Komüniteryan sözcüğünün İngilizce karşılığı ‘community’, Almanca karşılığı ise ‘gemeinschaft’ sözcükleridir. Bu sözcüğün Türkçe karşılığı ise ‘toplum, topluluk, toplulukçuluk, cemaat, cemaatçilik’ sözcükleridir. Ne var ki, bu sözcüklerin her biri ucu açık olan sözcüklerdir, dahası bu sözcükler değişik anlamları çağrıştırdığı gibi komüniteryan sözcüğünün tam olarak karşılığı da değildir. İstanbul Şehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi araştırma görevlisi Muhammed İkbal İmamoğlu’nun da önerdiği üzere, bu kavramın uygun karşılığı ‘aidiyet çevresi’ ya da ‘aidiyetçi düşünce’ sözcükleridir.
Liberteryenizmin tam zıttı olan komüniteryanizm, değişik ve çeşitli niteliklerin toplum içinde ve toplumsal koşulların etkisiyle oluştuğunu, etik, ahlak, özgürlük, aksiyoloji/değer felsefesi gibi disiplinlerin toplum düzeyinde incelenmesi gerektiğini, bir toplumun, topluluğun, cemaatin ya da bir gurubun ve kültürün içinde doğan bir bireyin, bunlardan ayrı düşünülemeyeceğini ve dolayısıyla haklar kavramının ve bu kavramdan doğan sorunların bu çerçevede ele alınmasının zorunlu olduğunu savunur.
Kominiteryan görüş de, Nozick ve benzeri diğer liberaller gibi, Rawls’un sosyal adalet ilkelerinin nasıl türetebileceği, hatta tüm şartların, hatta iyi bir hayatın farklı vizyonu olan endişeli kişilerin bile, iradeye bağlılıklarını – zorunlu olarak – yerine getirebilmeleri gerektiğini ileri sürer. Liberaller, herhangi bir toplumun sosyal ve politik kurumlarının değerlendirilebileceği ahlak standartlarını aramaya çalışırlar.
Oysa kominiteryan eleştirmenlere göre, bu görev, ahlaki ilkelerin ancak gerçek toplumlarda egemen olan uygulamaların anlatımı olarak anlaşılabildiği göz önüne alındığında, çok az anlam ifade eder. Her şeyden önce soyut olan ilk kaziyeleri (Nozick’in teorisinde ‘haklar’, Rawls’ın teorisinde ‘özgürlük ve eşitlik‘) şart koşmak ve daha sonra hangi uygulamaların meşru olduğuyla ilgili sonuçlara varmak daha çok yararlıdır.
Ancak pratik teoriden önce gelir ve gerçek toplumdaki kişilerin neden bu soyut ilkelere ya da tümdengelimci çıkarımlara dikkat etmeleri gerektiğini anlamak zordur. Bu kapsamda özellikle ifade etmek gerekir ki, kominiteryanlar hedeflerini sadece Rawls’a karşı değil, onun yaklaşımını paylaşan tüm çağdaş liberal yazarlara yöneltmişlerdir. O nedenle, kominiteryanların eleştiriler sadece ve açıkça Rawls’a odaklanmış değildir. Kaldı ki, liberalizmin modern kominiteryan eleştirileri yeni de değildir. Bunların pek çoğu, Kant’ın on dokuzuncu yüzyıldaki eleştirilerinin yeniden canlandırılması niteliğindedir. Yeni olan hedef alınan kişilerin değişmiş olmalarıdır. Esasen liberalizme karşı modern itirazların uzun bir tarihi vardır.
Liberalizme yönelik eleştiriler, farklı değerleri kucaklayan ve yalnızca liberal ilkeler veya normlarla birleşen ahlaki geleneklerin çeşitliliğinden oluşan türde bir toplumun hiçbir zaman olmadığını ileri sürer. Liberalizmi eleştirenler, toplumun liberal adalet tarafından yönetilmesinden kuşku duyarlar. Onlar, liberal adaletin tutarlı bir ideal olmasından kuşkulanırlar. Onlara göre liberal adaletin pratik olarak kabul edilemezliği, onun felsefi yetersizliğinden ileri gelir. Onların işaret ettikleri alternatif, bireysel davranışları düzenleyen normlarla yönetilen bir toplum, insanları, kendi yaşam tarzlarını seçmekte özgür bırakan bir toplum değildir. Aksine, kaygısı ortak iyilikle yönetilmek olan bir toplumdur ve bu da kendisinin üstünlüğünün iyi olduğu anlamına gelir. Bu, adaletin sosyal kurumların ilk erdemi olduğu fikrinin reddi ile el ele gider.
