkün kılacak nesnelere egemen ve sahip olma arzusu filiz vermeyecektir. Amerika’nın keşfinden evvel Kızılderililerin böyle geniş bir arazi üzerinde toprakla bir mülk ilişkisi kurmadan özgür göçebeler olarak yaşadıklarını biliyoruz.

Fakat kendisi dışındaki her şeyi, kendisinden ayrık ve dolayısıyla mülkleştirilebilir gören Avrupalılar kıtaya geldiklerinde, o geniş ve verimli arazilerde sadece çitle çevrilerek mülk edinilecek topraklar, su kaynakları ve meyve ağaçları gördüler.

Özne-Nesne İlişkisi Olarak Mülkiyet

Mülkiyet en temelde sahiplenmedir. Mesele bu sahiplenmenin nerede başlayıp nerede biteceği ve sınırlarının nasıl belirleneceğidir. Mülkiyetten bahsedebilmek için; evvelâ bir nesne olarak mülk ve ardından bir özne olarak da malik olmalıdır. Bu özne-nesne ilişkisinin, yani sahiplenen-sahiplenilen, egemen olan-egemen olunan ilişkisinin olmadığı yerde bir mülkiyet ilişkisi de yoktur. Bu ilişkide asıl soru öznenin mi yoksa nesnenin mi daha baskın olacağıdır?

Sahiplenme malik olunan nesneyle kurulacak maddi ilişkilerin malikin tasarrufunda bulunması anlamına gelir. Malik diğer herkese karşı nesneyle kendisinin ve başkalarının kuracağı ilişkinin mahiyetini ve sınırlarını belirlemekte prensip olarak özgürdür. Dolayısıyla bir nesneye sahip olmak, yani bir nesneyle mülkiyet ilişkisi kurmak demek, o nesneyle malikin ve diğer kişilerin kuracağı ilişkinin nasıl olacağına malikin tek başına karar verebilmesi demektir. Esasında bu malik olma durumu aynı zamanda devredilebilen bir haklar ve yetkiler kümesine sahip olmak anlamına da gelir.

Bu ilişkide asıl belirleyici olan nesnenin kendisinden ziyade öznenin nesneye yaklaşımıdır. Nesneyi merkeze koyan insan, esasında nesnenin hâkimiyeti altına girer. Nesneyi merkeze koymayan, mesela tecrübe odaklı bir insan, kendisini nesneden özgürleştirdiği için nesnenin hâkimiyeti altına girmez, aksine daha fazla paylaşarak nesneyi kendisine tâbi kılar. Yani malik ile mülk edinilen arasındaki ilişki, kişinin nesneyle nasıl ilişki kurmayı tercih ettiğine bağlıdır.

İnsanın mülkiyet motivasyonunun kişiden kişiye farklılık göstermesine tarihten çok güzel bir örnek Diyojen ile İskender’dir. İkisi de mülkiyetle ilişki kurma tarzımızın iki zıt kutbu gibidir. İskender her şeyi kendi iradesine tâbi kılmak, bütün dünyayı mülkü yapmak isterken, Diyojen ise en temel gereksinimlerinin dışında hiçbir nesneye sahip olmak niyetinde değildir. İskender kendisine “dile benden ne dilersen” dediğinde, Diyojen sadece “gölge etme başka ihsan istemem” diye cevap vermiştir. Bu küçük atışmadan bile görebileceğimiz üzere ikisinin mülkiyetle ilişki kurma tarzları birbirine taban tabana zıttır.

İktidar tutkusuyla yanıp tutuşan İskender’in aksine Diyojen kendisini mülkten ve sahip olma fikrinden azade kılmış özgür bir bireydir. Oysa menfaatini düşünen insan asla özgür değildir. O daima günün sonunda ne kazandığının ve ne kaybettiğinin muhasebesini tutan ve bunun için de kendisini akıllı sayan ama aslında kendi hırsının ve malvarlığının kölesi olmuş birisidir.

Kapitalizmin küreselleştiği günümüzün tüketim toplumlarında artık Diyojen gibi yaşamak çok da mümkün değil. Çünkü neredeyse kapitalist sistemin dışı yok. İşlerini yaparken aldıkları haz, o işten kazandıkları parayı harcarken aldıkları hazdan daha yüksek olanlar, günümüz toplumunda sistemin dayatmalarına karşı bir nebze kendilerini özgür kılabilenlerdir.

Fakat bir de ne parayı kazanmak için yaptığı işi yaparken ne de o işten kazandığı parayı harcarken haz alan insanlar vardır. Balzac’ın Tefeci Gobseck’ini bilenler hatırlayacaklardır; bunlar sadece para kazanmayı ve istiflemeyi severler.

