K-Pop’ta Sanatçı Özgürlüğü ve Ajans Sadakati Arasındaki Denge: NewJeans Davası Üzerinden Türk Hukukunda Sosyal Medya İçerik Üreticiliği Ekonomisine Dair Bir Değerlendirme

Abone Ol

Güney Kore, K-Pop endüstrisini bir “soft power” aracı olarak devlet stratejisinin merkezine yerleştirerek kültürel etki yaratmayı başardı; ancak bu model, sanatçı özgürlüğünü ciddi biçimde sınırlandırdı.

Türkiye, yükselen sosyal medya içerik üreticiliği ekonomisi de benzer bir kırılma noktasında.

Bu kişilerin sıradan kullanıcı değil, platform gelirleri, reklam işbirlikleri ve organizasyon gücüyle ticari işletme girişimi sayılması ve sui generis sözleşmelerle korunması, dijital çağın hukukî zorunluluğu haline gelmiştir.

1. Giriş

K-Pop endüstrisinin yıldız gruplarından NewJeans, 2025 yılında ajansları ADOR ve ana şirket HYBE Corporation ile yaşadığı sözleşme kriziyle yalnızca müzik sahnesinde değil, hukuk gündeminde de geniş yankı uyandırdı. Sanatçılar, ajansın yükümlülüklerini ihlal ettiğini öne sürerek sözleşmelerini tek taraflı feshetti; ancak Seul Merkez Bölge Mahkemesi, 21 Mart 2025 tarihli kararıyla ajans lehine hüküm kurdu. Bu karar, sanatçı ve ajans ilişkilerinde evrensel bir tartışmayı yeniden gündeme getirdi:

“Sanatçının emeği ve sesi, kime aittir kendisine mi, yoksa sözleşmeye mi?”

Benzer bir durum, ABD müzik endüstrisinde de yaşanmıştı. Amerikalı sanatçı Kesha, yapımcısıyla yaşadığı uzun süreli sözleşme krizinde mahkemece sözleşmeye bağlı kalmak zorunda bırakılmış, bu süreçte neredeyse on yıl boyunca müzik yayımlayamamıştı. Kesha, sonrasında NewJeans üyelerine açık destek vererek “genç kadın sanatçıların seslerini savunmak zorunda olduklarını” vurgulamış, böylece farklı coğrafyalarda yaşanan bu iki örnek, sanatçı özgürlüğü bakımından ortak bir hukuki soruna işaret etmiştir.

2. Güney Kore Hukukunda Ajans–Sanatçı İlişkileri

Güney Kore’de ajans–sanatçı ilişkileri, temel olarak Medeni Kanun ve Ticaret Kanunu çerçevesinde yürütülür. Ancak bu ilişkiler, kanunlarda doğrudan “sanatçı sözleşmesi” başlığı altında düzenlenmemiştir. Bu nedenle, uygulamada Korea Fair Trade Commission (KFTC) tarafından 2017 yılında yayımlanan Standart Eğlence Sözleşmesi (Standard Form of Entertainment Contract) esas alınmaktadır.

Bu sözleşme, bağlayıcı bir kanun hükmü değil, sadece “adil uygulamayı teşvik eden” bir rehber niteliğindedir; ajanslar bu kurallara uymadıklarında idari yaptırım dışında ciddi bir yaptırımla karşılaşmazlar.

KFTC sözleşmesi, sanatçının çalışma koşullarını, gelir paylaşımını, fesih usullerini ve kişisel haklarını düzenlemeye çalışsa da, uygulamada ajans lehine geniş takdir yetkisi tanımaktadır.

Çoğu ajans, sanatçıyı hem ekonomik hem de yönetsel anlamda kendi sistemine entegre eder; sanatçının kariyer planlaması, marka yönetimi, sosyal medya kullanımı ve kişisel görünümü dahi ajansın kontrolü altındadır.

Bu durum, sanatçı–ajans ilişkisini klasik bir “vekalet” ilişkisinden öteye taşıyarak, fiilen bağımlı bir hizmet ilişkisine dönüştürmektedir.

Sözleşme süreleri çoğu zaman 7 ila 10 yıl arasında değişmektedir. Bu uzun süreli sözleşmeler, “eğitim ve yatırım modeli” gerekçesiyle meşrulaştırılmaktadır: Ajans, sanatçının yetişmesi için yıllar süren eğitim, dans ve dil programlarına yatırım yaptığını öne sürer; karşılığında, sanatçının uzun süre ajansla bağlı kalması beklenir. Bu sistem, “idollerin” hem kariyer hem kişisel yaşamlarında ajansa ekonomik olarak bağımlı hale gelmesine neden olur.

