1. Sosyal teorinin kökeni, gelişmesi, doğası ve benliğin yapısı açısından, bu sosyal temeller üzerine bir etik teori inşa etmek mümkündür. Bu suretle, örneğin, Kant’ın kategorik emir/buyruk ilkesi*, bu sosyal terimlerle sosyal olarak ifade veya formüle edilebilir ya da yorumlanabilir, yani bu ilkenin sosyal eşdeğeri verilebilir.
İnsan rasyonel bir varlıktır, çünkü sosyal bir varlıktır. Yargılarımızın evrenselliği, Kant’ın üzerine çok fazla vurgu yaptığı, topluluğun tamamının ve bütün rasyonel varlıkların tavrından edindiğimiz olgudan doğan bir evrenselliktir. Biz, bizim başkalarıyla olan ilişkimizde olan şeyiz. O halde, bizim amacımız zorunlu olarak, hem bunun içeriği açısından (yani ilkel dürtülere cevap veren) ve hem de form yönünden sosyal bir amaç olmalıdır. Sosyallik etik yargıların evrenselliğini sunar ve herkesin sesinin evrensel ses olduğu şeklindeki popüler ifadenin arkasında durur; ki, rasyonel olarak bu durumu takdir edebilecek herkes bu konuda hemfikirdir. O nedenle, bizim rasyonel yargılarımızın çoğu sosyaldir, yani amaç, hem içerik hem de şekil yönünden zorunlu olarak sosyaldir. Kant, bu evrenselliğe bireyin rasyonelliğinin kabulü yönünden yaklaşır ve eğer kişinin amacının veya hareketlerinin şekli evrensel ise, orada toplumun ortaya çıkabileceğini söyler. O, bireyi her şeyden önce rasyonel bir varlık olarak ve bunun toplumun şartı olduğunu düşünür. Ancak, biz yargının evrenselliğini sadece şekilden ibaret görmüyoruz, bunun içeriğinin, aynı zamanda amacının da evrenselleştirilebilir olduğunu düşünüyoruz. Oysa Kant sadece şeklin evrenselleştirilebildiğini söyler. Ne var ki, biz amacın kendisini de evrenselleştirebiliriz. Eğer biz amacın kendisini de evrenselleştirebileceğimizi kabul edersek, o zaman, bu tür bir sosyallikten, evrensel amacı olan bir sosyal düzen ortaya çıkabilir.
2. Kant ile onun “ought”*, yani “…meli/…malı/..memeli/…mamalı” şeklindeki ifadesinin evrenselliği içerdiği konusunda hemfikir olabiliriz. Onun işaret ettiği gibi, Altın Kural* örneği yönünden bu doğrudur. Bu bağlamda, “…malı/…meli/ .mamalı/…memeli” ögesinin kullanıldığı yer, her neresi olursa olsun, orada vicdan konuşur, vicdan her zaman bu evrensel şekli alır.
Kişinin hareketine sadece rasyonel bir varlık evrensel biçim verebilir. Alt düzey hayvanlar sadece eğilimleri takip ederler; belirli amaçların peşinden giderler, ama hareketlere evrensel bir şekil veremezler. Sadece rasyonel bir varlık kendi hareketlerini genelleştirebilir ve azamileştirebilir, insan böyle bir rasyonelliğe sahiptir. Kişi belirli bir şekilde hareket ettiğinde, herkesin aynı şartlar altında, aynı şekilde harekete geçmesini arzu eder. Bu genellikle bizim kendimizi haklı çıkarırken kullandığımız bir ifade değil midir? Kişi bir şey yaptığında, onun yaptığı şey sorgulanabilir, ‘Benim yerimdeki kişinin yapacağı şey bu muydu?’ ifadesi bir kez söylenmiş bir söz değildir. Bu, davranışının haklılığı sorgulanan birisinin hiç yapmadığı bir şeydir; bunun evrensel bir kural olması için hareketi sorgulananın bunun haklılaştırılmasına destek vermesi gerekir. Bu, hareketin içeriğinden oldukça farklıdır, birisi yaptığı hareketten emin ise, aynı şartlar altındaki bir başkasının yaptığını o da yapmak ister. Başkalarının sana yaptığını sen de onlara yap; yani, başkalarının sana yapmak istediğini aynı şartlar altında sen de onlara yap der.
