“Geride durarak liderlik yapın. Bırakın başkaları önde olduklarını sansınlar.” Nelson MANDELA
Yönetim filozofu Drucker, “Yönetmek fiilinin kökeni Latince el anlamına gelen ‘manus’ sözcüğüdür” diyerek söze başlıyor ve sonra şöyle devam ediyor: “Türetilmiş sözcüğün ana kolu İtalyanca savaş atlarını idare etmek sözcüğünden, yani modern dillerde at terbiyeciliği olarak kullanılan sözcükten gelir. Bu çerçevede fiili şeyler ve ele avuca sığmaz şeyler – atlar, kılıçlar, kalemler, küçük çocuklar, sermaye, finans, para, stoklar, hisseler, makineler, enerji gibi maddesel kaynaklar ve zaman – yönetilebilir. Ama insanları yönetemezsiniz, insanları sadece yönlendirebilirsiniz. Aynı şekilde bir nesne, mal ve kaynak olmayan değişimi de, – aşkı, dini ya da mutluluğu yönetemediğiniz gibi – yönetemezsiniz.”
Zira değişim ister fiziksel, isterse mecazi anlamda olsun baştan sona bir yolculuktur. Bu yolculukta belki birilerine konuk olabilirsiniz, belki de sizi hiç kimse konuk etmez. Bu yolculuk insanın kafasındaki belli bir yönde başlar ve sonra uzun bir serüvene dönüşür. Değişimin en önemli etmeni düşünmek, ürünleri ve hizmetleri daha büyük bir içerikte görmektir. Bu bağlamda, değişime yön verebilmek, yeni ve olumlu yönleri belirlemeyi, stratejik planlar yapmayı, değişimi etkileyecek olan herkesle doğrudan ve içten iletişim kurmayı, yanı sıra etkileyecek olanlardan da etkilenmeyi, olumlu ve umut dolu bir iklim yaratmayı, bizi bekleyen yeni olanaklara karşı kendimizi hazırlamayı, olağan olanı tersine çevirmek suretiyle yeni bir yol açmayı, alışkanlıklarına, göreneklerine bağlı ve yaratıcılığa düşman görüşlere cesaretle ve eleştirel biçimde karşı koymayı gerektirir.
Herhangi bir kuruluşun yönetimine, bir şey olmak için değil de, bir şey yapmak için talip olanlar yönünden, bütünleyici üç özellik vardır. Uzmanlarının sınıflandırmasına göre, bunlar; “sahip olduğunuz nitelikler, bildikleriniz, yani durumsallığınız ve yaptıklarınız, yani işlevselliğinizdir. Bunlardan ne olduğunuz, kimi eylem veya konulara dahil olma isteğini de taşıyarak hazır olmanın ve ilgi göstermenin uç hali olan şevki; ahlaksal tutarlık ile sağlam olmayı, gerçeğe bağlılıktan hiç sapmamayı, bozulmamışlığı ve bir değerler yasasını ifade eden bütünlüğü; pozitif bir duygu olan başkalarına karşı ilgi ve sevgi duymak, nezaket ve önem vermek gibi temel insani simgeleri gösteren içtenliği; risk alma kapasitesi ve yeteneği ile tehlike ve zorluklarla karşı karşıya gelindiğinde, aklın ve ruhun dayanaklılığını gösteren cesareti; seçim yapmayı, insan tanımayı, sorun çözmeyi, olaylara analitik yaklaşmayı ve bütün bunlara bağlı olarak gerekli kararları vermeyi; insanın kendisine karşı yumuşak olmasını, gerçekçi, duyarlı, duygulu ama duygusal olmamasını, takım ilişkilerinde hakkaniyetli davranmasını, yani sert ve adil olmasını kapsar.’