Mülkiyet ve İktidar

İktidarla mülkiyet arasında sıkı bir ilişki olduğu açıktır. İktidar sahipleri nesneler üzerinde malik olabildikleri ve hatta neye malik olunabileceğini ve kimlerin ne kadar malik olabileceğini belirleyebildikleri ölçüde muktedirdirler. Fakat iktidar ve mülkiyet arasındaki ilişki iki yönlüdür. Mülkiyet iddiasında bulunmak tastamam bir iktidar iddiasıdır. Bir nesne üzerinde mülkiyet sahibi olmak sadece o nesne üzerinde takdir edilen iktidarın göstergesi değildir. Mülkiyet iddiasının kavramsal olarak zorunlu sonucu mülkiyet iddiasında bulunan kişinin kendisinden başka herkese karşı bir iddiada bulunmuş olmasıdır. Dolayısıyla bir nesne için “bu benim” diyebilmek kim olduklarını bile bilmediğiniz sınırsız sayıda insana karşı bir meydan okumadır. Bu tarz bir meydan okumanın anlamlı olabilmesi hiç kuşkusuz muazzam bir güce sahip olmayı gerektirir. Böyle bir güce hiçbir insan tek başına sahip olamaz. İşte devlet dediğimiz örgütlenmenin ortaya çıkışı da mülk sahiplerinin mülklerini tek başına koruyamayacaklarını görerek bir mülkiyet sözleşmesi yapmak suretiyle mülklerini koruyabilmek için işbirliği yapmalarına karşılık gelir. Bu işbirliği her zaman mülk sahibi olan küçük bir grubun bir araya gelmesidir. Mülk sahipliğinden kaynaklanan iktidarın bu şekilde bir araya gelerek yoğunlaşmasıyla normalde tek tek insanların başarıyla sonuca bağlayamayacağı o meydan okuma sürdürülebilir bir mahiyet kazanır.

Dolayısıyla mülkiyet rejimi bir iktidar rejimidir. O yüzden kişinin rızası olmadan kişiyi mülkünden edebilen varlık iktidar düzeninin en tepesinde demektir. Carl Schmitt, egemen, istisna haline karar verendir demişti. Bu sözden ilham alarak, egemen, mülkiyete karar verendir, demek pekala mümkündür. Günümüzde bu varlığın adı “devlet”tir. Mala karşı işlenen suçların tarih boyunca en ağır suçlar olarak görülmesinin nedenlerinden biri muhtemelen kişiyi mülkünden edebilmenin bu en yüksek iktidar tezahürüne karşılık gelmesidir. Kral ya da devlet bizzat kendisi kişileri mülklerinden mahrum bırakabilse de bir başka kişinin aynı tasarrufta bulunmasını kendi iktidarına yönelmiş en ağır saldırı olarak görür. 

Mülkiyet ve Eşitlik

Modern dünyanın eşitlik düşüncesi özellikle son elli yılda ağırlıklı olarak fırsat eşitliğine ve hukuk önünde eşitliğe odaklanmıştır. Hiç şüphesiz ekonomik adalet talepleri sık sık kendini türlü protestolarla gösterse de pek çok insan eşitliği bu çok daraltılmış haliyle anlamayı kabul etmiş durumda. Halbuki eşitlik meselesine de bu yazının tümüne hakim olan mülkiyet temelli bir bakışla yaklaşacak olursak fırsat eşitliğini ve hukuk önünde eşitliği esasında mülkiyet temelli bir eşitlik düşüncesini gözden uzak tutma yönünde manevralar olarak değerlendirmek mümkündür. Toplumsal örgütlenme içerisinde elbette eşitlik farklı düzeylerde gündeme gelebilir. Fakat mülkiyet temelli eşitlik sorununu öyle ya da böyle bir sonuca bağlamadan eşitliği diğer boyutlarda tartışmaya devam etmek ya art niyetli ya da faydasız bir çabadır. Eşitlik ya da adalet düşüncesi gerek tarihte gerekse her an içten içe belli maddi değerlere sahip olmayla ilişkilendirilir. Eşitsizliği meşrulaştıran argümanlar halihazırdaki bir yoksunluğu başka eşitsizliklerin de gerekçesi yaparlar: “Eşit olamayız çünkü ben zenginim.” veya “Eşit olamayız çünkü sen fakirsin”

Günümüzde demokratik ve insan haklarına saygılı devletler bu eşitsizlik argümanını yasaklamış görünmektedirler. Söz gelimi hiç kimse malvarlığı, mesela yoksulluğu gerekçe gösterilerek herhangi bir hakkını kullanmaktan geri bırakılamaz. Cinsiyet, yaş, din ve soyla birlikte malvarlığının da hakları kullanmaktan geri bırakma gerekçesi olamaması hukuk önünde eşitlik olarak karşımıza çıkar. Fakat ekonomik olarak toplumsal refahı adil biçimde dağıttığını iddia eden devletlerde bile, ülkede üretilen ekonomik değerin çok küçük bir kısmına sahip olabilen kalabalıklar durumun hiç de öyle olmadığını çok iyi bilmektedirler. Hukuk önünde eşitliğin hakikaten sağlanabilmesi için evvela mülkiyet temelli bir eşitliğin tesis edilmesinin şart olduğunu çoktan öğrenmiş olmamız gerekiyor. Zira hukuk düzeninin idare ettiği her türlü toplumsal mekanizma, tekil ve istisnai örnekler bir kenara bırakılacak olursa, kahir ekseriyetle mülk sahiplerinin lehine işler. Bu vakıanın bir halk  protestosuyla sonuçlanmasını istemeyen düzen yanlıları bir yandan yoksulları bir gün mülk sahibi olabileceklerine inandırarak onların bile sistem lehine çalışmasını teşvik ederken diğer yandan çeşitli geçici tedbirlerle fırsat eşitliği sağlar gibi görünerek mülksüzlerin, içinde bulundukları durumun sorumluluğunu yüklenmesini talep ederler. Zira fırsat eşitliği sağlandığı söylenen koşullarda bu fırsattan yararlanamayarak mülksüzlük halinden kurtulamamak olsa olsa mülksüzlerin günahı olabilir. İçinde yaşadığımız mülkiyet düzeninde en büyük suç mülksüz olmaktır.

