LİBERALİZM-SOSYAL DEMOKRASİ-ANAYASACILIK-YARGIÇLARIN VE SAVCILARIN ÖRGÜTLENMELERİ (YARSAV) ÜZERİNE

Abone Ol

- ANILARIMDAN BİR KAÇ SAYFA -

2005 yılının sonlarına doğru benim de mensubu olduğum Demokratik Sol Avukatlar Grubu’nu toplantıya çağırdık. Dedeman Otel’de yapılan bu toplantıya Önder Bey de (Sav) katıldı. Bir grup avukatı temsilen söz alan Egemen Tomak, mevcut önseçim sistemini terk etmeyi, eski sistem olan seçici kurul sistemine geri dönmeyi, seçici kurulun önceki beş dönemin başkanlarından oluşmasını önerdi. Bu öneri hakkında lehte aleyhte konuşmalar oldu. Ben bu öneriye “bunun 12 Eylül dönemindeki beş general örneğinin bir çeşitlemesi olduğu gerekçesi” ile karşı çıktım. Bu öneri oylandı ve kabul edilmedi.

O arada söz alan Faruk Sırakaya, doğrudan beni hedef alan konuşmasında “benim liberal olduğumu, Demokratik Sol Avukatlar Grubunda bulunmamam gerektiğini, geçmişte Demokratik Sol Avukatlar Grubuyla ilgili ağır eleştiriler yaptığımı, bu konuşmalarda kendimi ve görüşlerimi hiç saklamadığımı, her şeyi açıkça ifade ettiğimi, sonra bu gruba geri döndüğümü, bu grubun adayı olarak başkan seçildiğimi, bunun bir hata olduğunu, bir daha buna izin verilmemesi gerektiğini” söyledi.

İşi nedeniyle erken ayrılmak durumunda olan Önder Bey gitmeden önce bana “sakın bunlara yanıt verme” uyarısında bulundu.

En son ben söz aldım ve Önder Bey’in uyarısına rağmen şunları söyledim: “Solcu olan değil, kendisini bu kadar solcu sananlar arasında, solcu olmadığı, liberal olduğu ileri sürülen bir adam. Yani ben. Şimdi ben size ne söyleyeyim ki, solcu olduğuma sizi inandırayım. Siz neyi savunuyorsunuz? Kuvvetler ayrılığını, sınırlı devleti, hukuk devletini, hukukun üstünlüğünü, yargı bağımsızlığını, adil yargılanma hakkını, insan haklarını, demokrasiyi, ifade özgürlüğünü, örgütlenme özgürlüğünü, başkaca hak ve özgürlükleri, savunuyorsunuz. Bunlardan farklı olarak savunduğunuz başka bir şey var mı? Yok. Ben neyi savunuyorum? Aynı şeyleri. Neden siz solcu oluyorsunuz da ben liberal oluyorum? Çünkü siz liberalizmin de, solun da ne olduğunu bilmiyorsunuz. Çünkü siz bunların hemen hepsinin liberal değerler olduğunu bilmiyorsunuz. Ama solcusunuz ve liberalizme karşısınız! Ben hiçbir zaman inkâr etmedim, siyasal liberalizmi savunduğumu hep söyledim, yine söylüyorum. İktisadi liberalizme karşı olduğumu da hep söyledim. Devletin pozitif görevleri, sorumlulukları olduğunu, yani devletin sosyal bir devlet olması gerektiğini hep söyledim. Ben elbette eleştiri dışı değilim, aksine eleştirilecek pek çok yönüm var. Onun için beni eleştirin, ama haksız eleştirmeyin, itham etmeyin ve lütfen yaftalamayın.