3. Genel olarak, diğer insanlardan daha iyi durumda olduğunuz zaman, hareketin evrenselleştirilen ilkesi, hareketin değerini ortadan kaldıracaktır. Bir şeyleri çalabilmeye ve hatta çaldıklarınızı kendi mülkünüz olarak saklamaya istekli olabilirsiniz; ama eğer herkes çalarsa mülk diye bir şey olmayacaktır. Sadece hareket ilkenizi genelleştirin ve yapmaya çalıştığınız şeyi referanslarıyla takip edin. Kant’ın bu testi, bir duygu testi değildir, bizim ahlak olarak kabul ettiğimiz çok sayıda hareketin karşılaştığı rasyonel bir testtir. Bu test kendi tarzı içinde değerlidir. Biz kendimizin istisna olup olmadığımıza karar vermeye çalışırız veya herkesin bizim yaptığımızı yapıp yapmadığını bilmek isteriz.
Eğer bir insan davranışları yönünden, kendisi başkalarına karşı dürüst olmadığı halde, diğer herkesin kendisine karşı dürüst olması gerektiğini düstur edinir ise, onun bu tavrının gerçekçi bir temeli olmayacaktır. Bu durumda kişi herkesin dürüst olmasına hükmetmekte, ama eğer kendisi dürüst olmaz ise, bu durumda kendi konumu için hiç bir hükümde bulunmamaktadır. Kişinin başkalarına tanıdığı haklar, kişinin başkalarından talep edebileceği haklardır; ne var ki, biz saygılı olmayı kabul etmediğimiz bir şeyi başkalarından da talep edemeyiz. Bu pratik bir imkansızlıktır.
Ne yazı ki, her türlü yapıcı hareket, Kant’ın ilkesinin kapsamında değildir. Kant’ın açısından standardın orada olduğunu varsayarsanız; ve sonra eğer siz o standarda uymazsanız, bunu başkalarının da yaşamasını istersiniz, bu durumda sizi Kant’ın ilkesi bulacaktır. Ama hiçbir standardınızın olmadığı yerde, standart karar vermeniz konusunda size yardımcı olmaz. Yeniden bir şekillendirme, düzeltme yaptığınız takdirde, hareket etmek için yeni bir durum elde edersiniz; ancak sizin hareket ilkenizin sadece genelleştirilmesi size bu hususta yardım etmez. İşte o noktada Kant’ın ilkesi arızaya uğrar ve dağılır.
Kant’ın ilkesi size yaptığınız bir eylemin belirli koşullar altında ahlaksız olduğunu söyler, ama ahlaki davranışın ne olduğunu söylemez. Kant’ın kategorik zorunluluk ilkesi, hareketin doğruluğunun tek bir yolu olduğunu kabul eder.
Eğer olay bu ise, o zaman evrenselleştirilebilecek sadece tek bir yol var demektir; bu durumda, yasaya sadece bu yönde hareket etme saikiyle saygılı olunabilecektir. Ama eğer siz hareket etmek için alternatif yollar olduğunu kabul ederseniz, o zaman doğru olanı belirleme aracı olarak Kant’ın saikini kullanamazsınız.
4. Hem Kant hem de Faydacılar*, ahlakın bulunduğu şeyi evrensel yapmak için onu evrenselleştirmek isterler. Faydacı, “en büyük sayının en büyük mutluluğu” der; Kant, hareketin tavrının evrensel bir yasa formunu alması gerektiğini söyler. Ben birbirine çok zıt olan bu iki okulun ortak yaklaşımına bir başka yönden işaret etmek istiyorum: bunların her ikisi de, ahlaki olan hareketin bir şekilde evrensel bir karaktere sahip olması gerektiğini düşünürler. Siz eğer hareketin sonucu açısından ahlakı ifade ediyorsanız, bu durumda bütün bir topluluk açısından da bunu ifade ediyorsunuzdur; eğer hareketteki tavrı ifade ediyorsanız, bu tavır hukuka/yasaya saygılı ve evrensel yasanın/hukukun öngördüğü şekli alan evrensel bir kural olmalıdır. Bu ikisi de ahlakın evrenselliği içerdiğini, ahlaki hareketin sadece bir özel mesele olmadığını öngörmektedir. Ahlaki açıdan iyi olan bir şey, aynı şartlar altındaki herkes için iyi olmalıdır. Evrensellik için olan bu talep, hem Faydacı hem de Kantçı doktrinlerde mevcuttur.