Kominiteryanlar için, ahlak, gerçek toplulukların belirli uygulamalarında ve uygulamada kök salmış bir şeydir. Dolayısıyla, mevcut toplumları değerlendirmek veya yeniden tasarlamak için ahlakın soyut prensiplerini ortaya çıkarmak fikri mantıksızdır. Akıl ile keşfedilemeyen evrensel ahlak ya da adalet ilkeleri yoktur. Ahlakın temeli felsefede değil, siyasette yatar. Onlar aynı zamanda usulü adaletin tek başına sosyal kurumlar için yeterli bir temel sağlayabileceği fikrini de reddederler.
Onlara göre üç yüzyıllık liberal söylem, bir zamanlar siyasal topluluklarımızın temelini oluşturan Avrupa ahlak teorisi geleneğinin yıkımına yol açmıştır. Liberal dünyada, erdemlerin geleneğinin yok oluşu, anlaşmazlığımızın rasyonel çözümü için bize hiç bir araç bırakmamıştır. Rawls gibi filozofların çalışmaları, ahlaki ve politik argümanların temellerini sağlama vaadini yerine getirmekten daha çok, sadece bizim pratiğimizin etik temelleri hakkında bir anlaşmazlık olmadığını ortaya çıkarmaktadır. Bütün bu eleştirilerde açık olan husus, sadece Rawls’un adalet teorisine karşı olmak değil, daha genel olarak liberalizm felsefesine karşı çıkmaktır.
Nitekim önde gelen kominiteryanlardan olan Michael Sandel, ‘Liberalizm ve Adaletin Sınırları’ isimli kitabında, Rawls’ın siyasal felsefesiyle, liberalizmle genel olarak neyi yanlış düşündüğünün tanımladığının bir eleştirisini sunar. Sandel özetle şunları söyler: “Rawls gibi liberaller için, adalet sosyal kurumların birincil erdemidir. Ancak durumun böyle olması için, bizim yönümüzden belirli şeyler doğru olmalıdır: biz insani koşullarla belirli bir yolla bağlantılı, belirli bir türde yaratıklar olmalıyız. Biz özel çıkarlarımız ve bağlantılarımız olan, araştırmalarımızdan geri dönüp bunları değerlendirebilecek, düzeltebilecek yeteneğe sahip bulunan bağımsız kişiler olmak zorundayız. Buna rağmen biz kendimizi makul bir şekilde kabul edemeyiz. Gerçek dünyada, biz kendimizi yalnızca yükümlülüklerimizi belirleyen değil, aynı zamanda kimliğimizi de belirleyen çıkarlardan ve bağlılıklardan ayıramayız. Rawls gibi liberaller birlikteliğimizi düzenleyecekleri ilkeleri tanımlamak amacıyla kendimizi böyle ayırmamızda ve birlikteliğimizin düzene konulmasında ve korunmasında doğru ilkelere uygun olarak değerlendirmemiz gerektiğinde ısrar ederler. Bunu yaparken kendimiz için seçtiğimiz veya inşa ettiğimiz bir ahlakla birlikte yaşarız ve böylece özgür oluruz. Fakat bu iddia hiçbir anlam ifade etmez, çünkü bu sahip olmadığımız bir kapasiteyi önerir: bu kendisini bilmeden ya da gerçekten ahlaki deneyim sahibi olmadan bir ahlakı seçme ya da inşa etme kapasitesidir. Adaletin üstünlüğünü koruyan Rawlsçu argümanlar, hiçbir anlam ifade etmeyen ve dolayısıyla sosyal kurumlarımızı ya da ahlaki uygulamalarımızı değerlendirmek için esaslar sağlayamayan bir benlik anlayışına dayanır.”