Şimdi yeri gelmiş iken liberalizm hakkında da bazı şeyleri ifade etmek isterim. Ama öncelikle ifade etmek isterim ki, öyle görülmem ve gösterilmek istenmeme rağmen, ben liberal değilim. Sosyal demokratım. Esasen sosyal demokrat olmam, siyasal liberalizmi savunmama engel de değildir. Engel değildir, zira sosyal demokrasi, solun eşitlik ilkesiyle liberalizmin temel ilkelerinden olan ve merkezinde bulunan özgürlükçü değerin bir bileşkesidir. Nitekim İsrailli tarihçi Zeev Stemhell “La Liberation” gazetesinde yayımlanan röportajında şunları söylüyor;

1789 Fransız Devrimi liberal bir devrimdi. Ondan önceki Amerikan ve İngiliz devrimleri de liberal devrimlerdi. Tarihsel olarak sol, liberal değerlerin mirasçısıdır. Sosyal demokrasi, solun eşitlikçi değerleriyle liberalizmin özgürlükçü değerlerini birleştiren harekettir. Liberalizme karşı çıkmak sola yapılan en büyük kötülüktür. Çünkü bu, özgürlüğe, demokrasiye karşı çıkmakla eş anlamlıdır. Dahası liberal değerleri sağa bırakmaktır.

Avrupa solu, liberalizmi böyle anladığı, yorumladığı ve uyguladığı için ayakta kalmıştır. Türkiye’de solun bocalamasının temel nedeni liberal değerleri ıska geçmesindendir. Sol ile liberalizm arasındaki temel ve birleştirici değerlere sahip çıkmak suretiyle özgürlükleri genişletmekten yana tavır koymamış olmasındandır. Bizim pek çok solcumuz, ne yazık ki ne solu, ne sosyal demokrasiyi ve ne de liberalizmi bilmemektedir. Esas sorun da budur zaten.

Dünyanın ilk yazılı anayasası olan Amerikan Anayasasının kurucuları, özellikle İngiltere’de John Locke ile birlikte gelişmeye başlamış olan sınırlı devlet kavramına bağlı olarak gelişen anayasacılık ve anayasal devlet kavramını dile getirmek suretiyle, liberal anayasacılığın o günden bu yana takip etmekte olduğu yönetim biçimini ortaya koydular. Gerek Amerikan Anayasasını yapanların, gerekse onlara düşünceleri ile ilham veren, rehberlik eden kuvvetler ayrılığı ilkesinin babaları Montesquieu ve Locke’un temel hedefi, bireysel özgürlüklere hukuksal ve siyasal güvenceler sağlamaktı. Öyle olduğu için, bu yöndeki umutlarını, yüzyıllar boyunca, özgür toplumların kurumsal yapılarını, özgür olmayan toplumların kurumsal yapılarından ayırt edebilmenin ölçüsü olarak kabul edilen, anayasal devleti kurumlaştırma yolundaki arayışlar sonucu gelişmiş bir teori olan ve modern anayasacılığın da temelini oluşturan kuvvetler ayrılığı ilkesine dayandırmışlardı.

Ne var ki, bu umuda, o aşamada elde edilmek istenilen amaca, ne o umudun başladığı ülkede, yani Amerika Birleşik Devletlerinde, ne de Amerikan Anayasası sonrasında başlayan anayasacılık ülküsünün peşine takılan bizim ülkemiz de dahil diğer pek çok ülkede tam olarak ulaşılamadı. Ulaşılamadı, zira dünyanın pek çok ülkesinde siyasal iktidarlar, dünyanın ilk anayasasını yapanların ve onların takipçilerinin siyasal iktidarlardan uzak tutmaya çalıştıkları, onlara vermek istemedikleri birçok yetkiyi ele geçirdiler. Öyle olduğu içindir ki, başta bireysel özgürlükleri anayasalarla güvence altına almak olmak üzere, yargı bağımsızlığı da dahil pek çok ilkeyi ve kurumu anayasal güvenceye bağlama yolundaki girişimler tam olarak başarılı olamadı.