Yargı uygulamasında, sözleşmenin feshine izin verilmesi oldukça istisnai bir durumdur. Kore mahkemeleri, sözleşmenin iptali için ajansın “esaslı ihlal”de bulunmasını yani sözleşmenin amacını tamamen ortadan kaldıran ağır bir yükümlülük ihlalini aramaktadır. Sanatçının psikolojik baskı, kişisel özgürlük kısıtlaması veya gelir paylaşımında adaletsizlik iddiası, çoğu zaman “esaslı ihlal” olarak kabul edilmemektedir. Bu nedenle sanatçılar, sözleşmelerini tek taraflı feshettiklerinde, mahkemeler tarafından genellikle haksız bulunan taraf konumuna düşmektedir.

Nitekim 2025 tarihli NewJeans kararı da bu eğilimin son örneğidir. Seul Merkez Bölge Mahkemesi, ajansın sözleşmeden doğan yükümlülüklerini “temel düzeyde yerine getirdiğini” belirterek, grubun fesih talebini reddetmiştir. Kararda, ajans ve sanatçı ilişkisinde “istikrarın”, bireysel tercih özgürlüğünden daha önemli olduğu vurgulanmıştır. Bu yaklaşım, Güney Kore hukuk sisteminin genel eğilimiyle uyumludur: Sanatçı, birey olarak değil, ulusal kültürel endüstrinin bir unsuru olarak değerlendirilir.

Sonuç olarak, Güney Kore hukukunda sanatçı sözleşmeleri, bireysel özgürlük ve ekonomik bağımsızlıktan ziyade sektörel istikrarı koruma hedefi taşır. Bu yaklaşım, ülkenin kültürel ihracatını güçlendirmiş olsa da, aynı zamanda sanatçıların kişisel haklarını ikinci plana itmiştir. Dolayısıyla NewJeans davası yalnızca özel hukuk uyuşmazlığı değil, Kore’nin kültürel kalkınma modelinin hukuk önündeki sınavı niteliğindedir.

3. Türk Hukukunda Ajans ve Sanatçı Sözleşmelerinin Niteliği

Türk hukukunda ajans–sanatçı sözleşmeleri, klasik sözleşme tiplerinden hiçbirine tam olarak oturmadığı için karma nitelikli sözleşme olarak değerlendirilir. Bu sözleşmelerde hem vekalet sözleşmesine özgü özen borcu, hem hizmet sözleşmesine özgü bağımlılık unsuru, hem de eser sözleşmesine özgü sonuç taahhüdü bir arada bulunur. Ajans, sanatçının tanıtımını, iş bağlantılarını ve kariyer yönetimini üstlenirken; sanatçı, emeği, sesi ve bedensel çalışmasıyla bir “sonuç” üretir. Dolayısıyla taraflar arasındaki ilişki, karşılıklı güven, sadakat ve ekonomik bağımlılık unsurlarıyla örülü dinamik bir yapıya sahiptir.

Bu nedenle öğretide, sanatçı sözleşmeleri “tipik olmayan karma sözleşmeler” başlığı altında incelenir ve her somut olayda, sözleşmenin ağırlık merkezi dikkate alınarak uygulanacak hükümlerin tespiti gerekir. Eğer ajansın yönetsel ve denetim yetkisi baskınsa, ilişki hizmet sözleşmesi karakteri kazanır; sanatçı bağımsız hareket ediyor ve kendi iş planını belirliyorsa, eser veya vekalet hükümleri öne çıkar.

Sözleşme özgürlüğü ilkesi (TBK m.26) taraflara geniş bir alan tanısa da bu özgürlük mutlak değildir. Türk hukukunda sözleşme serbestisi, emredici hükümler, ahlak kuralları ve kişilik hakları ile sınırlıdır.

Bu bağlamda, sanatçının yaratıcı emeği ve kişisel ifade özgürlüğü, yalnızca ekonomik bir araç olarak değil, kişiliğin ayrılmaz bir unsuru olarak korunur. Anayasa’nın 17. maddesi, herkesin “maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkını” güvence altına alır; bu koruma, sanatçının kendi emeği üzerindeki tasarruf hakkını da kapsar.