Sandel’e göre Rawls’un orijinal pozisyonundaki kişileri tercih özürlüdür. Rawls, ‘orijinal pozisyondaki kişiler neyi seçerlerse seçsinler, seçtikleri doğru ilkeler olarak kabul edilecektir’ der. Sandel bu konuda onların bu ilkeleri, “kendi durumları onlara sadece belirli ilkeleri seçmeyi ‘istemelerinin’ bir tür yolla güvencesi tasarlanana kadar” gerçekten seçmediklerini ileri sürer. Zira onların eylemleri hakkında küçük bir gönüllülük vardır: onların başka ilkeleri ‘seçmeleri’ konusunda hiçbir ihtimal yoktur. Her ne kadar, taraflar, burada anlaşmaya girecek sözleşmenin tarafları iseler de, onlar sözleşme yapmaya veya anlaşmayı seçmeye karar veremezler. Zira onlar gerçekten hiçbir zaman ayrı taraflar değildirler. Onlar cehalet perdesi altında farklılaşana kadar, aslında sadece benzer değil ama aynı yerdedirler. Mantıken orijinal pozisyonda sadece bir tek kişi vardır. ‘Onların’ vardıkları herhangi bir anlaşma, belli ilkelerle birbirleriyle yaşamak için yaptıkları bir anlaşma yoktur, çünkü başkaları yoktur. Onun için Sandel en fazla ‘kendim‘ ile yaptığım metaforik/mecazi bir anlaşma vardır der.
Burada varılan anlaşma, bir kişinin bir anlaşma (oldukça farklı bir anlamda) önerisine göre, kişilerin davranış ilkelerini kabul ettikleri (seçtikleri) anlaşmadan daha azdır. Sandel’in terimleriyle, orijinal pozisyondaki sözleşmesel anlaşma, ilkelerin seçilmesinde yer alan gönüllülüğü değil, doğru ilkelerin ne olduğunu keşfetmeye ya da anlamaya çalışan bilişselliği (idrak yoluyla kavrananı) örneklemektedir. Ona göre orijinal pozisyonda adalet ilkeleri seçilmemiş, aksine keşfedilmiştir.
Sandel’in saldırısı, Rawls’un (ve liberalizmin) topluluğun bağımsız bireyler tarafından üretilmiş bir birlik olduğu ve bu topluluğun değerinin, bu bireylerin ilişkilendirildiği terimler üzerinden adaletle hesaplanacağı yönündeki temel görüşüne yöneliktir. Diğer bütün kominiteryanlar gibi Sandel’in saldırısı da, bir toplumu bu şekilde düşünmenin hiçbir anlam ifade etmediğini iddia etmeyi sürdürmek ister, çünkü birlikler/dernekler kurabilmekte anlaşan veya anlaşma şartlarını kabul eden bireylerin varlığı bir topluluğun varsayılmasını gerektirir. Bunun, sosyallik öncesi bireyler tarafından bir anlaşmanın ürünü olarak gösterilmesi yönündeki herhangi bir topluluk girişimi tutarsızlık oluşturacaktır, çünkü böyle kişiler müzakere, yansıtma, seçme yeteneğinden yoksun olacaklardır. Ve Sandel, ‘Rawls’un teorisi bunu dışarıda bırakır’ diyerek devam eder. Özgür ve eşit bağımsız kişiler arasında bir anlaşma ürünü olarak adil bir toplumun birlik sözleşmesini (adalet ilkeleri) oluşturma girişimi başarısız olur, çünkü bu kişiler, motivasyon ya da yansıtma ya da seçme kapasitesi olmayan biçimsiz şifrelere dönüşürler. Dolayısıyla bu kişiler sağlam sonuçlara ulaşamazlar.