Ne bildiğiniz, Konfüçyüs’den Eflatun’a, Sokrates’den Mevlana’ya, Tao’dan Ludwig Wittgenstein’e, Karl Marks’dan Ahmet Yesevi’ye, Pir Sultan Abdal’dan Karl Popper’e kadar gelmiş geçmiş bilgelerin sayısı kadar çoktur. Ama yine de, Mussolini’nin 1926 ile 1937 yılları arasında hapiste tuttuğu İtalyan Marksist, eylemci, gazeteci ve olağanüstü siyaset felsefecisi Antonio Gramsci’nin “Hapishane Defterleri” adlı kitabında yazdığı gibi, “Eleştirel bir iradenin başlangıç noktası insanın gerçekte kim olduğunun bilincine varması ve bir kayıt listesi tutmaksızın içinde sonsuz izler taşıyan o güne kadar ki tarihsel sürecin bir ürünü olarak – kendini bil- mesidir.’ Onun için demek gerekir ki, ne bildiğin, hem ne olduğundur ve hem de, kendini bilmendir.
Antonio Gramsci’nin dediği gibi, “bütün insanlar entelektüeldir, ama toplumda herkes entelektüel işlevi görmez.” Yazıp çizmek, mesleğinizde ve yaşamda biriktirdiklerinizi başkaları ile paylaşmak, mesleğinizin, meslek örgütünüzün, ülkenizin, insanlığın bugünü ve geleceği ile ilgilenmek, bir şey olmak adına değil, bir şey yapmak için üyesi olduğunuz mesleki kuruluşun, dünya görüşünüze uygun bir siyasi partinin ya da amacı ve işlevi sizinle örtüşen bir sivil toplum kuruluşunun yönetiminde yer almak, entelektüel işlevi yerine getirmek için yapılan birer çabadan ibarettir. Zira entelektüel işlevi görmek, ne bildiğiniz ile ilgili olmakla birlikte, daha çok ne yaptığınız ve nasıl yaptığınız ile ilgilidir.
“Felsefenin başlangıcı da, sonu da özgürlüktür. İnsanoğlu duraksamamak ve hareket etmek için doğar” diyor Schelling. Burada insanoğluna duraksamamak ve hareket etmek olarak yüklenen görev “yapmaktır.” Yapmak, mutlak olarak duraksamamayı ve hareket etmeyi gerektirir, ama hiç duraksamamak ve sadece hareket etmek yapmak demek değildir. Yapmakla kastedilen Anglosaksonların deyişiyle “not motion, but action”, yani “hareket etmek değil, icra etmektır.”
İcra etmek, icraat yapmak veya yapabilmek için vizyona ihtiyaç vardır. Zira icra etmek, icraat yapabilmek vizyon sahibi olmayı gerektirir. Düşünsel ve eylemsel boyutlarıyla liderlik yaklaşımının başat öğesi olan vizyon Meksikalı şair Octavia Paz’ın özlü açıklaması ile; “An’ın kaosunda gizli ve var olan amacı görmektir. Vizyon, bir insana, bir kuruluşa veya bir ulusa yeni olanaklar sağlayacak olanı bulmaktır. Vizyon, gündelik yaşamın keşmekeşi içinde yaşamın nasıl bir şey olabileceğini görmektir. Vizyon, kendi başına bile insana yaşama amacı ve hevesi veren o derinlerdeki insan maneviyatı ile uğraşmaktır. Vizyon, çevresinde insanların oturduğu alev alev yanan bir kamp ateşidir; ışık verendir; enerji verendir; sıcaklık verendir; birleştirendir.”
Latincede birden fazla anlam yüklenen “videre” fiilinden türetilen “visio” sözcüğü; uyanık olmak, anlamak, kavramak karşılığında kullanılmakta olup hayalperest olan, düşlerde dolaşan kişilere de “vizyoner”, yani “vizyoncular” denir. Başlangıçta mistik anlamlar yüklenerek de kullanılan vizyon sözcüğü, günümüzde liderleri ve iyi yöneticileri birbirlerinden ayıran özelliklerin bütünü olarak değerlendirilmektedir.