Fırsat eşitliği mesela bir sözleşmenin tarafı olabilme imkanıyla ve özgürce sözleşme akdedebilmeyle desteklenir. Hukukun belki de en fazla kutsallık atfettiği durumlardan  biri sözleşmelerin dokunulmazlığı meselesidir. İktidarlar sözleşmelere mümkün olduğunca az müdahalede bulunabilecek sözleşme rejimleri yaratır. Bu sözleşme özgürlüğü içerisinde mülksüz kalan, doğru sözleşmeyi yapamayandır. Neredeyse bir kölelik sözleşmesine imza atan, bunu kendi özgür iradesiyle seçerek yapmıştır. Halbuki gerçek hayatta sözleşme yapan herkes sözleşmelerin koşullarının tarafların gücü nispetinde belirlendiğini bilir. Esasında sözleşmelerin koşulları çoğunlukla sözleşme akdedilmeden hatta müzakere edilmeden önce belirlenmiştir. Tarafların sözde müzakere imkanı aslında sözleşmenin güçlü tarafı lehine devlete sözleşmeyi cebir kullanarak koruma yetkisi için gerekçe sağlamaktan başka bir şey değildir.

Mülkiyetin eşitsiz dağılımı bir kısırdöngü yaratır. Eşitsiz mülkiyet rejimi içerisinde eşitsizlik olağan dışı müdahaleler olmadığı takdirde artma eğilimindedir. Eşitsiz bir ilişkiye girildiğinde tarafların kazançları veya kayıpları ilişkinin sonuna geldiğinde artar. Bu da mülksüzün mülksüzleşmesi, mülk sahiplerinin mülklerini arttırması anlamına gelir.  Modern dönemde bu eşitsizlikler kriz yaratır. Bu olağandışı hal taraflar arasında nispi bir dengelenmeyle sonuçlanır. Fakat mutlak bir dengelenme söz konusu olmadığından gidişat yine krize doğrudur.

Kısırdöngünün sebeplerinden biri mülkiyet temelli eşitsizliğin insanlarda yarattığı psikolojik tahribattır. Bunun bir tarafında bu eşitsiz ilişkide ezilen ve sömürülenlerin bütün yaşam enerjilerini daha fazla ezilmemeye ve sömürülmemeye yöneltmeleri kimi zaman bunu başaramadıkları için psikolojik yıkıma uğramaları kimi zaman da sistem olağan çalışmayla mülk edinmeyi imkansız kıldığı için bir üst sınıfa geçmek amacıyla kolay mülk edinmenin peşinde ahlaki deformasyona uğramalarıdır. Diğer tarafında ise eşitsizlik koşullarını sürdürmeye ve haklı çıkarmaya çalışan mülk sahipleri vardır. Eşitsizliği sürdürmenin bedeli daha çok sömürmek, daha çok zulmetmek ve durumunu korumak için yasal ya da yasa dışı maddi ve kişisel ilişkiler kurmaktır. Aynı zamanda mülksüzlerin içinde bulundukları koşulları görmemek için maddi açıdan daha şatafatlı yaşam sürmenin yanında mülksüzlerin durumunu ya kayıtsız kalarak ya da onları suçlayarak meşrulaştırmak gerekir.

Tüm bu çabaların yarattığı duygusal yük aşırılıklara yönelmekle sonuçlanan psikolojik yıkımlar yaratacağı gibi kayıtsız kalmayı mümkün kılacak ahlaki deformasyonlara da yol açar. Günün sonunda eşitsiz toplum birbiriyle kavga eden sürekli korku ve mutsuzluk içerisinde bulunan insanlardan oluşmaktadır. Bu toplum aslında iki vitesli bir toplumdur. Mülksüzlerin daha da fakirleştiği, mülk sahiplerinin giderek zenginleştiği bu yapıda kendilerini özgür bireyler zanneden kölelerin sayısı da giderek artar. Çünkü zenginler daha fazla kazanmak için fakirlerin zamanlarını daha çok satın almaya başlarlar. Gelişmiş modern ekonomilerde beyaz yakalı üst sınıfların market alışverişlerinden, köpeklerinin dolaştırılmasına kadar aslında kendilerinin yapması gereken pek çok işi ücreti mukabilinde paraya ihtiyacı olan gençlere yaptırması bunun bariz bir örneğidir. Bu anlamda bütün o fiyakalı fırsat eşitliği ve hukuk önünde eşitlik iddialarının yaldızı kazındığında altından mülkiyetin muhafazakarlıkla ilişkisi bize göz kırpar. Mülkiyet merkezli her sistem muhafazakardır; çünkü mülk sahipleri mülklerini muhafaza etmek isterler; mülk sahipleri mülklerini muhafaza etmek için mevcut sistemi de olduğu gibi muhafaza etmek isterler.