5. Eğer kategorik buyruğa, Kant’ın istediği gibi itaat edilir ise, herkes kendisi için bir evrensel hukuk/yasa yapacak ve sonra bu tür bireylerin birleşimi uyumlu olacak, böylece ahlak yasasını tanıyan bireylerden müteşekkil bir toplum oluşacaktır. Kant, bu yolla kendi hareketine bir içerik kazandırır; oysa onun bu açıklamasında hiçbir içerik yoktur, sadece içeriği bu şekilde sunmak ve insanı kendisinde bir amaç varmış gibi göstermek suretiyle yüksek amaçlı bir toplum oluşturmak düşüncesi vardır.
Kraliyetin amaçları, her ikisinin de toplum amaçlı olarak düzenlendiği Mill’in doktrininden bu yana zorlukla ayırt edilebilir. Bunların her biri evrensel olabilen bir tür amaç edinir. Faydacılar bu amaca genel iyi ilkesi ve tüm toplumun genel mutluluğu anlayışından ulaşırlar; Kant ise bu amacı, hareket tarzlarında rasyonelliği kullanan bir organizasyon içindeki insanlarda bulur. Bunların her ikisi de, bireyin arzu nesnesi açısından bunun amaç olduğunu ifade etmez.
Aslında, sizin evrenselleştirmeniz gereken şey, arzunun yönlendirildiği nesnedir, ki eğer bunu başarmayı istiyorsanız, onun sizin dikkatinizin merkezinin üzerinde olması gerekir. Esasen siz, hareketin şeklini evrenselleştiremezsiniz, sadece hareketin içeriğini evrenselleştirebilirsiniz.
Eğer istediğiniz şeyin sadece zevk olduğunu varsayarsanız, sizin belirli şartlar altında deneyimlediğinizi hissettiğiniz belirli bir olayınız olur. Ama eğer nesnenin kendisini arzu ediyorsanız, evrensel bir şekilde verilebilen bir şeyi arzuluyorsunuzdur; eğer böyle bir nesneyi arzu ediyorsanız, sizi motive eden şey amaç olarak ahlaki olabilir. Bu durumda, sizi motive eden şeyle niyet edilen amaç arasına hareketin koyduğu kırılma ortadan kaybolur.
6. Başarı ile çaba iradesi arasında sorun var ise, sorun, bunun ahlaki bir hareketle yapılabilen herhangi bir şeyin sonucu olan bir şey olup olmadığıdır. Yaptığınız şeyde amacınızı niyetinize ve tavrınıza kazandırmak zorundasınız. Ancak o durumda, hareketin her evresinde amacın referansıyla hareket edebilir, attığınız her adımda amacı elde etmeyi somutlaştırabilirsiniz.
İyi amaç ile doğru niyet arasındaki fark budur. Elbette, hareketinizin erken adımlarında nihai sonucu elde edemeyebilirsiniz, ama en azından o hareketi karşılaştığınız şartlar açısından ifade edebilirsiniz.
Eğer başarılı olacaksanız, başarıyı gerçekleştirmede gerekli adımları atmak açısından bir amaçla ilgilenmeniz gerekir. Bu anlamda sonuç hareketin içindedir. Bütün adımlarını bir sonuç elde etmek için atan kişi, sonucu adımlarında görür. Kişiyi ahlaklı veya ahlaksız yapan, sadece iyi amaçlı kişi ile yaptığı şeyin gerçekten yapmak istediği şey olduğunu söyleyen kişi arasındaki fark budur.
7. Tüm dürtülerimiz olası mutluluk kaynaklarıdır; ve onlar kendi doğal ifadesini aldığı ölçüde mutluluğa zemin hazırlar. Ahlaki harekette bizim memnuniyetlerimiz de zevk olacaktır; ancak amaç nesnelerdedir ve saikler bu nesnelere yönelik dürtülerdedir. Örneğin, bir kişi bazı girişimlerle aşırı derecede ilgilenir hale geldikten sonra, o kişinin dürtüleri belirli amaçlara yönelir ve bu tür dürtüler onun davranışının saiki haline gelir. Biz bu tür dürtüleri, Faydacının kabul ettiği saikten ayırırız. Kişi sadece bir saik kabul eder: arzu tatmin edildiğinde zevk hissi ortaya çıkacaktır. Onun olduğu yere amacın kendisine yönlendirilen dürtüyü ikame ederiz ve bu dürtüler ahlaki davranışın saikini devam ettirir.