“Bir yolda yürüyen yolcunun sadece ufku görmesi yeterli değildir. Ufkun ötesini de görmesi gerekir” diyor Büyük Atatürk. Bu maksimden bakıldığında, vizyon Büyük Atatürk’ün yaptıklarıdır. Yani “ufkun ötesini görmektir.” Yani O’nun yaptığı gibi bir topluma, bir devlete, bir örgüte yönelik olarak bir gelecek düşlemek, bir gelecek tasarlamaktır. Var olanla, olması gerekeni gerçekçi biçimde dengelemektir. Bilinenden bilinmeyene gidebilmek için gerçekleri, ümitleri, hayalleri harekete geçirerek, fırsatları kurgulayarak bir gelecek yaratabilmektir. Riske girebilmektir. Sosyal örüntüleri geniş bir çerçevede algılayarak insanları harekete geçirmektir.
Eskiden lider denildiğinde hepimizin aklına askerler, askeri kahramanlar gelirdi. Bu kahraman liderler ne yaptıklarını, ne yapmak istediklerini, neyi hedeflediklerini, hedefledikleri yere nasıl gideceklerini çok iyi bilirlerdi. Toplumun gereksinimlerini belirler, buna göre önlerine pozitif hedefler koyarlar ve bu yolda yürürlerdi. Öyle oldukları için kendileri en önde yer alırlar ve ekiplerini de beraberlerinde götürürlerdi.
Türkiye bağlamında baktığımızda biz liderliği ve gerçek liderleri önce orduda tanıdık. Öyle ki, Büyük Atatürk bize ve tüm dünyaya liderlik dersi verdi. Fransızların özlü bir sözü var. Doğru da bir söz. Diyor ki Fransızlar “Her sivili militerize edebilirsiniz, ama hiçbir militeri sivilize edemezsiniz.” Dünya siyasi tarihinde bunun iki istisnası vardır. Birincisi Büyük Atatürk, ikincisi ise De Gaulle’dür. Her ikisi de asker olmalarına rağmen, sivil bir kafaya ve ruha sahip oldukları için işe toplumlarını sivilleştirmekle başlamışlar, bunda ve yaptıkları diğer her işte başarılı olmuşlardır. Ama o günler, o liderlerin zamanları artık çok gerilerde kaldı. Öyle olduğu içindir ki, o kahramanlar, o nitelikteki ve çaptaki liderler artık günümüzde yoklar.
“Dünya gürültü yapanların değil, yeni değerler yaratanların etrafında dönüyor. Hem de sessizce …” diyor Nietzsche. Bugün dünya Nietzsche’nin bunu söylediği zamandan çok daha fazla yeni değer yaratanların etrafında dönüyor. Öyle olduğu için, günümüzün dünyası geçmişteki tüm zamanlara oranla çok daha fazla bilgi yoğun bir dünyadır. O nedenle, başkaca şeylerde olduğu gibi liderlik konusundaki yaklaşımlar ve anlayışlar da, bugün düne oranla çok farklıdır. Çok farklıdır, zira günümüzde hemen hemen hiç kimse gelecekte ne olacağını bilmiyor ve bunu öngöremiyor. Bu belirsizlik ve öngörülemezlik hızlı değişimin sonucudur. Oysa geçmişte, özellikle Marksist gelenekte değişim kestirebilme, öngörebilme, kesinlik ve ilerleme ile birlikte düşünülürdü. Dünyanın dönüşümü, araçlar ve amaçlar bilinebilir, öngörülebilir, kavranabilirdi. Geride bıraktığımız yirminci yüzyılın deneyimlerinin ardından, hangi belli aracın hangi belli sonuca yol açacağından ya da bugünün çözümünün yarının sorunu olup olmayacağından emin olmak artık o kadar kolay ve hatta mümkün değildir. Zira Marks’ın “değişmeyen tek şey değişimdir” dediği değişim, artık düz bir çizgide ilerlemiyor, zigzaglar çiziyor, gelgitlerle, sıçramalarla bazen ileri, bazen de geri gidiyor.