Mülkiyet ve İnanç

Mülkiyet insan yaşamında ve toplumsal ilişkilerde son derece önemli sonuçları olan bir kurum olduğundan ahlak sistemlerinin ve dinlerin bu meseleye kayıtsız kalması düşünülemezdi. Pek çok durumda ahlak sistemlerinin ve dinlerin eşitsiz mülkiyet rejimine bir itiraz olarak çıktığını söylemek mümkündür. Sofistike sistemler mülkiyet meselesini en temelden ele alarak kimin neye ne kadar sahip olacağını dile getirirler. Mevcut mülkiyet rejimini mülk sahipleri aleyhine değiştirme iddiasındaki bu yaklaşımlar iktidar sahipleri tarafından ilk başta her zaman tehdit olarak görülmüştür. Hıristiyanların Romalılardan, Müslümanların Mekkelilerden gördüğü zulüm sadece mevcut tanrılara saygısızlıkla açıklanamaz. Bu örneklerde muktedirlerin öfkesi kendilerine yönelmiş mülkiyet temelli itirazlara, dolayısıyla bozgunculuğa karşıdır. Zira mesela, İslam en azından yeni ortaya çıktığı dönem itibariyle öncelikle yoksullardan ilgi görmüş, hatta Mekkeli zenginler bu durumu İslam inancını küçümsemenin gerekçesi olarak kullanmıştır. Mülk Allah’ındır diyen, insanlar arasında mülk temelli bir hiyerarşinin kurulamayacağını söyleyen bir mesajın mülk sahiplerini korkutması, telaşlandırması ve öfkelendirmesi çok doğaldır. Fakat tarih bize yine göstermektedir ki, mülkiyet hiyerarşisini reddederek yola çıkan ve genişleyen inanç sistemleri karşı konulamaz bir dünyevi güce ulaştıktan kısa bir süre sonra öncelikle mülkiyete ilişkin hükümler yorumlanmış ve mülkiyet eşitliğinin ihlali inanç sistemi içerisinde kendine yer bularak sorun olmaktan çıkmıştır.

Mülkün devrinde saf haksızlık: Miras

En eşitsiz mülkiyet rejimleri dahi mülk sahibi olmayı belli bir hak etme düşüncesine dayandırır. Belli bir ahlaki perspektiften adaletsiz veya haksız şeklinde eleştirmek mümkün olsa da sistem kendi iç mantığında mevcut kurallara uymak şartıyla mülk edinmeyi meşrulaştırır. Ve neredeyse genel sayılabilecek bir ilke, mülk edinmenin kişinin hukuka uygun ama aynı zamanda belli bir çabasına dayanması gerektiğidir. Birisi için çalışarak kazanç elde etmek değerlidir çünkü arkasında çalışma eylemi vardır. İşveren olarak birilerini çalıştırmak ama sonuçta ortaya bir ürün veya hizmet çıkarmak yoluyla kazanç sağlamak değerlidir. Çünkü bir organizasyon becerisi gösterilir. Hatta çok basit gibi görünen aracılık komisyonculuk durumlarında bile alıcıyı ve satıcıyı bir araya getirmekle bu kişilerin menfaatine olacak bir durum yaratmış olursunuz ve işte bu buluşturma yoluyla elde ettiğiniz kazanç değerlidir. Gündelik hayatta kazanç elde etmeye ilişkin her türlü örneği kazanç elde edenin bir eylemine ya da becerisine bağlamak mümkündür. Hatta meslekler ve kazançlar konusunda yaptığımız karşılaştırmalar çoğunlukla emek ve beceri temelli karşılaştırmalardır. Bu, mülk edinme anlayışımızın belli bir kişisel çaba ve beceri temelindeki hak etme düşüncesine dayandığını gösterir. Hak etmeden mülk sahibi olanları kınarız. Hukuk bunların bir kısmını kendi kapsamına alır ve engelleme ve ceza gibi tedbirlere başvurur. Fakat insanlık tarihinin hak ederek mülk sahibi olma düşüncesine karşı en aykırı ve dirençli kurumu olan miras hukuki düzenlemelerde de kendine yer bulur. Neredeyse bütün hukuk sistemlerinde miras meşru bir mülkiyet devri biçimidir. Ülkemizden örnek verecek olursak, mirasçıların miras bırakanın malvarlığı üzerinde dokunulamaz bir payları vardır. Bu şu anlama gelir: miras bırakan bir vasiyetnameyle mallarının tümünü kanuni mirasçılar dışında bırakmak istese bile başarılı olamaz. Kanuni mirasçılar açacakları bir davayla mahfuz hisselerini alacaklardır. Miras bırakanın malvarlığı konusunda herhangi bir ölüme bağlı tasarrufta bulunmaması halinde ise kanuni mirasçılar malvarlığını kanuni oranda paylaşacaklardır. Hatta yaşı ilerlemiş bir kişinin mirasçıları kişi daha hayattayken bile malvarlığı üzerindeki tasarrufunu mahkeme kararıyla kısıtlayabilirler.

Bu yönüyle miras hak ederek mülk sahibi olma düşüncesini tümüyle ortadan kaldırır. Zira mirasın paylaştırılmasında hak etmeye ilişkin hiçbir kriter yoktur. Hatta çoğu zaman miras bırakanın malvarlığının yaratılmasına katkıda bulunmuş kanuni mirasçılar bile somut ve hukukun dikkate alabileceği deliller bulunmadığından esasında hak ettiklerinin altında bir paya razı olmak zorunda kalırlar. Özellikle büyük mülk sahiplerinin bıraktıkları malvarlıkları düşünülecek olursa mirasçılar açısından hak etmeden mülk sahibi olmanın ne kadar yüksek boyutta gerçekleşebileceği ortaya çıkmaktadır. Bu durum sadece tek bir mirasçının belki de esasında hiç de hak etmediği bir mülke sahip olması yönüyle sorunlu değildir. Eşitsiz bir mülkiyet rejiminde mülk sahibi olmak her zaman diğer bütün bireylere karşı belli bir konum elde etmek anlamına geldiğinden kişiler arasındaki dengeyi bozan bir anlam da taşır. Belki de bu yüzden gündelik hayatta kayda değer bir çabası ve emeği olmadan miras yoluyla zenginleşmiş olan insanlara, hele de üzerine kondukları miras sayesinde kendi kazandıklarından daha fazlasını harcıyorlarsa kötü gözle bakılır. Bunun yanında kişisel çaba ve beceriyle yürütülen toplumsal rekabetin genel olarak toplum için fayda yaratacağı düşüncesi açısından da miras yoluyla mülk edinme bu faydaya giden yolda ciddi bir engel anlamına gelir.