Hepimizin bildiği üzere, anayasacılık demek, sınırlı devlet demektir, yani siyasal iktidarı birey hak ve özgürlüklerini korumak amacıyla sınırlandırmak demektir. Ne var ki, bu geleneksel anayasacılık formüllerine yüklenen kimi yorumlar, bu formülleri, demokrasiyi çoğunluğun herhangi bir sorun üzerindeki iradesinin sınırsız olduğu bir yönetim biçimi olarak gören bir demokrasi düşüncesiyle bağdaştırmayı mümkün kılmıştır. Bunun sonucu olarak, kimi siyasetçiler ile onların akıl hocaları nezdinde anayasalar, modern yönetim kavramında hiç yeri bulunmayan modası geçmiş kâğıt parçalarıdır.

Bu gelişmelerin ışığında, liberal anayasacılığın öncüleri olan Montesquieu ve Locke ile Amerikan Anayasası’nın kurucularından olan Jefferson, Madison gibi düşün adamları, bugüne kadar yaşamış olduğumuz deneyimlere sahip olsalardı, geçmişte takip ettikleri hedefleri izleyerek, bugün ne yaparlardı diye sormak ve düşünmek gerekir. Amerikan Anayasasının yürürlüğe girdiği tarihten günümüze kadar geçen iki yüz yıldan daha fazla zamandan bu yana öğrenmemiz gereken şey, bu Anayasayı yapan ve onlara ilham olan insanların, bütün bilgeliklerine ve zekâlarına rağmen, bilmeyi, öngörmeyi başaramadıkları pek çok şeyin bugün gerçekleşmiş olmasıdır.

Herhalde bunların en başında, günümüz siyasetçilerinin ve siyasal iktidarlarının, anayasal demokrasiyi J.J.Roueseau’dan tevarüs eden ve sonuç itibariyle çoğunluğun diktasına giden yolu açan genel irade/milli irade ilkesi ve yine seçilmişlerin atanmışlara veya seçilmişlerin yargı gibi, diğer anayasal kurumların başında bulunan kamu görevlilerine üstünlüğü olarak anlıyor ve uyguluyor olmaları gelir.

Oysa modern anayasacılığın ve buna bağlı olarak anayasal demokrasinin en temel ilkesi, güç temerküzünü önlemek amacıyla vazedilen kuvvetler ayrılığı ilkesidir. Bu ilke, işlevlerine göre farklılaşan hukuki iktidarın, diğer bir deyişle yasama, yürütme ve yargı erkinin, birbirinden bağımsız birer organ olarak örgütlenmesinin, iktidarın anayasa çerçevesinde kullanılmasının ve paylaşılmasının, güç temerküzünün önlenmesinin aracı olup, bu organların birbirlerine üstünlüğünün ifadesi değildir.

Demokrasilerde her ne kadar ve kural olarak seçilmişlerin atanmışlara üstünlükleri var ise de, bu üstünlüğün mutlak olarak seçilmişlere ait olduğuna ilişkin anlayış çoktan geride kalmıştır. Bu anlayışın yerini anayasal demokrasi almıştır. Bu demokrasi biçimine göre her organ kendisine verilmiş olan yetki ve görevleri, başta Anayasa olmak üzere yasalara ve hukukun üstün ve evrensel kurallarına bağlı olarak kullanmak zorundadır. Aksi yaklaşımlara ve görüşlere itibar edilmesi bizi, aynı temsili organın, yani yasama organında çoğunluğa sahip bulunan ve aynı zamanda yürütme erkini de elinde bulunduran siyasal gücün, bir yandan yasaları yürürlüğe koyarak, diğer taraftan devleti yöneterek özgür bir toplum düzenini aşama aşama kimi örgütlenmiş menfaatlerin hizmetine olacak şekilde idare edilen bir totaliter sisteme, demokrasinin kendisiyle özdeşleştirilme noktasına kadar varan sınırsız bir iktidara götürür. Bu nitelikteki bir devlete ise anayasal devlet değil, anayasası olan devlet denir.