Türk Borçlar Kanunu’nun dürüstlük kuralı (m.2), ajans ve sanatçı ilişkilerinde temel denge unsurudur. Bu kural, tarafların yalnızca sözleşmede yazılı yükümlülüklerine değil, aynı zamanda güven temeline dayalı sadakat borcuna da uygun davranmalarını gerektirir. Sanatçının kişisel özgürlüğünü aşırı derecede sınırlayan, uzun vadeli veya tek taraflı fesih yetkisi tanıyan hükümler, dürüstlük kuralına açıkça aykırı kabul edilmektedir.

Uygulamada Yargıtay, özellikle sanatçının kişisel emeğiyle yürüttüğü faaliyetlerde, kişilik haklarını ihlal eden veya ekonomik bağımlılığı artıran sözleşme hükümlerini geçersiz sayma eğilimindedir. Nitekim Yargıtay’ın da birçok kararında taraflardan birini makul olmayan sürelerle bağımlı hâle getiren veya aşırı cezai şart içeren hükümler, kişilik haklarına aykırıdır ve geçersizdir” denilmiştir. Bu içtihat, sanatçıyı yalnızca “sözleşme tarafı” değil, kişilik hakları korunması gereken bir özne olarak kabul eden modern bir yaklaşıma işaret eder.

Dolayısıyla Türk hukukunda sanatçının sözleşmeye bağlılığı, mutlak sadakat şeklinde değil, karşılıklı güven ve dürüstlük ilkesi çerçevesinde değerlendirilir. Bu çerçevede sanatçı, ekonomik bağımlılık altında iradesini açıklamışsa, bu sözleşme geçerliliğini yitirebilir; ajansın da güven ilişkisinin gereklerine aykırı davranması, fesih hakkını doğurabilir.

Sonuç itibarıyla Türk hukuku, sanatçı emeğini ekonomik malzeme olarak değil, kişilik hakkının bir uzantısı olarak koruma eğilimindedir. Bu yönüyle, Güney Kore sistemindeki ajans merkezli istikrar anlayışının aksine, bireyin yaratıcı özerkliğini esas alan bir yaklaşım benimsenmektedir. Sanatçının veya sosyal medya içerik üreticisinin emeği, Türk hukuk düzeninde “özgür iradeye dayalı sözleşme” ilkesiyle değil, adil denge ilkesine göre korunmalıdır

4. K-Pop ve Soft Power: Kültürel Diplomasi Aracı Olarak Hukuk

K-Pop, Güney Kore’nin yalnızca bir müzik endüstrisi değil, aynı zamanda ekonomik kalkınma ve dış politika stratejisinin bir bileşeni olarak şekillenmiştir. Bu stratejinin entelektüel temelleri, Harvard Üniversitesi profesörlerinden Joseph S. Nye’ın 2004 tarihli eseri “Soft Power: The Means to Success in World Politics” (Türkçe çeviri: Yumuşak Güç: Dünya Siyasetinde Başarının Araçları) adlı kitabında ortaya koyduğu kavramla açıklanabilir. Nye’a göre soft power, bir devletin askerî veya ekonomik zorlama araçları yerine, kültürü, değerleri ve politik idealleri aracılığıyla diğer aktörler üzerinde cazibe ve ikna gücü oluşturma kapasitesidir.

Güney Kore hükûmeti, 1990’ların sonlarından itibaren bu yaklaşımı benimseyerek K-Pop, K-Drama ve K-Beauty sektörlerini “ulusal marka ihracı”nın öncüleri haline getirmiştir. Kültürel üretim, devlet destekli bir dış politika aracına dönüştürülmüş; ajanslar yalnızca özel hukuk tüzel kişileri değil, aynı zamanda devletin kültürel diplomasi stratejisinin taşıyıcı aktörleri haline gelmiştir. Bu bağlamda, K-Pop endüstrisinin ekonomik başarısı kadar, “modern Kore imajı”nın küresel ölçekte temsil edilmesi de bir dış politika hedefi olarak görülmüştür.