Bunun yanı sıra maddi değer üreten bir ailede, sırf ana-babanın üretilen o maddi değere ebeveyn veya aile reisi sıfatıyla sahip olmaya hak kazandığı düşüncesine de karşı çıkmak gayet mümkündür. Çünkü böyle bir maddi üretim, katkı oranları üretim tarzına göre değişse de, aslında daima ailenin tüm fertlerince yürütülen bir faaliyetin parçasıdır. Özellikle toprağa dayalı üretimde ailenin her üyesi şu veya bu şekilde üretime katılır. Bunun yanında toprağa dayalı üretim haricinde de çok yaygın bir vakıa olarak erkeğin üretimini mümkün kılan maddi koşullar öncelikle kadının ve bazen diğer aile bireylerinin katkısıyla ortaya çıkabilir. Eğer mülkün devri olarak mirası daha hakkaniyetli kılmak istiyorsak, mirasın aile fertlerine paylaştırılmasında her bir bireyin mirasa konu olan malvarlığının ortaya çıkarılmasındaki katkılarının göz ardı edilmemesi gerektiğini söylemek de pekala mümkündür. Özellikle kadınların görünmez ev içi emeklerinin hesaba katılmaya başlaması evlilik içi mal rejimlerinde ve miras paylarının belirlenmesinde geleneksel yaklaşımları sarsmıştır ve gelecekte de sarsmaya devam edeceği söylenebilir. Bu sarsıntı gelecekte mülkün devrinde saf haksızlığın giderilebileceğine dair bizi umutlandırmaktadır.

Mülkiyet ve Savaş

Bireylerin mülkiyete karşı tutumlarının yanı sıra, toplulukların da mülkiyetle ilişkisinden bahsetmek gerekir. Çünkü toplulukların yaşam biçimleri ve kültürleri, o topluluklara mensup bireylerin mülkiyetle kuracakları ilişkide asıl belirleyicidir. Mesela göçebe kültürü ile yerleşik kültürün mülkiyetle kurduğu ilişki tarzları birbirinden farklıdır. İlk bakışta göçebelerin toprakla kurdukları ilişki yerleşik toplum mensuplarının toprakla kurdukları ilişkiye benzemediği için göçebelerin mala mülke değer vermediği yanılgısına düşülebilir. Oysa göçebe topluluklarda bile mal mülk sahibi olmak bir statü göstergesidir. O kadar ki birçok göçebe toplulukta ölenler, ölümden sonraki hayatlarında lâzım olacağı inancıyla eşyalarıyla birlikte gömülür.

Tarih öncesi devirlerden bu yana topluluklar mülklerini korumak için savaş makinasına ihtiyaç duyarlar. Bu açıdan savaş makinası devleti de önceler; çünkü daha devletin olmadığı göçebelik zamanlarından beri vardır. İnsanlar bir topluluk halinde yaşamaya başladıkları andan itibaren çalışır, bir şeyler edinir ve artık değerler üretir. İşte savaş makinası tam da bütün bu üretimi ve artık değeri korur. Savaşlar ya bu artık değeri ele geçirmek için yahut da bu artık değeri korumak için yapılır. Bu yüzden de savaşçılar ya “artık değeri” korudukları için düzenli maaş alırlar, yahut da “artık değeri” ele geçirdiklerinde ganimetten paylarını alırlar.

Esasında savaş makinasının işleyişi şu temel gerçeğe dayanır: Çalışanlar ve üretenler yarattıkları serveti, değeri, birikimi, malı, mülkü korumak için savaşmaya mecburdurlar; üretmeyen ve değer yaratamayanlar bu birikimi, serveti, mal varlığını yağmalamak için savaşa girerler. Fakat tarih içerisinde savaş makinası üretimin artmasıyla birlikte giderek büyüdüğü için çevredeki artık değere göz ve el koyan büyük imparatorluklar da olmuştur. Çevrenin bütün zenginliği merkeze doğru aktığı için “Bütün yollar Roma’ya çıkar.”

Erken tarım toplumlarında zenginlik tapınağın etrafında, yani merkezde toplanır. Merkezde toplanan bu zenginliğin paylaşımı yeni bir toplumsal iş bölümü yaratır: Savaşçılar, yöneticiler, üreticiler, din adamları. Bu yeni durum mevcut oyunun değiştiği anlamına gelir. Evet herkes artık değerden kendisine yetecek kadarını alıyordur ama hâlâ ortada biriken büyük bir zenginlik vardır. Nesneler giderek önem kazandığı için ortaya toplumsal bir iş bölümü çıkar.

Zaten devlet yapılanmasına da nesnenin nasıl kullanılacağı ve paylaşılacağına dair sorunları çözmek için ihtiyaç duyulmuştur.  Bu anlamda “toplum sözleşmesi” mülkiyeti güvence altına almak için vardır. Bu nedenle mülkiyet sorunları çözülemediğinde ya da artık değerin paylaşımının adaletsiz olması sonucunda gelir dengesi aşırı derecede bozulduğunda evvelâ devletin meşruiyeti tartışılmaya başlanır.

