MAKALE

KARŞI DAVA AÇMA SÜRESİ (HMK m. 133)

Abone Ol

Karşı dava (HMK m. 132-135)  “derdest olan bir davada davalının aynı mahkemede ve aynı dosya üzerinden, esasa cevap süresi içerisinde davacıya ve belli koşullarda davacı ile birlikte üçüncü kişiye karşı, asıl dava ile bağlantılı ya da takas veya mahsup talebiyle açtığı dava” olarak tanımlanabilir.[1] Karşı davanın açılabilmesi için her şeyden önce asıl davanın açılmış ve halen görülmekte olması gerekir. Bunun yanı sıra karşı davada ileri sürülecek olan talep ile asıl davada ileri sürülen talep arasında takas veya mahsup ilişkisinin bulunması ya da bu davalar arasında bağlantının mevcut olması da şarttır(bkz. HMK m. 132, 1).

Karşı davanın hangi süre içerisinde açılabileceği sorusuna HMK m. 133,1’de cevap verilmektedir. Buna göre, karşı dava, cevap dilekçesiyle veya esasa cevap süresi içinde ayrı bir dilekçe verilmek suretiyle açılır.

Özetle, karşı dava, davalı tarafından cevap süresi içinde açılabilmektedir. Cevap süresi yazılı yargılama usulünde dava dilekçesinin davalıya tebliğinden itibaren iki haftadır (HMK m. 127, 1, c. 1). Bununla birlikte, cevap dilekçesinin bu süre içerisinde hazırlanmasının çok zor yahut imkânsız olduğu durumlarda aynı süre içerisinde mahkemeye başvuran davalıya bir defaya mahsus olmak üzere ve bir ayı geçmemek üzere ek süre verilebilmektedir (HMK m. 127, 1, c. 2). Basit yargılama usulünde de cevap süresi esasen iki haftadır (HMK m. 317, 2, c. 1). Bununla birlikte, bu süre içerisinde cevap dilekçesinin hazırlanması güç ya da imkânsız ise talep üzerine mahkeme davalıya bir defaya mahsus olmak üzere iki haftayı geçmemek üzere ek süre verebilmektedir (HMK m. 317, 2, c. 2).

Acaba karşı dava yukarıda zikredilen sürelerden sonra açılırsa ne olur? Bu soruya HMK m. 133, 2’de cevap verilmiştir. Anılan hükme göre mahkeme bu durumda davaların ayrılmasına karar verir.

Karşı davanın açılma süresine ilişkin olarak bilhassa iki husus tartışma konusu olmuştur. Bunlardan biri karşı davanın ıslah yoluyla açılıp açılamayacağıdır. Hatırlanacağı üzere ıslah davanın taraflarının usul işlemlerini düzeltebilmeleri ya da yapmadıkları usul işlemlerini sonradan telafi edebilmeleri için onlara tanınmış bir imkândır.[2] Islah yoluyla sonradan karşı dava açılıp açılamayacağı konusunda iki farklı görüş ileri sürülmüştür. Bir görüşe göre, karşı davanın ihdas edilmesinin sebebi kanunda gösterilen şartlar dairesinde birden fazla uyuşmazlığın aynı mahkeme tarafından bir arada görülmesi suretiyle çelişkili karar verilmesinin önlenmesi ve emek ve zamandan tasarruf edilmesidir. Islah yoluyla karşı dava açılmasına izin verilmemesi durumunda birleştirme kararı verilmedikçe davalar ayrı ayrı görülecek ve mahkemelerin birbiriyle çelişkili karar vermeleri gündeme gelebilecektir. Diğer yandan ıslahla defi ileri sürülebildiğine göre karşı dava açılabilmesine de olanak tanınmalıdır.[3]

Diğer bir görüşe göre ise karşı dava ıslah’a yabancı bir kurumdur. Zira karşı dava alelade bir savunma vasıtası olarak kabul edilemez; o, müstakil bir davadır. Islah mevcut davadaki bir değişikliğe işaret eder; karşı dava ise yepyeni bir davadır. O nedenle ıslah yoluna başvurmak suretiyle karşı dava açılması caiz değildir.[4] Benzer yöndeki bir başka görüşe göre ise nasıl ki, ilk itirazlar ancak cevap süresi içinde ve esasa cevaplarla birlikte ileri sürülmek zorunda ise (m. 117, 1) ve hak düşürücü süre nedeniyle sonradan ileri sürülemiyorsa aynı mantık karşı dava bakımından da geçerlidir. Bu görüşe göre, süresinden sonra karşı dava açılması durumunda mahkemenin davaların ayrılmasına karar vermek zorunda olması (m. 133, 2) da bu sonucu haklı kılan bir başka argümandır.[5]

