İSTANBUL SÖZLEŞMESİ YAŞATIYOR MU?

Abone Ol

İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi, adından da anlaşılacağı üzere kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetle mücadele amacıyla 2011 yılında İstanbul’da imzaya açılmıştır. Bu yazıda, tartışmaların odağında olan bu sözleşmenin kapsamı, amaçları ve ülkemizde etkili şekilde uygulanıp uygulanmadığı konuları incelenecektir.

İstanbul Sözleşmesi’nin kapsamı nedir?

İstanbul Sözleşmesi’ne göre ‘’kadına karşı şiddet’’ kavramıyla ‘’herhangi bir insan hakları ihlali ve her türlü ayrımcılık’’ kastedilmektedir. Sözleşmeye göre söz konusu eylemlerde bulunma tehdidi, zorlama veya özgürlüğün rastgele şekilde kısıtlanması da dahil olmak üzere, kadınlara karşı fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri koruma kapsamında olacaktır. Bu eylemlerin kamuda ya da özel yaşamda meydana gelmesi ihtimalleri noktasında da herhangi bir ayrım yapılmamıştır.

Görüldüğü üzere sözleşmede şiddet eylemi, ceza kanunlarında yer alan şiddet kavramından daha kapsamlı tanımlanmıştır. Burada şiddet eylemiyle kastedilen, salt cebir ya da fiziksel müdahale değildir. Her türlü psikolojik, ekonomik ya da cinsel eylem şiddet olarak tanımlandığı gibi; tehdit, şantaj hatta kişinin hürriyetinden yoksun kılınması gibi eylemlerin tümü ‘’şiddet’’ olarak tanımlanmıştır. Bu sözleşme hem barış zamanında hem de silahlı çatışma durumlarında geçerli olup taraf devletler sözleşme hükümlerinin ve alınacak tüm tedbirlerin cinsiyet, toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim, dil, din, ırk gibi herhangi bir sebeple ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını sağlamakla yükümlüdür.

Toplumsal cinsiyet ne demektir?

Sözleşmede tanımı yapıldığı üzere toplumsal cinsiyet, herhangi bir toplumun kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar ya da özellikler olarak tanımlanabilir. Sözleşme, toplumlar tarafından kadınlar için uygun olduğu düşünülen geleneksel rollerin ve bu rollere aykırılık halinde kadınların şiddet ya da ayrımcılığa uğramasının karşısında durmaktadır. Burada önemle üzerinde durmak gerekir ki, toplumsal cinsiyet kalıpları yalnızca kadınlar için tehdit unsuru değildir. Geleneksel rollere uygun davranılmaması, buna uymayan erkeklerin de toplum tarafından eleştirilmesi, dışlanması hatta şiddet görmesinin önünü açabilir. Sözleşme, geleneksel rollerin kadına yükletilmesiyle ortaya çıkan toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ortadan kaldırmayı amaçlamakta ve bir kadına ‘’yalnızca kadın olduğu’’ için yöneltilen her türlü şiddet eylemine karşı da koruma sağlamaktadır.

‘’Kadının yalnızca kadın olduğu için’’ kalıbından, kadının zayıf olduğu için şiddete karşı koyamayacağının düşünülmesi, edilgen sayıldığı için her türlü davranışa boyun eğmesi gerektiği noktasında önyargı olması, toplumdaki yerinin salt evlilikle ve annelikle bir değer kazandığı düşüncesi ve hatta zekalarının yok sayılarak eğitimden mahrum bırakılmaları gibi türlü kalıplaşmış roller ve davranışlar anlaşılabilir. Tüm bunlar ve benzeri örnek değer yargıları ve davranışlar, kadının salt kadınlığından dolayı şiddete ve ayrımcılığa maruz kalmasının önünü açmaktadır.

Aile içi şiddet kavramından ne anlamalıyız?

Sözleşme, aile içi şiddet kavramıyla yalnızca mağdur kişiyle aynı konutta yaşayan aile bireylerinden gelen şiddet eylemlerini kastetmemektedir. Mağdurla aynı ikametgahı paylaşmakta olsun veya olmasın tüm aile bireyleri ve akrabalardan, aile içindeki eski veya mevcut eşlerden, hatta evlilik bağı olmaksızın birlikte yaşanan partnerlerden gelecek her türlü şiddet eylemi aile içi şiddet kavramına dahildir. Burada önemli olan husus, sözleşme hükümlerine göre aile içi ya da ev içi şiddet failinin mağdurla biyolojik ya da hukuki bir bağı olmasının aranmamasıdır.

Kadın teriminden ne anlamalıyız?