Mülkiyetin Eşitsiz Dağılımı ve Sonuçları

Nitekim Fransız İhtilâli de, devlet hayatın içerisinde değişen mülkiyet ilişkilerini ihtiyaca göre düzenlemekte ağır kaldığı için yaşanmıştır.

Fransız İhtilâli, toprağa bağlı yaşayan serflerin nüfusun %80’ini oluşturduğu bir toplumda gerçekleşmiştir. Bu da nüfusun geri kalanının soylular ve toprak sahipleri olduğu anlamına gelir. Serfler her ne kadar köle değillerse de yine de sözleşmelerde taraf olamazlar. Bu da mülk edinmelerinin çok mümkün olmadığını gösterir. Edindikleri mülk ancak üretimi sürdürmeye yetecek kadardır. Bu durumda mevcut hukukun sadece toplumun geri kalan ayrıcalıklı %20’si için geçerli olduğu ve onların lehine işlediği meydandadır.

Tam da bu eşitsiz ilişkilerin yaşandığı toplumda ihtilâl öncesi yeni bir sınıf doğar: Bankerler/Tüccarlar. Devrimin bir neticesi olmaktan çok devrimin öncesinde gayet organik bir şekilde ortaya çıkmış ve piyasayı oluşturacak ve çalıştıracak kadar güçlenmiştirler. Başlıca müşterileri de soylular olur. Soylular değişen üretim ilişkilerinin sonucunda artık eskisi kadar güçlü bir sınıf olmadıkları için yavaş yavaş zenginliklerinin ve iktidarlarının ihtişamını da kaybederler. Bunun neticesinde çok geçmeden soylular bankerlerden borç almaya mecbur kalırlar. Burjuvalar soylulara borç vermeye başladıktan sonra onlara söz geçirmeye de çalışırlar. Neticede parayı veren düdüğü çalar. Soylular buna karşı dirense de, varlıklarının likit olmasının gücünü kullanan burjuvalar toprak sahibi soylular karşısında geri adım atmazlar. Tarihin bu noktasında soylularla burjuvaları tahterevalliye binmiş gibi düşünebiliriz. Soylular bir sınıf olarak hızla inişe geçerken, burjuvalar bir sınıf olarak yükselmektedir. Bu elbette iki sınıf arasında bir husumet doğurur. Burjuva geniş emekçi kitlelerinin sömürülmesinden kaynaklanan bastırılmış enerjiyi soylulara yönelik bir öfkeye dönüştürür. Emekçi sınıfları soylulara karşı organize ve finanse ederler.  Buradaki motivasyon serflerin de mülkiyet kazanma haklarının olması gerektiği ve çalışma şartlarının iyileştirilmesidir. Zaten çok geçmeden ihtilâl de gerçekleşir. Neticede soylular toprağa sahip oldukları için yine zengindirler. Burjuvalar ise ihtilâlin neticesinde müşterileri daha da arttığı ve politik iktidarı onlara verdiği için daha da zenginleşirler. Değişmeyen tek şey serflerin her zamanki fakirliğidir. Serflerin kazandığı tek şey aslında sadece bir ihtimaldir. O ihtimal de şudur: Bir yolunu bulabilirlerse artık mülk edinme hakları vardır. Çok az da olsa bir yolunu bulabilenler olmuştur. Neticede dünyada başarı hikâyeleri de vardır. Hiç kuşkusuz bu ihtimal çok değerlidir. Çünkü kendi emeğinden başka hiçbir şeyi olmayanların da artık yukarıya tırmanma şansı vardır.

Fransız İhtilâli’nden sonra tarımsal üretimin ekonomideki başat rolünü yitirmeye başlamasıyla işsiz kalan serfler şehirlere akın ettiler. Bunun sonucu kırlarda nüfus azalırken büyükşehirlerin nüfusu yüz yıl gibi kısa bir sürede aritmetik değil geometrik arttı. Buhar gücünün üretimde kullanılmasıyla birlikte sanayi hızla gelişmeye başladı. Bu hızla gelişen sanayiyi de sömürgecilik dünyanın başka ülkelerinden topladığı hammaddeyi Avrupa’ya getirerek besledi. Üretim giderek daha büyük ölçekte ve daha yoğun yapılır oldu. Yani hızla gelişen sanayi daha fazla işçiye ihtiyaç duymaya başladı. Bir başka deyişle bir üretim aracı olarak toprağın yerini fabrika alınca yeni üretim ilişkileri ve yeni sınıflar doğdu. Neticede eskiden tarım işçisi olan ama bu yeni dünyada işsiz kalan serfler proletaryaya dönüştüler.

Emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan bu insanlar ancak hayatta kalacak ve ertesi gün yeniden fabrikada çalışmalarını sağlayacak kadar kötü koşullarda, düşük ücretlerle, karın tokluğuna çalışmaya başladılar. Bunun neticesinde işçiler emeklerinin karşılığında maaş almayı ve üretim neticesinde oluşan artık değerden pay almamayı adil ve normal kabul eder oldular.