Kanaatimizce bu noktada ıslahın karşı dava ile bağdaşıp bağdaşmayacağından ziyade davaların sürünceme kalmasının önlenmesine odaklanılmalıdır. Bu nedenle olması gereken hukuk bakımından ıslah yoluna başvurmak suretiyle karşı dava açılmasına müsaade edilip edilmemesi konusunda mahkemelere takdir yetkisi verilmelidir. Mahkeme ıslahla karşı davanın açılmasına cevaz verilmesi durumunda asıl davanın sürüncemede kalıp kalmayacağını değerlendirmeli, böyle bir sakınca görmüyorsa bu talebi kabul edebilmelidir.

Yargıtay ise vermiş olduğu bir kararında ıslah suretiyle sonradan karşı dava açılmasının caiz olmadığını açıkça ifade etmiştir: “Davalı, karşılık davasını esas dava hakkındaki cevap layihasını bildirmek suretiyle ikame edebilir (HUMK m. 203). Olayda davalı, cevap layihasını zamanında ve usulüne uygun biçimde vermiş, bu dilekçesinde ziynetlerle ilgili herhangi bir karşılık dava açmamıştır. Cevap dilekçesinde ileri sürülmeyen savunma ve definin cevap dilekçesinin sonradan ıslahı suretiyle ileri sürülmesi mümkün ise de, ayrı ve müstakil bir dava olan karşılık davanın cevap dilekçesinin sonradan ıslahı suretiyle açılması usulen mümkün değildir. Harç alınmış olmasının da sonuca etkisi yoktur. Çünkü ıslah, yeni bir dava olmayıp, evvelce ikame edilmiş davaya ait usuli bir muameledir”.[6]

Karşı davanın açılma süresine ilişkin olarak tartışma konusu olan ikinci husus ise süresinden sonra karşı dava açılması durumunda mahkemelerin ikinci açılan davanın ayrılmasına karar vermesinin gerekli olup olmadığıdır. Bu ifademiz ilk başta yadırgatıcı gelebilir. Zira HMK m. 133, 2 uyarınca karşı davanın süresi içerisinde açılmaması durumunda mahkemenin ayırma kararı vermesi gerektiği hükme bağlanmıştır. Bununla birlikte Yargıtay bu konuda farklı yönde kararlar vermektedir. Gerçekten de Yargıtay bazı kararlarında karşı davanın süresinden sonra açılması durumunda mahkemelerin mutlaka ayırma kararı vermesi gerektiğini içtihat etmiştir: “…Mahkemece … usul ekonomisi gereğince, ayırma ve birleştirme kararları vermek yerine, bağlantı nedeniyle karşı davanın ayrılmadan asıl dava ile birlikte yürütülmesine karar verildiği gerekçesiyle asıl davanın ve karşı davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, karşı davaya ilişkin hüküm davacı/karşı davalı vekilince temyiz edilmiştir. Karşı davanın açıldığı 05.12.2011 tarihi itibarıyla 6100 sayılı yeni HMK'nun uygulanması gerekmekte olup, HMK'nun 133/2 maddesi uyarınca süresinden sonra açılan karşı davanın asıl davadan ayrılması gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi doğru olmamış, bozmayı gerektirmiştir.”[7]; “… Somut olayda; yukarıdan anılan yasal düzenleme uyarınca süresinden sonra açılması nedeniyle karşı davanın asıl dava dosyasından ayrılmasına karar verilerek yargılamaya devam edilmesi gerekirken…”[8]; “… (S)üresinden sonra açılması nedeniyle karşı davanın asıl dava dosyasından ayrılmasına karar verilerek yargılamaya devam edilmesi gerekirken asıl ve karşı davanın birlikte sonuçlandırılması usul ve yasaya uygun olmamıştır…”[9].