O zaman sorun, bizim eylemimizi yönlendiren amaçların türünü belirler duruma gelir. Biz ne tür bir standart oluşturabiliriz? Bizim amaçlarımız o standartlarla amaçlanan arzular olmalıdır, yani dürtülerin tatminine ve ifadesine neden olan amaçlar olmalıdır. Mesela, bizim belirli dürtülerimiz ifadelerini zulümde bulur. Bunlar kendi başına ele alındıklarında arzu edilen şeyler değildir, çünkü bunların getirdiği sonuç kişiyi daraltır, bunaltır ve bizi sosyal ilişkilerden yoksun bırakır. Bunlar aynı zamanda başkalarıyla ilgili oldukları ölçüde, diğer bireylere de zarar verir.
Dewey’in ifadesiyle, ahlaki dürtüler, “yalnızca doğrudan kaynaklandıkları saikleri güçlendirip genişletmezler, aynı zamanda mutlulukların kaynağı olan diğer eğilimleri ve tavırları da genişletirler ve güçlendirirler.” (2) Eğer bir kişi başkalarıyla ilgilenirse, güçlenmesine ve genişlemesine neden olan diğer saiklerin bununla olan ilgisini bulur. İnsanlarla daha fazla ilgilenir hale geldiğimizde, genel olarak, yaşamla daha çok ilgilenir hale geliriz. Bireyin kendisini içinde bulduğu durum yeni bir ilgi görür Benzer şekilde, entelektüel bir motivasyon kazanmak, kişinin sahip olabileceği en büyük nimetlerden birisidir, çünkü bu ilgiyi fazlasıyla genişletir. Biz bu tür amaçları özellikle önemli görürüz.
Bu nedenle, mutluluğa dürtülerin bakış açısından bakarsak, bu tarz bir standart inşa ederiz; amaç, saiki güçlendiren, dürtüyü güçlendirecek ve diğer dürtüleri ve saikleri genişletecek bir şey olmalıdır. Önerilen standart bu olmalıdır.
Eğer arzunun nesnelerin yerine zevke yönlendirildiğini kabul edersek, o zaman Faydacı ve Kantçı kısıtlamadan kurtuluruz. Hem Kant hem de Faydacılar esas olarak eğilimlerimizin kendi sübjektif ifadelerimize, tatmin olmaktan gelen zevkimize yönelik olduğunu varsayarlar. Eğer amaç bu ise, o zaman elbette bizim bütün saiklerimiz sübjektiftir. Kant’ın bakış açısından bunlar kötüdür, Faydacıların bakış açısından ise, bunlar bütün eylemler için aynıdır ve fazlasıyla tarafsızdır. Fakat mevcut görüşe göre, eğer nesnenin kendisi daha iyi ise, o zaman saik de daha iyidir. Saik, dürtünün kendisini güçlendirip güçlendirmediği hususunda amaç tarafından test edilir.
Dürtüler, kendilerini güçlendirdikleri ve genişlettikleri ve dahi diğer dürtüleri ifade ettikleri derecede iyidir.
8. Deneyimleri paylaşan her şey değerlidir. Bir kişi kendi başına dahi olsa, kendi doğasındaki deneyimini, bir kitaptaki keyfini, saf birey olarak düşünebileceğimiz deneyimlerini, eğer başkalarıyla paylaşılabilir ise, bunların üzerinde fazlasıyla durulabileceğini bilir. Bir kişi kendi fikirleri arasında yaşamaktan emekli olsa dahi, onun ne düşündüğünü gerçekten bilen kişilerle birlikte yaşadığını anlar. Bu konumdaki kişi, kitap okur, yaşadığı deneyimleri hatırlar, içinde yaşayabileceği şartları tasarlar. İçerik her zaman sosyal niteliktedir. Veya içerik Tanrı’yla olan dini iletişimin mistik deneyimlerinin içinden geçebilir. Dini hayat anlayışının kendisi sosyal bir anlayıştır; bu anlayış toplum fikrini bir araya getirir.
Sadece kendi saikinizi ve gerçek amacınızı tanımlayabildiğiniz ölçüde, ulaşmak istediğiniz ahlaki amacın ortak iyisini takip eder ve böylece ahlaki mutluluğu elde edersiniz. İnsan doğası gereği esasen karakter olarak sosyaldir, yine ahlaki amaçlar da kendi doğası itibariyle sosyal olmalıdır.