Sandel, Rawls’un, hangi iyinin savunulması bize neyin iyi olduğunun savunulmasının oluşturulmasına yönelik ilk doğru olduğunu belirlememizi isteyen teleolojik teorilerin savunulamaz olduğu görüşüne de saldırır. Rawls’a göre, doğru ilkeler, ‘iyinin ince teorisini’ kabul eden özgür ve eşit kişilerin tercihleriyle oluşmuştur (farazi olarak), ancak onların kendileri iyinin tam olarak belirli ince teorisini desteklemezler. Rawls’un ilgisi, doğru ilkelerin seçilmesinin, egemen arzuları ya da iyinin görüşleri gibi bu türden (ve keyfi) faktörlere bağlı olmaması gerektiği hususu üzerinedir. Ancak Sandel’in argümanı, iyinin sadece ince bir anlayışı olan bir öznenin doğru ilkeleri seçtiği bir hükmü tarif etme çabasının hileli olmamasına dayanır. Bu tür bir aracı seçtiğinden, en iyisi var olan istekleri tanımlamaktan ve onları tatmin edici araçlarla eşleştirmekten ziyade, iyi anlayışı ve arzular, ilkelerin seçiminde tam olarak yer alacaktır. Dahası, yansımanın nesneleri keyfi olarak verilen değerlere göre farklılaşmamış arzular olduğu için, seçilen ilkeler, çeşitli iyi yaşam biçimlerinin ya da arzuların farklı emirlerinin değerinin ciddi biçimde incelenmesinin ürünü değildir. Eğer Rawls’un iddia ettiği gibi, bizim özgürlüğümüzle ve bizim temsilciliğimizle verilen arzuları ve onların tatmin edici araçlarını ‘etkin yönetimden‘ daha fazla bir şey olarak anlamak istersek, Sandel, o zaman Rawlçu liberalizmi ve bizim doğa anlayışımızı terk etmemiz gerektiğini ileri sürer. Bu amaçla şunları söyler: “Biz kendimizi tam bir yansıtmaya ehil olarak görmeliyiz. Ve bunun için, bizler, mülkiyetin tümüyle yükten kurtardığı özneleri, önceden bireyselleştirilmiş ve amaçlarımıza öncelik vermiş olmamalıyız, ama kısmen merkezi özlemlerimize ve bağlılıklarımıza, her zaman açık, gerçekten korunmasız, kişisel anlayışlılığın ışığında gözden geçirilerek büyümeye ve dönüşmeye tabi olmalıyız. Bu bağlamda, kendini yansıtma, yalnızca özel, ayrı kişiler olarak değil, aynı zamanda ‘ortak söylem kelime bilgisi ve örtük uygulamaların ve anlayışların bir arka planını’ sağlayarak kimliğimizi şekillendiren bir topluluğun üyeleri olarak yansıması anlamına gelir. Kendimizi ve iyi tabiatımızı yansıtmak, bu suretle topluluğun iyiliğini yansıtmak olur.”
Sandel, bütün bunların ahlak psikolojisinin oldukça farklı bir yaklaşımının üstü kapalı ifadesi olduğunu düşünür. Bizim ilgimiz, ahlaki uygulamalarımızı bazı bağımsız veya tarafsız bakış açılarından yargılamaya çalışmak için geri çekilmek değildir. Ahlaki muhakemenin amacı yargılamak değildir, anlayış ve kişisel keşiftir. Ben, ‘nasıl olmalıyım, ne tür bir hayata öncülük etmeliyim’ diye sormam, ama ‘ben kimim’ diye sorarım. Bu soruyu sormak için kişi önce kendisiyle ve en başta bir kişinin kimliğini oluşturan topluluğun karakteriyle ilgili olmalıdır. Bu bizzat adalet gibi felsefi soyutlamalar yerine, siyasetle – topluluğun taleplerine katılma faaliyetiyle – ilgilenmektir.
Kominiteryanlara göre, Rawls gibi filozoflar yanlış şeyi aramaktadırlar: evrensel ilkeler, evrensel (ya da en azından genelleştirilebilir) meselelere çözüm olarak hizmet ederler – bu durumda, politik birlikteliğin en iyi şeklinin doğası sorunludur. Ne var ki, meselenin gerçeği, filozofun zihni dışında bu tür bir meselenin olmamasıdır. Önemli meseleler siyasal birlikler kapsamında ortaya çıkar. Bunların çözümleri, birliğin merkezinde olan sorgulama pratikleri ve gelenekleri tarafından karşılanan kaynaklar kullanılarak bulunmalıdır. Biz evrensel ilkeleri (filozoflar tarafından yaratılan soyutlamalar) aramıyoruz, fakat söylem ve pratiğimizdeki örtük anlamları keşfetmeye çalışmak için içeriye doğru dönüyoruz.