Dolayısıyla, ajansların kurumsal istikrarı yalnızca ticari bir mesele değil, ülkenin kültürel itibarı, ihracat kapasitesi ve uluslararası yumuşak gücünün sürdürülebilirliği açısından da stratejik önem taşımaktadır. Bu çerçevede, 2025 tarihli NewJeans davasında mahkemenin ajans lehine takındığı tutum, bireysel özgürlük ile sistemsel istikrar arasında yapılan tercihin açık bir örneği olarak değerlendirilebilir. Yargı, burada yalnızca özel hukuk ilkelerine değil, aynı zamanda ülkenin “kültürel ihracat modelinin” korunmasına da öncelik tanımıştır.

Sonuç olarak, NewJeans davası yalnızca bir sözleşme feshi meselesi değil; Kore’nin yumuşak güç stratejisinin hukuk önündeki sınavı ve kültürel ekonominin kurumsal meşruiyetinin testidir. Nye’ın ifadesiyle, “gücün gerçek sınavı, başkalarını zorlamadan yönlendirebilmektir.”

Kore modeli ise bu yönlendirme gücünü müzik, hukuk ve kültür aracılığıyla somutlaştırmıştır.

5. Türkiye’de Sosyal Medya İçerik Üreticilerinin Hukuki Statüsü ve Ekonomik Gerçekliği

Türkiye’de dijital kültürün yeni aktörleri artık yalnızca “fenomen” olarak değil, sosyal medya içerik üreticileri olarak anılmalıdır. Bu kişiler, sıradan sosyal medya kullanıcıları değildir;

hem platform gelirleri (YouTube, TikTok, Instagram gibi mecralardan elde edilen reklam payları ve görüntülenme gelirleri), hem marka işbirlikleri ve sponsorluklar, hem de organizasyon bilgisi (know-how), iletişim stratejisi ve kitle yönetimi becerileri sayesinde fiilen birer ticari işletme girişimi niteliği taşımaktadır.

Dolayısıyla bu üreticiler, modern dijital ekonomide yalnızca “kullanıcı” değil, kültürel sermaye üreten bağımsız ekonomik aktörler konumundadır. Ancak bu dönüşüm, hukuki düzlemde henüz tam olarak karşılığını bulmamıştır. Türk mevzuatında “dijital içerik üreticisi” ya da “influencer” kavramı yasal bir tanım olarak yer almadığından, bu kişiler genellikle vergi, sorumluluk ve sözleşme ilişkilerinde gri bir alanda kalmaktadır.

Bu belirsizlik, ajanslar ve markalar karşısında güç dengesizliğine yol açmaktadır. Bir yandan bazı ajanslar, içerik üreticileriyle uzun vadeli, tek taraflı ve yüksek komisyon oranlı sözleşmeler yaparak gelir paylaşımını tekeline almakta; diğer yandan bazı markalar, ajans sistemini devre dışı bırakarak doğrudan üreticiyle sözleşme imzalayıp bu kez kurumsal denetimden yoksun bir ilişki kurmaktadır. Her iki durumda da üretici, ekonomik bağımlılık riskiyle karşı karşıya kalmakta ve sözleşme şartlarını belirleme gücünü kaybetmektedir.

Bu tablo, içerik üreticisini hem ajanslara hem markalara karşı iki yönlü bir savunmasızlık alanına sürüklemektedir. Üretici çoğu zaman, kendi emeğiyle yarattığı içeriğin telif hakları, kullanım izinleri ve gelir payları üzerinde etkin bir denetime sahip olamamaktadır. Oysa üreticinin ortaya koyduğu değer, yalnızca bir “reklam yüzü” olmanın ötesinde, dijital kültürün tamamlayıcı bir parçasıdır. Bu durum, söz konusu kişilerin artık yalnızca birer hizmet sağlayıcı değil, kültürel ve ekonomik girişimci olarak tanımlanmasını zorunlu kılar.

Türk hukukunun bu yeni toplumsal ve ekonomik gerçeğe ayak uydurabilmesi için, içerik üreticiliğini sui generis bir mesleki statü olarak ele alması gerekmektedir. Bu kapsamda yapılacak düzenlemeler, yalnızca sözleşme hükümleriyle sınırlı kalmamalı; vergi mevzuatından fikri mülkiyet hukukuna, kişisel verilerin korunmasından tüketici hukukuna kadar çok boyutlu bir çerçeve oluşturmalıdır.

Aksi halde, dijital ekonominin bu en dinamik unsurları, klasik mevzuatın tanımadığı bir alanda faaliyet göstermeye devam edecek; yarattıkları kültürel ve ekonomik değer, sistematik biçimde kurumsal yapılara devredilen bir emek türüne dönüşecektir. Bu nedenle Türk hukukunun önünde duran soru nettir: “Yaratıcı emeği dijital çağda nasıl koruyacağız? Bir kullanıcı olarak mı, yoksa bir işletme olarak mı?”