9. Eğer bireye kendi dürtüleri açısından bakarsak, kendilerini güçlendiren veya kendi ifadelerini devam ettiren ve diğer dürtüleri uyandıran bu arzuların iyi olduklarını görebiliriz; buna karşılık kendilerini güçlendirmeyenlerin arzu edilmeyen sonuçlara yol açtığını ve diğer dürtüleri zayıflatanların kendi içlerinde kötü olduklarını da anlayabiliriz. Eğer şimdi dürtünün kendisine değil de, eylemin amacına doğru bakarsak benliğin bir sosyal varlık olarak gerçekleşmesine neden olan amaçların iyi olduğunu keşfederiz. Ahlakımız sosyal davranışlarımızı bir araya toplar. Bu, sosyal varlıklar olarak bizim ahlaki varlıklar olmamızdandır. Bir tarafta benliği mümkün kılan toplum ve diğer tarafta fazlasıyla organize bir toplumu mümkün kılan benlik bulunur. Bu ikisi birbirlerine ahlaki davranışla cevap verirler.
Bizim düşünceli davranışımızla, ait olduğumuz toplumu daima yeniden inşa ederiz. Başkalarıyla olan ilişkilerimizde bazı belirli tavırları alırız. Bu ilişkiler değiştiği ölçüde, toplumun kendisi de değişmiş olur. Biz sürekli olarak yeniden inşa ederiz. Ne zaman yeniden yapılanma sorunu önümüze gelse, tüm çıkarların dahil olduğu dikkate alınması gereken ve esaslı olan tek bir talep vardır; bu talep de bizim “kategorik buyruk” dediğimiz şeydir.
Biz kesinlikle çıkarlarımızla özdeşleşiriz. Zira kişi kendi çıkarlarından müteşekkildir, bu çıkarlar ne zaman boşa çıksa, o zaman bu dar benlik fedakarlık yapmaya davet edilir. Bu davet, başkalarının çıkarlarıyla özdeşleşebilen daha büyük bir benliğin gelişimine yol açmalıdır. Ben, hepimizin, bize karşı olsalar dahi, başkalarının çıkarlarını tanımaya hazır olmamız gerektiğini düşünürüm, ancak bunu yapan kişi gerçekte kendisini hiçbir şey için kurban etmez, ama daha büyük bir benlik olur.
10. Grup eski standartlarından başka standartlara doğru ilerler; ahlaki bakış açısından bu ilerleme, bireyi, bir yeni tip bireyi – kendisini geçmişteki bireyler olarak düşünmeyen bireyi gerçekleştirir. Ben bu noktada, İbraniler’in arasından çıkan Peygamberler ile Yunanlılılar arasındaki Sofistler’e ait örneklere işaret etmek istiyorum. Bu noktada vurgulamak istediğim husus, bu yeni bireyler farklı bir sosyal düzeni temsil etmek üzere ortaya çıkarlar. Bu kişiler sadece belirli bir birey olarak ortaya çıkmazlar, onlar kendilerini eskisinin yerini alması gereken bir başka sosyal düzene ait gördüklerinde ortaya çıkarlar. Bu kişiler bir yeni, bir yüce düzenin üyesidirler. Elbette bireysel reaksiyonun yer almadığı evrimsel değişiklikler de olmuştur. Ancak ahlaki değişiklikler, bu tür bireylerin eylemi aracılılığıyla gerçekleşmiştir. Onlar, eski düzenin yeni düzene dönüşmesinin enstrümanı olmuşlardır.
Bireyin deneyiminde hakikat ortaya çıktığı zaman; kişi sosyal düzeni değiştirmek için gelir; o geleneğin kendisini değiştirebilmenin enstrümanıdır. Peygamber, birisinin hakikat kavramını değiştirmeye karar vermesinden bu yana, bir tür bilinçliliği temsil eden fazlasıyla önemli birisi haline gelir. Neyin doğru olduğunu sorarsak, biz aynı o durumdayız ve biz aynı yolla topluluğun ahlaki bilinçliliğe doğru ilerlemesine yardım ediyoruz diyebiliriz. Değerler, bireyin deneyiminde olduğunda, birbirleriyle çatışmalı hale gelir; bu, kişinin değişik değerlere kendi ifadesinin işlevini vermesi ve var olandan daha tatmin edici standartlar oluşturmaya yardımcı olmasıdır.