Bu pozisyon, Küreler ve Adalet (Walzer 1983) adlı kitabında ve daha da önemlisi, ‘Felsefe ve Demokrasi’ adlı makalesinde Michael Walzer tarafından savunulmuştur. Walzer başlangıç noktasını Wittgenstein’in şu açıklamasından alır: ‘Filozof herhangi bir topluluğun fikirlerinin yurttaşı değildir. Onu filozof yapan da budur.’ Siyasal filozof, kendisini siyasal topluluktan ayıran, ‘etkili bağlardan ve geleneksel düşüncelerden mahrum bırakan’ bir kişi olarak kabul edilir; bundan dolayı o daha sonra ‘siyasi birlikteliklerin ve topluluğun uygun yapılarının (her topluluğun) ve hükümetlerinin anlamı ve amaçları hakkındaki en derin soruları cevaplamak için soru sorabilir ve mücadele edebilir.” Filozof bir yabancıdır. Politikanın iç yüzünü bilen, ama farklı sorular sorandır. Onlar, ‘Bu birliğin anlamı ve amaçları nedir? Bizim topluluğumuzun ve hükümetimizin uygun yapısı nedir?’ diye sorarlar. Ve eğer bu sonraki soruların doğru cevapları varsa, Walzer’in gözlemine göre, toplulukların olduğu gibi bunların da çok sayıda doğru cevabı olacaktır. Walzer, bu argüman doğrultusunda Platon’un en çarpıcı politik analojilerinden birisine başvurur.
Platon Cumhuriyet’te, bizim, loş ışıklı bir mağarada zincirlenmiş olarak yaşayan ve ateşten yansıyan kendi gölgelerini hakikat zanneden esirleri hayal etmemizi ister. Platon için filozof, aklın açık güneş ışığında, özgürlüğüne kavuşan ve gerçek bilgiye ulaşan kişidir. Onun görevi daha sonra mağaraya geri dönerek mağaradaki hemcinslerini aydınlanmaktır. İyi yönetişimi yönetmeye gerçekten sadece o uygundur. Ne var ki, Walzer’e göre, filozofun mağarada bir işi yoktur, onun evrensel gerçekler hakkındaki bilgisi için politik topluluğun hiçbir ilgisi olmayabilir. Topluluk, felsefi değil, siyasal sorular sorar ve onun istediği cevaplar felsefi bilgiyi değil siyaseti gerektirir. Çok sayıda mağara, ama tek bir güneş vardır, onun için karakter olarak siyasal bilgi özel ve çoğulcudur, oysaki felsefi bilme evrenselci ve tekildir. Biz filozofların politik başarısına karşı korunmalıyız, çünkü bu, ‘çoğulcu bir hakikat üzerinden tekil bir etkiyi zorlar’ ve ‘her bir partikülarist/tekilci toplulukta ideal bir uluslar topluluğunun yapısını tekrarlamak’ anlamına gelir. Bir düzine filozof kral, bir düzine birbirleriyle aynı krallıklar oluşturabilir. Ve Walzer, Rawls’a açık bir göndermede bulunarak şöyle der: ‘durum orijinal pozisyonda kurulan bir düzine toplulukla aynı olurdu: ama sadece bir tane orijinal pozisyon vardır’
Bu düşünceler, Michael Jackson’un Rawls’a yönelik eleştirisinde, ‘Mağara sakinleri güneşin filozoflarından mağara hakkında biraz bilgi sahibi oldular‘ şeklinde yazdığında yankılanmıştır. Mağara sakinleri olarak, Jackson şu gözlemde bulunur: ‘hayatlarımızın felsefi vaatlerle değil, politik performansla yönetildiğini biliyoruz’ ve bu, ‘felsefi açıdan etkili bir şekilde, fakat…siyasal açıdan ilgisiz bir transkültürel/kültürler arası bir adalet kriterini aramaktadır’
Bu tavır, Rawlsçu liberalizm düşmanlığı olarak kominiteryanların kalbinde yatar. Kominiteryanlara göre, Rawls, toplumun uygulamalarının filozofun aklının soğuk ışığında incelenmesini ve soyut olarak oluşturduğu ve ilke olarak sunduğu gerçek dışı standartlara göre değerlendirilmesini istemiştir. Fakat onların akıllarına göre Rawls, Bir Adalet Teorisi’nde kendisinin ortaya attığı soruya ikna edici bir cevap sunmamıştır: o halde biz neden orijinal pozisyonun sonuçlarına, ahlaki veya başka herhangi bir şekilde ilgi duymalıyız? Bu sonuçlar, filozofun yaratıcı yapısından daha fazla bir şey değildir.