Her ne kadar, özgür ve adil seçimler, demokrasinin vazgeçilmez koşulu ise de, demokrasi, sadece özgür ve adil seçimlerden ibaret bir kurum ve kavram değildir. Bu bağlamda, yurttaşların en geniş anlamıyla siyasal meseleler hakkında, ciddi bir ceza tehdidi altında olmaksızın, rejim hakkında, sosyo-ekonomik düzen hakkında, yürürlükte bulunan iktidarın eleştirisi de dahil olmak üzere, kendi düşüncelerini ifade edebilme hakkına, yani ifade özgürlüğüne sahip olmaları gerekir. Yine her bir bireyin içinde bulunduğu toplulukla, ülkesi, çevresi ve kendisiyle ilgili toplumsal ve siyasal kararların oluşmasında etkili olabileceği siyasi partiler ve diğer menfaat grupları dahil olmak üzere, görece özerk kuruluşları ve örgütleri kurma hakkına, yani örgütlenme özgürlüğüne sahip bulunmaları gerekir. Bunların her ikisi de demokrasinin varlığı için gerekli olan asgari usullerdir.

Temeli düşünce özgürlüğüne dayanan örgütlenme özgürlüğü, bireyin düşüncelerini hiçbir korkuya kapılmadan ve engellemeyle karşılaşmadan ifade edebilme, yayabilme, bu amaçla dernek kurabilme, gerektiğinde toplantı ve gösteri yürüyüşü yapabilme, başkalarıyla iletişim kurabilme, hemen her konuda, ama özellikle kamusal konularda bilgi alabilme ve başkalarını bilgilendirme hak ve özgürlüklerini içerir.

Demokratik bir toplumda, devletin temel işlevi ve görevi, her bir bireyin, başta ifade ve örgütlenme özgürlüğü olmak üzere diğer bütün temel hak ve özgürlükleri, sadece tanımakla sınırlı olmayıp, bu hak ve özgürlüklerin önündeki engelleri kaldırmak ve böylece bu hak ve özgürlüklerin kullanılma alanının gelişmesini, genişlemesini ve yaygınlaşmasını sağlamaktır.

Bütün bu nedenlerle, örgütlenme/dernek kurma özgürlüğü, sadece Anayasamızın 33.maddesiyle ve ulusal düzeyde değil, Anayasamızın 90.maddesinde yapılan son değişiklikle birlikte iç hukukumuzun parçası haline gelen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 20. maddesi, Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin 22.maddesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 11.maddesi ile uluslararası düzeyde koruma altındadır.

Temel bir insan hakkı olan, gerek Anayasamız, gerekse tarafı olmakla ülkemiz yönünden de bağlayıcılığı bulunan uluslararası sözleşmelerle tanınan ve koruma altına alınan örgütlenme/dernek kurma hakkının, yargıç ve savcılarımız yönünden de, hem ulusal hukuk ve hem de uluslararası hukuk bağlamında işlerliği ve işlevselliği olan bir hak olduğu açıktır.

Nitekim Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 13 Aralık 1985 tarih, 40/146 sayılı kararla kabul edilen Birleşmiş Milletler Yargı Bağımsızlığı Temel İlkeleri ile Adalet Bakanlığı Avrupa Birliği Genel Müdürlüğü tarafından 2004 yılında yayınlanan metinde; ‘… İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ne uygun olarak, diğer vatandaşlara olduğu gibi yargı organı mensuplarına da ifade, inanç, örgütlenme ve toplanma hakkı tanınır; ancak yargıçlar bu haklarını kullanırken, her zaman görevlerinin itibarını ve yargının tarafsızlığını ve bağımsızlığını koruyacak tarzda hareket ederler. Yargıçlar, kendi menfaatlerini savunmak, mesleki eğitimlerini geliştirmek ve yargı bağımsızlığını korumak için yargıçlardan oluşan örgütler kurabilirler, bu örgütlere ve diğer kuruluşlara üye olabilirler’ denilmek suretiyle bu hakkın varlığı tanınmıştır. 