11. Neyin hakikat olduğu sorun(s)una ulaştığımızda, ben, dahil olan her ilgilinin biz istersek dikkate alması gereken sadece tek bir test inşa edebileceğimizi söylemiştim. Bunun için gerekli olan husus, insanın doğasındaki her çıkarı değerlendirilebilmesinin buna dahil olup olmadığı hususudur. Kişi sadece kendi sorunuyla ortaya çıkan çıkarlarını göz önünde bulundurabilir. Bilim insanı bütün olguları dikkate alır, oysa kişi sadece kendi sorununa dahil olan olgulara dikkat eder. Bilim insanı, zamanla elde edilen özelliklerin kalıtsal olabilmesinin görecelilik olgusu gereği dikkate alınıp alınmayacağını ortaya çıkarmaya çalışır, oysaki sadece bu olgular onun sorununa uygulanır. Belirli çıkar çatışmaları ahlak sorununa dahil olanlardan birisidir. Dolayısıyla, çatışma kapsamında olan bu çıkarların tamamı dikkate alınmalıdır.
Ahlaki yargılar hususunda, bizim sosyal bir hipotezi çalışmamız gerekir, ama bunu kişi asla sadece kendi görüşü açısından yapamaz. Buna bizim sosyal bir bakış açısından bakmamız gerekir. Bu hususta bizim sunduğumuz şey hipotezdir, bu tıpkı Peygamberlerin topluluğun anlayışına bütün insanların kardeş olduklarını sunması gibi bir şeydir. Şimdi eğer en iyi hipotezin ne olduğunu sorarsak, bunun bir tek cevabı vardır, o da, çıkarları dahil olan herkesin bunu dikkate almasını bizim sağlamamızdır. Bizi baştan çıkaran, bizim çıkarlarımızın karşısında olan şey, bizim özdeşleştiğimizi vurguladığımız belirli çıkarları görmezden gelmemizdir. Yapılması gerekenler konusunda önceden belirlenmiş kurallar koyamazsınız. Gerçek soruna dahil olan değerleri bulmanız ve bunların referansıyla rasyonel bir şekilde hareket etmeniz gerekir. Bizim talep etmemiz, herhangi birisinin ve hepimizin talep etmesi gereken budur. Bir kişinin davranışına itiraz ettiğimizde, o kişinin değerleri tanımakta hata yaptığını veya değerlerin tanınmasında değerlerin referansıyla rasyonel şekilde hareket etmediğini söyleriz. Etiğin sunabileceği yegane yöntem budur. Bilim muhtemelen olguların ne olacağını söylemez, ama ona yaklaşmak için bir yöntem verebilir: soruna ait olan tüm olguları tanıyabilir, hipotez böylece tutarlı ve rasyonel olacaktır. Siz bir kişiye onun hareketin şeklinin nasıl olması gerektiğini, bir bilim insanının onun hareketinin nereye gideceğini söylemesinden daha fazlası olarak söyleyemezsiniz. Ahlaki hareket ilgili bütün değerleri göz önüne almalı ve bu hareket rasyonel olmalıdır, bu konular üzerine söylenebilecek her şey bundan ibarettir.
12. Etiğin sunabileceği tek kural, bir bireyin belirli bir sorunda mevcut olan bütün değerlerle rasyonel olarak uğraşmasıdır. Bu, kişinin bir soruna yaklaştığı zaman, önündeki bütün değerleri ortaya saçması gerektiği anlamına gelmez. Sorunun kendisi değerleri tanımlar. Bu bir belirli bir sorun olduğunda ve belirli çıkarlar kesinlikle buna dahil bulunduğunda; bireyin bütün bu çıkarları dikkate almasını ve bütün bu çıkarlarla rasyonel olarak uğraşabilecek bir eylem planı hazırlaması gerektiğini öngörür. Etiğin bireye sunabileceği tek yöntem budur. Bu konuda büyük önem arz eden bir diğer husus, kişinin bütün bunları tarafsızlıkla görebilmesinin gerekli olduğu hususudur. Biz kişilerin bu sorunlara bencillik dediğimiz şekilde tavır almaya uygun olduklarını hissederiz. Ben bencilliğin daha büyük bir benliğe karşı olan dar bir benlik kurulması olduğuna dikkat çekmek için buna işaret ettim. Toplumumuz bizim çıkarlarımız üzerine inşa edilmiştir. Benliği bizim sosyal ilişkilerimiz oluşturur. Ama tanımadığımız başkalarıyla ne zaman doğrudan çatışan çıkarlar ortaya çıksa, başkalarını görmezden gelir ve sadece anlık çıkarlarımızı dikkate alırız. Buradaki zorluk başkasının ve daha geniş çıkarların varlığını kabul etmemizde ve sonra bunları en ivedi olanları dikkate almak suretiyle rasyonel türde bazı ilişkiler haline getirmemizdedir. Hatalar için de bir hata çıkarma odası vardır, ama hatalar günah değildir.