5.1. Sıradan Kullanıcı Değil, Ekonomik Aktör

Sosyal medya içerik üreticileri, kendi içerikleri üzerinden sürekli gelir elde etmeleri, üretim planlarını stratejik biçimde organize etmeleri ve marka değeri taşımaları nedeniyle, hukuken “serbest meslek mensubu” ya da “ticari işletme” statüsüne yaklaşmaktadır. Bu nedenle, klasik “hizmet” veya “vekalet” sözleşmeleri bu ilişkiyi açıklamakta yetersiz kalmaktadır.

Bu kişilerin faaliyetleri, geleneksel sanatçı–ajans ilişkisinden daha karmaşık bir ekonomik yapıya sahiptir. Hukuken bu kişilere yönelik sui generis sözleşme modeli geliştirilmesi, yalnızca taraflar arasındaki dengeyi değil, aynı zamanda dijital ekonominin istikrarını da koruyacaktır.

5.2. Düzenleme Eksiklikleri ve Reform İhtiyacı

Türkiye’de hâlen “Influencer Sözleşmeleri” veya “Dijital İçerik Üreticiliği”ne özgü bir yasal çerçeve bulunmamaktadır. Uyuşmazlıklar, genellikle Türk Borçlar Kanunu’nun genel hükümlerine göre çözülmektedir. Ancak bu hükümler, dijital ekonominin çok aktörlü ve yüksek tempolu doğasına uygun değildir.

Bu alanda yapılacak düzenlemelerde özellikle şu ilkelerin benimsenmesi gerekir:

1. Şeffaflık: Ajans–üretici sözleşmelerinde gelir paylaşımı, platform gelirleri ve komisyon oranları açıkça belirlenmelidir.

2. Yaş ve Deneyim Eşiği: Genç üreticiler için özel danışmanlık, veli onayı veya meslek örgütü desteği zorunlu hale getirilebilir.

3. Reklamveren Sorumluluğu: Ajansı devre dışı bırakarak doğrudan üreticiyle anlaşan markalar da eşit sorumluluk taşımak zorunda olmalıdır.

4. Ticari İşletme Tanımı: Sosyal medya içerik üreticileri, gelir düzeyi ve organizasyon yapısına göre ticari işletme statüsünde değerlendirilmeli; bu kapsamda vergi, sözleşme ve marka koruması alanlarında özel hükümler getirilmelidir.

Bu düzenlemeler, dijital ekonominin hem bireyi hem kurumu koruyan bir zeminde ilerlemesini sağlayacaktır. Aksi halde, Türkiye de Kore örneğinde olduğu gibi, yaratıcı emeğin şirketler tarafından kontrolsüz biçimde ticarileştirildiği bir döneme girebilir.

6. Sonuç

K-Pop endüstrisi, çağdaş dünyanın en başarılı soft power (yumuşak güç) örneklerinden biri olarak, kültürün ekonomik ve diplomatik bir araç haline gelebileceğini kanıtladı. Ancak bu başarının arka planında, sanatçının bireysel özgürlüğü ve yaratıcı özerkliği büyük ölçüde ajans sözleşmelerinin gölgesinde kaldı. Kültürel üretim, kamusal bir gurur kaynağına dönüşürken, sanatçının emeği kurumsal çıkarların nesnesi haline geldi. Bu yapı, ulusal marka değerini korurken bireyin kendi emeği üzerindeki tasarruf hakkını daralttı yani hukuk, kültür ekonomisinin hızına yetişemedi.

Bugün Türkiye, dijital kültür alanında benzer bir eşiğin tam ortasında duruyor. Sosyal medya içerik üreticiliği, artık bir yan uğraş değil; yüz binlerce kişiye istihdam ve gelir sağlayan, uluslararası işbirlikleriyle büyüyen tam teşekküllü bir ekonomik sektör haline gelmiştir. Ne var ki, bu büyüme hukuki zeminde aynı hızda ilerlememiştir. Türk hukukunda hâlen “içerik üreticisi”, “influencer” veya “dijital marka işbirliği” gibi kavramların tanımı bulunmadığından, bu kişiler geleneksel mevzuatın öngörmediği bir boşlukta faaliyet göstermektedir.