Yine Kasım 2006 tarihli Avrupa Birliği-Türkiye İlerleme Raporu’nda; ‘Hakimler ve Savcılar Birliği (YARSAV) 26 Haziran 2006 tarihinde 501 yargıç ve savcı tarafından kurulmuştur. YARSAV’ın üyeleri çoğunlukla Yargıtay ve Danıştay üyeleri ve Ankara ve İstanbul’da görev yapan yargıç ve savcılardan oluşmaktadır. YARSAV’ın temel hedefleri, yargı bağımsızlığını, tarafsızlığını, görev süresiyle ilgili hakimlik ve savcılık güvencesini ve yanı sıra meslek kurallarıyla etiğini korumaktır’ sözleriyle yargıç ve savcıların örgütlenme hakkına yer verilmiştir.

Hemen işaret etmek gerekir ki, yargıç ve savcıların örgütlenme haklarının tanınması ve bu hakka işlerlik kazandırılması amacıyla yargıç ve savcıların dernek kurmaları ülkemiz yönünden çok geç kalınmış bir gelişmedir. Şöyle ki, merkezi Roma’da olan ‘Uluslararası(Dünya)Yargıçlar Birliği (IAJ)’ 1953 yılında kurulmuştur. Bu birliğin Afrika ülkeleri (AFR), Kuzey Amerika, Asya ve Okyanusya ülkeleri (ANAO), Güney Amerika Ülkeleri (IBA), Avrupa ülkeleri (EAJ) temelinde örgütlenmiş dört ayrı bölgesel kolu mevcuttur ve bunlar faaldir. Başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere, başkaca ülkelerde esasen yargıç ve savcılar mesleklerini icra edebilmek için görev yaptıkları yer Barosuna üye olmak zorundadırlar. Bulgaristan, Ermenistan, Kazakistan, Moğolistan, Ukrayna ve Venezüella, Uluslararası (Dünya) Yargıçlar Birliği’ne (IAJ), henüz aranılan koşulları sağlayamadıkları için gözlemci üye olarak kabul edilmişlerdir. Rusya’nın iki kez yaptığı üyelik başvurusu ise reddedilmiştir. IAJ’ın Avrupa seksiyonu olan Avrupa Yargıçlar Birliği’ne (EAJ) Avrupa Birliği’ne üye olan 46 ülke üyedir. YARSAV’ın kurulduğu tarih itibariyle üye olmayan ülkeler ise Andora, Arnavutluk, Azerbaycan ve Türkiye’den ibarettir. Bu durum dikkate alındığında, ülkemizin bu konudaki durumunun ne kadar üzücü olduğu sanırım çok daha iyi anlaşılacaktır.

Aynı şekilde Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu tarafından 23 Nisan 2003 tarih, 2003/43 sayılı kararla kabul edilen ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nca da 27 Haziran 2006 tarih, 315 sayılı kararla benimsenen Bangolar Yargı Etiği İlkeleri’nin 4.6 ve 4.13. maddeleri “Yargıçlar, diğer vatandaşlar gibi ifade, inanç, dernek kurma ve toplanma özgürlüğüne sahiptirler… Yargıç, yargıçlarla ilgili derneklere katılabilir veya böyle bir dernek kurabilir ya da yargıçların çıkarlarını temsil eden diğer örgütlere katılabilir” hükmünü içermektedir. Yine “Yargıçlar, tek başlarına veya başka herhangi bir organ ile birlikte, bağımsızlıklarının ve çıkarlarının korunması amaçlarıyla özgürce dernek kurabilirler” diyen Yargıçların Rolü, Etkinliği ve Bağımsızlığı konulu Avrupa Konseyi Üye Devlet Bakanlar Komitesi’nin (R-94-21) sayılı tavsiye kararına göre de, yargıçlar dernek kurabilecekleri gibi kurulmuş bir derneğe üye de olabilirler.