Walzer’e göre filozof ‘mükemmel toplantıdaki tek gerçek katılımcı’ ve onun ortaya koyduğu ilkeler, kurallar, yapılar, aslında onun kendi düşüncesinin ürünleridir, ‘derli toplu bir biçimde tasarlanmış’, sadece onun kendisinin dayattığı her türlü kısıtlamaya tabidir. Ve Jackson’a göre, Rawls’un çalışması, bütün ‘mimarlık felsefesi’ gibi ‘çok kesin olarak kart sahibi filozofların çalışmasıdır.’ O zaman, adalet meseleleriyle ilgilenenlerin görevi, harici soyut ilkelere değil, uygulamalarda ve geleneklerde paylaşılan örtülü cevapları keşfetmek için içeriye bakmak olmalıdır.
Nitekim Walzer’in tanımı ‘Verili bir toplum eğer maddi hayatını belirli bir yolda yaşıyorsa – yani, üyelerinin anlayışlarını güvenilir bir şekilde paylaşıyorsa adildir’ şeklindedir (Walzer 1983, 313). ‘Bu anlayışların bastırılması (her zaman) gayri adil hareket etmektir’ (Walzer 1983, 314) Bir toplumun üyeleri olarak, sadece ‘sosyal anlam‘ bağlamında adaleti harekete geçirebilir ya da adalete karşı oluruz. Bu anlamların ‘uyumlu’ olması gerekmez: ‘bazen bunlar sadece dağıtımların tartışıldığı bir entelektüel yapı sağlar’ (Walzer 1983, 314) Ama orada ‘bununla hiçbir ebedi ve evrensel ilkeler yer değiştirmez’ olgusu kalır. ‘Dağıtıcı adaletin sabit her anlayışı yerel bir anlayıştır’ (Walzer 1983, 314)
Sandel’e göre, biz deontolojik doğru ilkelerine bakmamalı, bizim kendi ortak iyimize/değerimize bakmalıyız. Bizim sahip olduğumuz herhangi bir ahlaki ilke üzerinde, egemen uygulamalara ve var olan bağlılık duygusu ile yükümlüklere aykırı hiçbir şey inşa edilemez. Bu ilkelerin ortaya çıkarılması kim olduğumuzu, nasıl yerleştiğimizi ve iyi olana ne olduğunu sormamızı gerektirir. Bu da, bizim toplum için neyin iyi olduğunu sormamızı gerektirir, çünkü biz ‘kısmen bizim içinde yaşadığımız topluluklar tarafından tanımlandığımızdan’ bu yana ve bundan dolayı ‘bu toplulukların amaçlarının ve hedeflerinin karakterlerine dahil oluruz’ (Sandel 1988, 62).
Nitekim Sandel, ‘benim için iyi/değerli olanın bu rollerle yaşayan kişiler için de iyi/değerli olması gerekir’ diyen Alasdair MacIntyre’in görüşüne gönülden katılır (MacIntyre 1986, 205). Bu amaçla‘Benim hayatımın hikayesi daima kimliğimi türettiğim toplumların hikayesinin içinde gömülüdür’ der (Sandel 1988, 62). O nedenle, bizim ilgimiz, ‘Benim sahip olduğum haklar nelerdir?’ diye değil, ‘Bizim ortak iyimizin/değerimizin içinde ne vardır?’ diye sormamızı gerektirir diyerek devam eder.
Benzer bir şikayet liberal teorilerin bireylerin amaçlarını seçmede önceliği, bireysel hakları toplumun iddialarının üstüne yerleştirmeye verdiklerini düşünen Charles Taylor tarafından yapılmıştır. O, liberal düşüncenin yersiz varsayımının, insanı kendi kendine yeten, rasyonel ve özerk – toplumdan bağımsız olarak kabul etmesi olduğunu ileri sürer. Liberalizm, insanı ‘atomistik olarak‘ düşünür ve bu nedenle, insan sosyolojisinin gerçeğini yeterince açıklayamaz. Liberal kurumlar yanlış bir insan anlayışı üzerine kurulduğundan, bu kurumların kendileri üzerinde ‘atomize edici’ bir etkisi vardır.