Bu boşluk, pratikte ciddi güç dengesizliklerine yol açmaktadır. Ajanslar, üreticilerle yaptıkları uzun vadeli, tek taraflı, yüksek komisyonlu sözleşmeler aracılığıyla gelir paylaşımında üstün konuma geçmekte; markalar ise zaman zaman ajansları devre dışı bırakarak üreticiyle doğrudan anlaşma yaparak, bu kez kurumsal denetimi tamamen ortadan kaldırmaktadır. Her iki durumda da üretici, emeği üzerinde fiilen sınırlı bir söz hakkına sahip kalmakta; çoğu zaman gelir paylaşımı, içerik kullanımı ve sözleşme feshi konularında ekonomik bağımlı hale gelmektedir.

Oysa bu kişiler artık yalnızca birer “hizmet sağlayıcı” değildir. İçerik üreticileri, sahip oldukları takipçi kitlesi, marka değeri, yaratıcı strateji ve organizasyon bilgisiyle, fiilen birer kültürel girişimci ve ticari işletmedir. Dolayısıyla Türk hukukunun bu kişileri klasik “hizmet sözleşmesi” mantığıyla değil, çağın dinamiklerine uygun biçimde sui generis bir statüyle ele alması zorunludur. Bu yaklaşım, yalnızca ekonomik çıkar dengesini değil, aynı zamanda yaratıcı emeğin kişilik hakkı niteliğini de koruyacaktır.

Bu kapsamda yapılması gereken düzenlemeler çok boyutludur:

- Sözleşme Adaleti: Ajans ve üretici sözleşmelerinde şeffaflık, gelir paylaşımının açıklığı ve makul süre ilkesi açıkça tanımlanmalıdır.

- Fikrî Hakların Korunması: Üreticinin oluşturduğu dijital içeriğin mülkiyeti, açık rıza olmaksızın ajansa veya markaya devredilememelidir.

- Ekonomik Eşitlik İlkesi: Genç veya deneyimsiz üreticilerin istismarını önlemek için azami komisyon oranları, sözleşme denetimi veya meslek birliği gözetimi gibi yapılar oluşturulmalıdır.

- Vergisel ve Ticari Statü: Gelir elde eden üreticiler, “serbest meslek mensubu” veya “ticari işletme” olarak açık biçimde tanımlanmalı; buna uygun vergi ve muhasebe yükümlülükleri sadeleştirilmelidir.

Bu düzenlemeler yalnızca bireyi korumaz; aynı zamanda dijital ekonominin etik ve sürdürülebilir biçimde büyümesini sağlar. Zira dijital kültür, günümüzde sadece bir iletişim alanı değil, ulusal kalkınmanın, dış politika gücünün ve kültürel markalaşmanın temel dinamiklerinden biridir. Bir ülke kendi yaratıcı insan kaynağını koruyamadığı sürece, bu potansiyel başka ülkelerin platformları veya küresel şirketlerin kontrolü altına girer. Bu nedenle mesele yalnızca sanat veya içerik üretimi değildir; hukukun kültür ekonomisini nasıl tanımladığıyla ilgilidir.

Türkiye, kendi yumuşak gücünü inşa etme sürecindedir. Bu gücü bireysel özgürlüklerle birlikte geliştirebilmenin yolu, dijital emeği tanıyan, yaratıcılığı koruyan ve ekonomik bağımlılığı sınırlayan bir hukuk düzeninden geçmektedir. Kore’nin K-Pop modeli, bireyin emeğini kolektif marka çıkarına feda etmenin kısa vadeli ekonomik başarı getirse de, uzun vadede özgür üretimi zedelediğini göstermiştir. Türk hukukunun görevi, tam da bu noktada bir fark yaratmaktır: kurumsal istikrar ile bireysel özgürlüğü dengeleyen, çağdaş bir dijital hukuk düzeni inşa etmek.

Sonuç olarak, mesele yalnızca müzik ya da sosyal medya içerikleriyle sınırlı değildir mesele, hukukla ilgilidir. Çünkü dijital çağın temel sorusu artık şu şekilde karşımıza çıkmaktadır:

“Bir ülke kültürel güç inşa ederken, bireysel özgürlüğü hangi noktada koruyabilir ve bu koruma mekanizmasının mimarı kim olmalıdır, devlet mi, yoksa hukuk mu?”