Bu durum zaman içinde başlangıçtaki şiddetini azar azar kaybetse de neredeyse 1929 yılındaki Büyük Buhran’a ve hemen ardından patlayan II. Dünya Savaşı’na kadar aşağı yukarı böyle devam etmiştir. Büyük Buhran kapitalistlere üretim fazlasının satılamadığı ve stokların arttığı bir durumda sistemin krize gireceğini öğretti. II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan iki kutuplu dünyada ise artan komünizm tehlikesiyle birlikte kapitalistler çözümü işçi sınıfını nitelikli tüketiciye dönüştürmekte buldular. Bunun için hem işçi sınıfının gelirini arttırıp yaşam standartlarını yükselterek hem de onu ürettiği ürünlerin tüketicisi haline getirerek bir taşla iki kuş vurmayı denediler: Böylece refah düzeyi yükselmiş işçiler komünizme meyletmeyecek ve yükselen maaşlarıyla daha fazla tüketim yapabileceklerdi. Bu dönem sosyal hak ve güvenceler ile hayat kalitesi açısından belki de işçi sınıfının görece en parlak dönemidir. Çünkü proletaryanın tüketiciye dönüşmesi mülkiyeti tarihte ilk defa biraz demokratikleştirir. Artık işçi sınıfının hayalleri bir ev ve bir arabaya endekslenmiştir.

Elbette İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan teknolojik gelişmeyle, özellikle de internetin yaygınlaşmasıyla birlikte mülkiyetin konusu daha da genişlemiştir. Son birkaç senedir aslında mülkiyet algımızı ve mülkiyetle ilişkimizi yine derinden değiştirecek büyük bir dönüşüm yaşıyoruz. Mesela bir tür sanal para olan kripto para veya bir tür sanal evren olan “metaverse” diye yepyeni kavramların türediğine şahitlik ediyoruz. Hiç kuşkusuz küresel ısınma ve pandemi gibi felaketler de mülkiyetin mahiyeti hakkındaki tartışmayı daha derinleştirip bambaşka düzlemlere çekecek gibi görünüyor. Fakat yine de hâlâ mülkiyete sahip olanlar ile mülkiyetten yoksun olanlar arasındaki ihtilaf ve çatışma ortadan kalkacağa benzemiyor.

Ortak Malların Kaybı

Modern dönem, sadece dünyanın devletler arasında paylaşılması anlamına gelmemiş, devletlerin sınırları içerisindeki ortak malların miktar ve mahiyetindeki azalmayı da ortaya çıkarmıştır. Devletlerin mutlak güce sahip olmasıyla birlikte sahipsiz toprak kavramı ortadan kalkmıştır. Toprak ya devletin tanıdığı sınırlar içerisinde özel şahıslara, yahut da bizzat devlete aittir. Üçüncü bir ihtimal yoktur. Devletin sınırları içerisindeki su alanlarını ve su kaynaklarını da kapsayacak şekilde esasında ülke topraklarının büyük kısmı devlete aittir. Şunu gözden kaçırmamak gerekir: Modern devlet bir şahıs değil bir soyutlamadır. Konuşma kolaylığı sağlaması bakımından ve işaret ettiği bazı idari ve hukuki süreçler sebebiyle sanki gerçek bir şahıstan bahseder gibi işaret ettiğimiz devlet, esasında kamuya, yani halka karşılık gelir. Dolayısıyla toprağın devlete ait olması mesela krala ait olması gibi bir şey değildir.

Mülkiyet ilişkisinin eşitsiz kurulduğu durumlarda bile devletlerin ortak malların kullanımına ilişkin yaklaşımları uzun süre kamuyu hesaba katmıştır. Dolayısıyla halk özel şahıslara ait olmayan devletin tasarrufundaki bu alanları kendisinin görebilmiş, buna bağlı olarak bir kamu düşüncesi devam ettirilebilmiştir. Fakat eşitsiz ilişkinin doğal sonucu olarak mülk sahipleri daha fazla mülk edinmek için, mülksüzler ise içinde sıkışıp kaldıkları kısır döngüden kurtulabilmek amacıyla kamuya ait alanları bireysel çıkarlar çerçevesinde kullanmaya başlamıştır. Buna ilişkin en uygun ifade yağma ve sömürüdür.

Bu yağma ve sömürüye içinde yaşadığımız toplumsal hayattan pek çok örnek gösterilebilir. Mesela Anayasal ve yasal düzenlemelere rağmen sahil şeritlerinin kullanımıyla ilgili her geçen gün çok daha ciddi ihtilafların çıktığına şahit oluyoruz: Sahiller, otel ve sahil işletmecileri tarafından fiilen özelleştirilerek kamunun kullanımına kapatılıyor; su kaynakları kamu kurumları tarafından değil, ruhsat almış özel şirketler tarafından işletiliyor; sıcak su kaynakları enerji şirketlerine tahsis ediliyor; küçük büyük her türlü akarsu enerji şirketlerinin tasarrufuna bırakılarak kamuyla ilişkisi koparılıyor; ormanlar maden şirketlerine devrediliyor; göller ve akarsular fabrikaların soğutma işlemleri için kullanılıyor. Üstelik bütün bunlar devletin tasarruf ve yetkisi altında hukuka uygun şekilde gerçekleştiriliyor. Böylece halk, eskiden ortak mallar kavramı altında bir yönüyle kendisiyle ilişki kurarak sahiplenebildiği alanlara ait herhangi bir bağlılık hissetmiyor. Her geçen gün halk açısından ”bizim” denilebilecek mekanın sınırları daralıyor. Bunun önemli bir sonucu mekansal olarak müştereken sahiplenilemeyen bir mekanın yokluğunda ”biz” bilincinin tümüyle ortadan kalkmasıdır. Zenginlerin daha zenginleşmesi ve daha fazla mülk edinmesi pahasına yoksulların daha yoksullaştığı, kamuya ait alanların buharlaştığı ve kamunun silindiği bir yerde ”biz” bilincinin dikişleri de atmış demektir.

