Bu bakımdan hakaret suçuyla saygınlık, namus, şöhret, vakar ve haysiyetin korunmasıyla kişilik haklarından olan kişinin manevi değerleri korunmaktadır. Dolayısıyla hakaret suçuyla kişinin manevi bütünlüğü güvence altına alınmıştır. Kişinin manevi değerleri, şerefi kişinin özel alanına ilişkin varlıklarından olduğundan, hakaret suçu kişinin özel hayatına saygı hakkının da güvencelerinden birisini oluşturmaktadır.
Öncelikle ifade etmek gerekir ki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM/Mahkeme) göre, özel hayatın bir unsuru olan itibarın korunmasını isteme hakkı Sözleşmenin 8. maddesinin kapsamına giren bir haktır. AİHM, bir kişi bir kamuoyu tartışması çerçevesinde eleştirilse bile, o kişinin itibarının şahsi kimliğinin ve manevi bütünlüğünün bir parçası olduğunu ve dolayısıyla Sözleşmesel anlamda “özel hayat” kapsamına girdiğini kabul etmektedir.
AİHM, kendisine başvuran kişilerin, devletin bir eyleminden değil de, özel hayatına üçüncü kişilerin müdahale etmesini devletin engellemediğinden şikâyet ettiği hallerde, Mahkemenin görevinin; Sözleşmenin 8. maddesinden kaynaklanan olumlu (pozitif) yükümlülükleri çerçevesinde devletin, başvuranın “özel hayatının” bir unsuru olan itibarının korunmasını isteme hakkı ile karşı tarafın Sözleşmenin 10. maddesi tarafından korunan ifade özgürlüğünden yararlanma hakkı arasında adil bir denge kurup kurmadığını tespit etmek olduğunu belirtmiştir.
Eğer bu iki hak arasında bir denge kurulması işlemi Mahkemenin içtihadı ile tespit ettiği kurallara uygun olarak yapılmışsa, Mahkemenin kendi değerlendirmesini ulusal mahkemelerin değerlendirmesi yerine ikame etmesi için ciddi gerekçelerinin olması gerekmektedir.
Bu bağlamda AİHM, 8. maddenin uygulanabilmesi için kişinin itibarına yapılan saldırının belli bir ağırlık düzeyine erişmiş olması ve kişinin özel hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkından [kişisel olarak] yararlanmasına zarar verecek şekilde yapılmış olması gerektiğini ifade etmektedir. AİHM ayrıca, öngörülebilir şekilde [kişinin] kendi eylemleri sonucu ortaya çıkabilecek itibarının zedelenmesi olgusundan şikâyet etmek için Sözleşmenin 8. maddesinin ileri sürülemeyeceği kanaatindedir.
AİHM demokratik bir toplumda basının temel bir rol oynadığını değerlendirmektedir. AİHM’e göre, her ne kadar basının özellikle başkalarının itibarının korunmasına ve haklarına ilişkin bazı sınırları aşmamak yükümlülüğü olsa da, basının kamuoyunu ilgilendiren her türlü konuda ödev ve sorumluluklarına uygun olarak haber verme ve görüş paylaşma yükümlüğü bulunmaktadır.
Yine AİHM’e göre, basın (gazetecilik) özgürlüğünde belli ölçüde abartıya ve hatta tahrik yoluna başvurmak mümkün olsa da, bu özgürlük ilgililerin meslek ahlâkına saygı göstererek doğru ve güvenilir bilgi verecek şekilde iyi niyetli olarak hareket etmelerini zorunlu kılmaktadır.
AİHM, kötü niyetli olarak gerçeğin çarpıtılmasının bazen kabul edilebilir eleştiri sınırlarını aştığını kabul etmektedir.
AİHM, haber verme görevinin, zorunlu olarak ödev ve sorumluluklar ve basın kuruluşlarının kendiliğinden uymaları gereken sınırlar içerdiğini kabul etmektedir. Mahkemeye göre, bu durum özellikle basında yer alan söylemlerin isimleri zikredilen kişilerin ciddi şekilde itham edilmeleri hallerinde geçerlidir ki, böylesi ithamlar söz konusu kişileri kamuoyunun cezalandırması için hedef gösterme riski içermektedir.
AİHM, önüne gelen somut davaların kendine has koşullarında ulusal mahkemelerin başvuranı aşırı bir eleştiriden korumakta yetersiz kalıp kalmadıklarını araştırmaktadır. Bu noktada AİHM, iki hak arasındaki dengenin gözetilmesi bağlamında maddi olgular ile değer yargısı arasında bir ayrıma gidilmesi gerektiğini ve maddi olgular ispatlanabilse bile, değer yargılarının doğruluğunu ispatlamanın mümkün olmadığını değerlendirmektedir.
Sonuç olarak ifade edilmelidir ki AİHM’e göre, eleştiri eğer kişilerin amacı gerçekten buysa hukuka uygun kabul edilmelidir. İfade özgürlüğü, diğer hususların yanı sıra kişilerin haysiyet ve itibarının korunması ile sınırlıdır. Eleştiri, haksız ve dayanaksız bir bir şekilde yerden yere vurmaya, hakaret etmeye ve alçaltılmış bir dil kullanımına dönüştüğün zaman, eleştirinin nesnel sınırları aşılmakta ve hak ihlali gerçekleşmektedir.
Bu çerçevede, gerek yargı organlarımızın her iki özgürlük arasındaki denge sorununu çözmedeki kabiliyeti gerekse toplumuzu oluşturan bireylerin diğer kişilerin sahip olduğu hakları gözetme ve korumadaki hassasiyeti daha önce yaşanmış hak ihlallerinin tekrarlanmasının önüne geçecektir diye düşünüyorum. Tüm okuyucularıma esenliklerle dolu mutlu bir hafta sonu diliyorum.
Av. Sabire Meltem BANKO
Av. Sabire Meltem BANKO