Aynı şekilde 1990 yılında Havana’da kabul edilen ve ülkemiz yönünden de bağlayıcılığı bulunan Savcıların Rolüne Dair Birleşmiş Milletler İlkeleri’nin “Savcılar, çıkarlarını korumak, mesleki eğitimlerini yükseltmek, kendi statülerini korumak için mesleki denekler veya örgütler kurmak veya bunlara üye olmakta serbesttirler” diyen 9.maddesi hükmüne göre de, savcıların dernek kurmaları veya kurulmuş olan derneklere üye olmaları mümkündür.

Bu bağlamda ve duraksamadan işaret etmek gerekir ki, ülkemizdeki yaygın ve yerleşik anlayışın ve kabulün aksine, yargıçlık görevi bir memuriyet görevi değildir. Devletin üç önemli işlevinden birisini oluşturan ve evrensel nitelikteki kuvvetler ayrılığı ilkesinin bir gereği olarak ‘yargı’ gücü içinde yer alan yargıçlık, hiyerarşik bir yapıya ve işleyişe sahip bulunan memuriyetten çok daha farklı ve özel olan kamusal bir statüdür. Esasen yargının bağımsız ve tarafsız olması gerektiğine ilişkin ilke de bunun için vaaz edilmiştir. Gerek buna, gerekse Anayasamızın özüne ve sözüne ve yine 2802 Sayılı Hakimler ve Savcılar Yasası’na, yani pozitif hukuktaki düzenlemelere göre, yargıç ve savcıların dernek kurmalarına engel bir yasal düzenleme mevcut değildir.

Hal böyle iken, daha sonra kadük hale gelen T.C.Başbakanlık Makamı tarafından TBMM’ne gönderilen ‘Türkiye Hakimler ve Savcılar Birliği Kanun Tasarısı’ ile ülkemiz yargıç ve savcılarının ilk ve tek kuruluşu olan Yargıçlar ve Savcılar Birliği’nin/YARSAV’ın, yasayla kapatılması yönüne gidilmiştir. Bununla da yetinilmemiş ve YARSAV hakkında kapatma davası açılmıştır. Bütün bunlar, başta Anayasamız olmak üzere yukarıda içeriklerine değinilen ulusal düzeydeki yasal düzenlemeler ile ülkemiz yönünden bağlayıcı olan uluslararası düzeydeki sözleşmelere, evrensel nitelikteki ‘kazanılmış hak’ ilkesine, örgütlü toplum demek olan demokrasinin özüne aykırıdır.

Bütün bu nedenlerle Ankara Barosu yönetimi olarak Yargıç ve Savcılar Birliği’nin/YARSAV’ın yanında olduk, bu kuruluşa destek verdik. Bu bağlamda, YARSAV tarafından 23 Haziran 2007 tarihinde düzenlenen “Yargı Bağımsızlığı ve Örgütlenme” konulu panel için Ankara Barosu’nun Konferans Salonu’nu tahsis ettik.

Bu toplantının açılışında Baro Başkanı olarak yaptığım konuşmada yukarıdaki bölümde yer verdiğim görüşleri ifade etmek ve yaptığı konuşmada avukatların sorunlarına yer veren o tarihteki YARSAV Başkanı olan Eminağaoğlu’na “Yargıçlarımız ve savcılarımız, avukatların, baroların yargının sorunlarına, yargıçların, savcıların sorunlarına sahip çıkmalarına alışık. Ne var ki, biz avukatlar, yargıçların ve savcıların bizim sorunlarımıza sahip çıkmalarına pek alışık değiliz. O nedenle, panelin birinci kısmında avukatların sorunlarına sahip çıkan ve baroların arkasında duran konuşmasından dolayı Sayın Başkan Eminağaoğlu’na, CMK ile ilgili olarak getirilen yeni düzenlemeler nedeniyle avukatlara ve barolara verdiği destek için YARSAV’a teşekkür ediyorum.” diyerek teşekkür ettim ve Ankara Barosunun YARSAV’a olan desteğini bir kez daha yineledim.