SONUÇ

Mülkiyet hakkında buraya kadar sürdürdüğümüz tartışmayı tek bir cümleyle özetlersek; günümüz dünyasında modern adı verilen toplumsal koşullar çerçevesinde mevcut mülkiyet anlayışını içselleştirmiş durumdayız. Öyle ki mülkiyet hakkında giriştiğimiz bütün akıl yürütmeler mevcut egemen mülkiyet anlayışının sınırları içinde kalır. Çünkü mevcut mülkiyet ilişkileri dışında bir başka mülkiyet rejimini tahayyül etmekte zorlanırız. Bu mevcut mülkiyet anlayışını o kadar içselleştirmişizdir ki mevcut mülkiyet rejiminin kaynağına ilişkin yapılan sorgulamalar ya toplumsal varoluşa anarşist bir saldırı yahut da tümden gereksiz felsefi spekülasyonlar gibi görünür. Egemen mülkiyet anlayışı zihnimizin en derinlerine demir attığı için mevcut toplumsal koşulların esasında bir mülkiyet rejimiyle belirlendiği gerçeği bile apaçık olduğu halde görmezden gelinir. Halbuki tarihe ve bugünün toplumlarına mülkiyeti temel alarak baktığımız takdirde deneyimlediğimiz pek çok sorun için bambaşka açıklamalar, dolayısıyla da yepyeni çözümler getirmek mümkündür. Yerçekimi kadar kat’i olansa, böyle bir sorgulamanın ancak mülksüzler tarafından yapılabileceğidir. Zira mülkleştirilebilecek nesnelerin çok büyük bir kısmını elinde tutan mülk sahiplerinin böyle bir sorgulamadan kazanacağı hiçbir şey yoktur, hatta kaybedeceği çok şey vardır. İşte tam da bu sebeple şu çarpıcı soruyu ancak bir duvarcı ustası sorabilir: ”Dedem duvar örerdi, babam duvar örerdi, ben duvar örüyorum.  Peki neden hala bizim bir evimiz yok?”

Mülk sahipleri bu sorunun cevabını kendi işlerine gelecek şekilde çoktan vermiş ve hatta bu cevabı mülksüzlerin pek çoğunun zihnine de kazımışlardır. Bu ”arkası yarın” türündeki yetişkinler için masala göre, o duvar ustası bugün değilse yarın, yarın değilse öbür gün aklını kullanıp duvar örmekten kurtularak başkalarının ördüğü duvara sahip olabilir; hiç olmadı çocukları veya torunları duvarcılığa mahkum değillerdir. Masalın bütün evsiz duvar ustalarına mesajı açıktır: Yeter ki aklınızı kullanın. Babası ve dedesi de duvar ören duvarcı, duvar örmeye mahkumdur. Peki ama neden? Çünkü aklını kullanamamıştır, çünkü çok çalışmamıştır, çünkü kendine verilen fırsatları değerlendirememiştir. Egemen mülk anlayışının penceresinden bakıldığında bu ”çünkü” diye başlayan cümlelerin bir sonu yoktur, tıpkı şikayet eden o duvar ustasının torunlarının da yakın bir gelecekte ev sahibi olma şanslarının olmadığı gibi.

Adem’le Havva cennette mülkiyet ihlali suretiyle işledikleri ilk günahın neticesinde bilgi ağacının meyvesinden yedikleri için utanmaya başlamış ve tenasül uzuvlarını birer yaprakla örtmüşlerdi. Bu anlamda ilk beşeri mülkiyet sadece bir yapraktı. Fakat insanlığın evrimiyle birlikte mülkiyet problemi de öyle bir evrildi ki bir yaprağın sadeliğiyle kıyas götürmeyecek kadar karmaşık bir hal aldı. Her şey sadece başkasının bahçesine izinsiz girmekle ve bir yaprağı sahiplenmekle başlasa da, insan mülkiyet fikriyle bir kez tanışınca sahip olma arzusunun dizginlerini elinden kaçırdı. Daha ilk günden Kabil Tanrı’nın ürettiği malın bir kısmını kendisiyle paylaşması emrini hoşnutsuzlukla karşılayıp hasattan elde ettiklerinin en değersizlerini Tanrı’ya sunmuştu. Bugün geldiğimiz noktada da, Adem’le Havva’nın torunları sahip olma tutkularını asla bir yaprakla dindiremezler. Mülkiyet fikri insan zihnine kök saldıkça öyle bir düzenekle işler ki bir yaprakla başlayan hikaye evvela bütün dünyaya sonra aya, marsa ve uzay boşluğuna sahip olma hırsına kadar varabilir. Adem’le Havva’nın utanç içinde can havliyle sarıldıkları yaprak zaman içinde onların torunlarının içinden çıkamadıkları bir mülkiyet labirentine dönüşmüştür. Kim bilir belki de bu labirentin çıkışı yeniden bir yaprakla yetinmeyi öğrenecek kadar mülkiyet fikrinin hem dış dünyamızdaki (toplumsal hayattaki) hem de iç dünyamızdaki (zihnimizdeki) prangalarını kırmaktır. İnsan mülkiyet fikrinden özgürleşmedikçe hiçbir manada özgürleşemez. Mülkiyet fikriyle kovulduğumuz cennete ancak mülkiyet fikrinden azade olarak geri dönebiliriz.