13. Bir insan kendi öz saygısını korumak zorundadır ve insanın bütün bir topluluğun yüzüne bakabilmesi ve bu öz-saygıyı koruyarak kabul edilmesi gerekir. Ancak insan bunu mevcut olan toplumdan daha yukarı ve daha iyi olan bir bakış açısını göz önüne alarak yapabilir. Bunların her ikisi de, ahlaki davranış için bir zorunluluktur; zira sosyal bir organizasyonun varlığı ve bireyin kendisini koruması ancak orada mümkündür. Bütün bu çıkarları dikkate alan yöntem, bir tarafta toplumu, diğer tarafta bireyi oluşturan ahlaki yöntemdir.
* Çevirisini tamamladığım ve yakında basılacak/yayınlanacak olan Amerikalı bilim insanı, akademisyen, sosyal psikolog ve düşünür George Herbert Mead’in (1863-1931), Chicago Üniversitesi’nde verdiği “sosyal psikoloji” dersine ait olan ve bir öğrencisi tarafından tutulan ders notlarından kitaplaştırılarak ilk kez 1934 yılında “Mind, Self and Soceity/Zihin, Benlik ve Toplum” adıyla yayınlanan eserin “Fragments On Ethics/Etik Üzerine Fragmanlar/Parçalar” başlıklı bölümünden alınmıştır.
* Çevirenin notu: Kategorik emir/buyruk, serbest ve eşit rasyonel bir varlık olarak kişinin kendi doğasının erdemi içinde uyguladığı bir davranış ilkesidir. Bu ilkenin geçerliliği, kişinin belli bir arzuya veya amaca sahip olmasını önceden varsaymaz.
* Çevirenin notu: “Ought” sözcüğü Kant’ın “Ought implies can/Yap emri yapabilmeyi” içerir şeklindeki kuralı ve bunun etik formülasyonunu ifade eder. Bu etik kuralla Kant, bir kişinin ahlaken yapmak zorunda olduğu belirli bir eylemi, mantıken de yapabilme gücünde olması gerektiği şeklinde ifade eder.
* Çevirenin notu: Kant’ın Altın Kural’ı “Başkalarına, sana davranılmasını istediğin gibi davran” şeklinde ifade edilir.
* Çevirenin notu: Jeremy Bentham ve James Mill tarafından geliştirilen bu kurama göre, insani tüm faaliyetlerin temelinde esas olan faydadır. Düşünce, mutluluk ve keyif veren şeyler iyidir, acı ve üzüntü veren şeyler ise kötüdür. Kişiler bu kurala dayanarak memnuniyeti çoğaltmaya, acıyı ise en aza indirmeye çalışırlar. Bunun ölçülmesinde duyulan haz veya işe yararlılık esas alınır.
Son Notlar
1. [Cf. “Suggestions toward a Theory of Philosophical Disciplines/Felsefi Disiplinler Teorisine Yönelik Öneriler,” Philosophical Review, IX (1900), 1 ff .; “The Social Self/Sosyal Benlik,” Journel of Philosphy, X (1913), 374 ff; “Social Settlement: Its Basis and Function/Sosyal Uzlaşma: Bunun Temelleri ve İşlevi”, University of Chicago Record, XII (1908), 108 ff. “The Philosohical Basis of Ethics/Etiğin Felsefi Temelleri”, International Journal of Ethics, XVIII (1908), 311 ff., “Scientific Method and the Moral Sciences/Bilimsel Yöntem ve Ahlaki Bilimler”, agy, XXXIII (19-23), 229 ff; “Philanthropy from the View of Ethics/Etiğin Bakış Açısından Hayırseverlik”, Ellsworth Paris ve arkadaşları (1930) tarafından yayınlanan Intelligent Philanthropy’de.]
2. [Dewey ve Tufts, Ethics/Etik (1. basım), s. 284.]