Buna karşılık, Yargıtay başka bazı kararlarında ise süresinden sonra dahi açılsa karşı dava hakkında ayırma kararı verilmemesi gerektiğini ifade etmiştir: “…Diğer yandan, süresinde açılmayan karşılık boşanma davasının ayrılacağı (HMK m. 133/1), ancak daha sonra dosyaların yasa gereği tekrar birleştirilmesinin gerekeceği (HMK m. 166), boşanma davasına karşılık açılan bir boşanma dosyasının sırf süresinde açılmadığı gerekçesiyle ayrılıp tekrar birleştirilmesinin usul ekonomisine (HMK m. 30) uygun olmayacağı gözden uzak tutulmamalıdır…”[10]; “Davalı kadının açtığı davanın ayrılmasına karar verilmiş ise de, medeni yargılama hukukunun temel ilkelerinden olan "usul ekonomisi ilkesi" gereği olarak; her iki davanın birleştirilmesi gerekir. Bu durumda, mahkemece yapılacak iş; süresinde olmasa da harcı yatırılarak açılmış bulunan karşı boşanma davası ile işbu dava dosyasının birleştirilmesine karar vermekten ibarettir. Açıklanan hususlar gözetilmeden yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırıdır.”[11].

Kanun’un (m. 133, 2) açık hükmü karşısında Yargıtay’ın ikinci tür kararlarına katılmak güçtür. Zira Kanun’da süresinden sonra açılan davaların ayrılması gerektiği açıkça düzenleme altına alınmıştır. Kanun koyucu mutlaka ayırma kararı verilmesi gerektiğini öngörmek suretiyle kanımızca yargılamaların sürüncemede kalmasını önlemek istemiştir. Bununla birlikte, somut hadisede birbiriyle yakın ilişki içerisinde bulunan iki davanın bu şekilde ayrı görülmesi usul ekonomisine uygun düşmeyebileceği gibi çelişkili kararlar verilmesine de yol açabilir. Nitekim Yargıtay’ın özellikle 2. Hukuk Dairesi bu anlayışla hareket ederek süresinden sonra açılan karşı davalar hakkında dahi ayırma kararı verilmemesi gerektiğini içtihat etmektedir.

Kanaatimizce HMK m. 133, 2’de hâkime hiçbir takdir yetkisi tanınmayarak sonradan açılan karşı davaların asıl davadan mutlaka ayrılmasının öngörülmüş olması isabetli olmamıştır. Gerçi her ne kadar yukarıda da söylendiği gibi kanun koyucunun amacı yargılamaların sürüncemede kalmasını önlemek ise de bu şekilde mutlaka ayırma kararının verilmesi de başka bir takım sakıncalı sonuçlar ortaya çıkarabilir. Bu nedenle olması gereken hukuk bakımından HMK m. 133, 2 hükmünün hâkime takdir yetkisi verecek şekilde yeniden kaleme alınması ve fıkrada geçen “ayrılmasına karar verir” ibaresinin “ayrılmasına karar verebilir” şeklinde değiştirilmesi gerekir. Böylelikle mahkemeler her somut olayı münferiden değerlendirerek ayırma kararı verip vermeme konusunda daha sağlıklı sonuçlara ulaşabileceklerdir.

Av. Dr. Cenk AKİL

--------------

[1] Çiğdem Yazıcı, Medeni Usul Hukukunda Karşı Dava, İstanbul 2021, s. 28.

[2] Islah konusunda geniş bilgi için bkz. Ejder Yılmaz, Medeni Yargılama Hukukunda Islah, 4. B., Ankara 2013.

[3] Yılmaz,  s. 453.

[4] Saim Üstündağ, İddianın ve Müdafaanın Değiştirilmesi ve Genişletilmesi Yasağı, s. 97, dn. 167b.

[5]Özekes, Pekcanıtez Usul, s. 1535.  

[6] Yarg. 2. HD, 09.09.2009, 13544/15234.

[7] Yarg. 19. HD. 12.05.2014, 4084/9042.

[8] Yarg. 3. HD, 17.09.2019, 2018/5627, 2019/6780.

[9] Yarg. 4. HD. 11.10.2017, 2015/14351, 2017/5667.

[10] Yarg. 2. HD. 21.12.2021, 2021/7536, 2021/9868.

[11] Yarg. 2. HD. 01.11.2016, 2016/17383, 2016/14303.