Bu ileri ve geri gidişler, gelgitler, sıçramalar, zigzaglar, belirsizlikler, öngürelemezlikler, yanı sıra küreselleşme, bilgi teknolojilerinin gerçekleştirdiği teknolojik devrim, esnek takım ve organizasyonlara sahip olma gereksinimi, insanların farklılaşan beklentileri, günümüzün liderlik kavramını ve özelliklerini de bütünüyle değiştirmiştir. Öyle ki, eskiden bir işin başında olmak, bir işi yönetmek, bir işe ön ayak olmak, lider olmaya az çok yetiyordu, oysa günümüzde yetmiyor. Dahası, güç sahibi olmak, iktidar sahibi olmak, yetkiyi, otoriteyi kullanmak, insanları organize etmek, katılımcı yapmak da artık liderlik olarak kabul edilmiyor. Zira zamanımızda liderlik, pozisyona bağlı olmadığı gibi statüye de bağlı değildir. Artık liderlik, bilgiden bilgilere ulaşmakla, bilgiden yeniliklere, icatlara, buluşlara çıkabilmekle ilgilidir. Esasen lider dediğin önde olan değil, yolu, doğru yolu gösterendir.
Onun için geleceğin liderliği, var olandan, elde olandan daha iyi bir yolu bulabilmekle, yol yok ise yol yapabilmekle, insanlara bunu gösterebilmekle, insanları inandırmakla ve eyleme geçirebilmekle mümkün olacaktır. Dünün aksine, örgütün, kuruluşun toplam sorumluluğunu almadan dahi liderlik yapabilecek. Başkalarından farklı ve yaratıcı olanlar, yeni yollar bulanlar veya açanlar, yol olmadığında yol yapanlar, farkı yakalayanlar, fırsatları değerlendirenler, ellerindeki bilgiyi ürün haline dönüştürenler, kendisini sunmak için önde görünenler değil, arkada durarak iş yapanlar, üretenler, hizmet edenler lider olacaklar.
Liderler, siyaset dünyasından daha çok, Steve Jobs gibi, Jeff Bezos gibi, Bill Gates gibi, Mark Zuckerberg gibi, değer yaratan, değişimi temsil ve buna öncülük edenler arasından, rekabete dayalı mücadele ortamından, teknolojiden, piyasadan, üretimden, yaratıcılıktan, yeni ürünlerin çıktığı fabrikalardan, atölyelerden çıkacak. Güç ilişkileri değişecek, yönetmeden yöneten liderlerin devri başlayacak. Gidilecek yol liderle birlikte ve hep beraber keşfedilecek. Bilinmezlikler, öngörülemezlikler, ileri geri gidişler, gelgitler ve bunların yaratacağı karmaşa, liderin, liderlerin katılımcı olmasını şart koşacak.
Yaptıkları işe inancı olan, işe ve hedefe kilitlenen, sadeliği yaşam tarzına dönüştüren, kasılmanın, kibrin yerine, alçak gönüllülüğü koyan, adil ve dürüst olan, gerçekleri söyleyen, şeffaflığı, katılımcılığı yönetim ilkesi haline getiren, sosyal adaleti destekleyen ve teşvik eden, algılaması güçlü olan, konuşmaktan daha çok dinlemesini bilen ve dahi yapan, konuştuğunda ise Mevlana’nın “Dün ile beraber gitti cancağızım/Ne var ise düne ait/Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” dediği gibi “yeni şeyler söyleyen”, yeni ve insanlığa yararlı işler yapan, yaratıcılığı ve yararlılığı olan, iyi ve düzgün, ahlaklı insanların dönemi başlayacak.
Yaşarsak göreceğiz!