Bireysel ‘haklara’ çok fazla odaklanmakla, liberal kurumlar, bireysel tercihi mümkün kılan kapasitelerin sürdürülmesinin önemini dikkate almamaktadır. Bunu yapmak için, Taylor’un görüşüne göre, bireylerin içinde bulundukları sosyal bağlamın, bu kapasitelerin beslenmesine yardımcı olan bir şey olmasını sağlamak için çok daha fazla ilgi duyduğumuz kurumlara ihtiyaç vardır (Taylor 1985). Diğer bütün kominiteryanlar gibi, Taylor’da, geleneklerimizi ve toplumlarımızı nasıl sürdürmemiz ve korumamız gerektiği sorununa daha fazla, bireylerin iddialarına daha az dikkat etmemiz gerektiğini düşünür.
Bu duygu, ‘Bu aşamada önemli olanın, içimizde zaten olan yeni karanlık çağlarda medeniyetin ve entelektüel ve ahlaki hayatın sürdürebildiği yerel topluluk biçimlerinin inşası olduğunu’ savunan MacIntyre tarafından da tekrarlanmıştır (MacIntry 1986, 244). Onun ‘erdemlerin geleneği’ olarak adlandırdığı şeyin ölümü, bizim varlığımızın herhangi bir rasyonel ahlaki gelenekle değil, başka araçlarla sürdürülen iç savaştan çok daha az miktarda olan bir siyaset tarafından yönetilmesine yol açmıştır (MacIntry 1986, 236): ‘barbarlar bizim sınırlarımıza karşı daha fazla güçlük çekmiyorlardı’, ama ‘zaten bizi bir süredir yönetiyorlardı’ (MacIntry 1986, 236). After Virtue/Erdemden Sonra isimli eserinde MacIntry, aydınlanma liberalizminin ilanının rasyonel bir ahlaki geleneğin çöküşünün en önemli bölümü olarak tasvir ettiği Batı ahlak teorisinin felsefi bir tarihini sunar. Ahlak bu süreçte dönüşmüş, parçalanmış ve en sonunda yerinden olmuştur.
Bu süreç, yalnızca Protestanlığın sekülerleştirilmesinde değil, aynı zamanda ‘inanç biçimleri’nde de bir değişimle ortaya çıkan bir ‘inanç değişimine‘ tanıklık etmiştir. Bu sosyal ve felsefi değişiklikler, ahlaki inancın haklılaştırılması hakkında anahtar soruları ortaya çıkarmıştır. ‘Ahlak‘, ‘ne teolojik ne hukuki, ne de estetik olmayan davranış kurallarının kendi kültürel alanlarına girmesine izin verilen belirli bir alanın adı’ haline gelmiştir (MacIntry 1986, 38). MacIntry’nin argümanı, ahlakın haklı çıktığı bu projenin uzun zaman önce bozulduğu yönündedir. Üstelik modern çıkmazımız bu umutsuz girişime katılmaya devam etmemizdir. Bu görüşte, sosyal düzenlemelerin bazı ilgisiz, tarafsız, harici bakış açılarından değerlendirilmesini beklemek ve bunların gerçek ahlaki değerlere sahip standartlar tarafından yargılanmalarını umut etmek mantıksızdır. ‘Sadece paylaşılan uygulamalara dayanan bu inançlara göre eğitilen iyiler ve paylaşılan eğilimler hakkında ortak inançları olan bir topluluk içinde, pratik akıl yürütme, başarı ve başarısızlık standartlarına sahip düzenli, sindirilebilir bir etkinlik olabilir‘ (MacIntry 1983, 591). Ne var ki, Rawls gibi modern liberaller, toplumun yeniden inşası görevine hiçbir şey katmazlar, ancak başarısızlığa giden bir projede ısrar ederler. Modern yaşamın, böylesine korkunç bir entelektüel ve toplumsal mutabakat sergilemesinin nedeni budur.
Özetle, Rawls’un kominiteryan eleştirisi, siyaset felsefesinin liberal yaklaşımına yönelik temel bir meydan okumadır. Bu genel olarak, Rawls’un adalet teorisi içindeki zayıflıkları, liberal teorinin genel karakteristiği olarak tanımlar. Sandel’e göre, bu karakteristik zayıflık, Rawls’un adalet teorisi tarafından önceden varsayılmış olan benlik nosyonuyla birleşen tutarsızlıklarında bulunur. Kominiteryanlara göre bu genel olarak, belirli toplulukların uygulamalarının hassas bir şekilde yargıladığı evrensel standartların olduğu fikrinin mantıksızlığında yatar.