Sözleşmeye göre kadın terimi 18 yaşından küçük kız çocuklarını da kapsamaktadır. Bu sayede sözleşme hükümleri yalnızca reşit kadınları değil, 18 yaşından küçük kız çocuklarını da koruma altına alarak kapsamını genişletmektedir. Aynı zamanda sözleşmede çocukların korunmasına ilişkin başkaca hükümler de bulunmaktadır. Örneğin; taraf devletler herhangi bir şiddet olayının tanığı olan çocuklara, haklarının ve ihtiyaçlarının gözetilmesi amacıyla yaşlarına uygun olarak psikolojik danışmanlık desteği verilmesi gibi koruyucu tüm tedbirleri almakla yükümlüdür.

İstanbul Sözleşmesi neyi amaçlamaktadır?

Sözleşme, kadına karşı şiddeti ve ayrımcılığı önlemenin yanında, var olan şiddetin ortadan kaldırılması ve mağdurlarının korunmasının sağlanmasını da amaçlamaktadır. Burada önemli olan husus, İstanbul Sözleşmesi’nin bağlayıcılığıdır. Sözleşme bağlayıcı olduğu gibi, taraf devletlere tüm şiddet eylemlerinin önlenmesi, soruşturulması, kovuşturulması, cezalandırılması ve bu eylemlerin meydana getirdiği zararların tazmin edilmesi konularında yükümlülükler öngörmektedir. Taraf devletler yalnızca şiddet olaylarında değil, kadınların toplumsal cinsiyete dayalı uğramış olduğu ayrımcılığın önlenmesi için de gerekli tedbirleri ve politikaları almakla yükümlüdür.

Sözleşmenin bir diğer amacı kadınların eğitim, sosyal, ekonomik anlamda güçlendirilmesi ile kadın erkek eşitliğini sağlamak ve yaygınlaştırmaktır. Yine bu amaçların yerine getirilmesi için taraf devletler kapsamlı politika ve tedbirler tasarlayarak bütüncül bir yaklaşım benimsemek zorundadır. Sözleşmenin etkin şekilde uygulanması ve amaçladığı hususlara aykırılıkların ortadan kaldırılması için tüm devlet aygıtlarının, kolluk kuvveti birimlerinin ve sivil toplum kuruluşları ile diğer ilgili tüm kurumların birbiriyle iş birliği yapmalarına destek ve yardım sağlamak, devletlerin diğer bir yükümlülüğüdür. Ülkemiz de sözleşmeyi ilk imzalayan devlet olarak, kadınlara karşı herhangi bir şiddet eylemine girişmekten imtina edeceğini ve devlet yetkililerinin, görevlilerinin, organlarının ve kurumlarının bu yükümlülüğe uygun şekilde hareket etmelerini sağlayacağını taahhüt etmiş durumdadır.

İstanbul Sözleşmesi’nin yasakladığı hususlar nelerdir?

Sözleşmenin koruyucu ve önleyici tedbirlerinin yer aldığı başlıca konu başlıkları şöyledir: Velayet ve ziyaret hakları, zorla evlendirme, taciz amaçlı takip, psikolojik şiddet, fiziksel şiddet, tüm cinsel şiddet eylemleri, kadın sünneti, kürtaja ve kısırlaştırmaya zorlama, cinsel taciz.

Şiddet kavramı geniş tutulduğu için bunlara benzer birçok şiddet eylemi de sözleşme kapsamına girdiği gibi, bunlara teşebbüs ya da yalnızca bu eylemlerin meydana gelmesine yardımcı olmak da sözleşmenin engelleme amacı taşıdığı eylemlerdendir. Yine tüm bu konular kendi içerisinde geniş kapsamlı olup örnek olarak sözleşmede zorla evlendirme yasaklanmış, bununla birlikte taraf devletlere zorla evlendirmelerin sona erdirilmesi için mağdurlara gerekli tüm desteği sağlama ve bu amaçla tedbir alma yükümlülüğü de getirilmiştir.

Yine sözleşmeye göre kadına karşı şiddet ve ayrımcılık eylemlerinin hiçbirine kültür, töre, din, gelenek veya sözde “namus” gibi kavramlar gerekçe olarak öne sürülemeyecektir. Taraf devletler, şiddet eylemlerinden sonra başlatılacak soruşturmalarda ve ceza davalarında da bu gerekçelerin öne sürülmesini engellemek üzere gerekli tedbirleri almakla yükümlüdür.

Bunların yanında taraf devletler, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığı kınamak ve yasaklamakla yükümlüdür. Taraflar anayasalarına ve diğer ilgili mevzuatlarına kadın erkek eşitliği ilkesini dahil etmek ve bunun uygulamada gerçekleştirilebilmesi için her türlü tedbiri almak zorundadır. Sözleşme, taraf devletlere tüm bu hususlarda bütüncül politika izleme yükümlülüğü getirmektedir. Bu sebeple taraflar, kadınlara karşı ayrımcılık öngören tüm yasa ve uygulamaları yürürlükten kaldırmak zorunda olduğu gibi, yalnızca mevzuatlarını değil, soruşturma ve yargılamalarının da sözleşmeye ve amaçlarına uygun şekilde yürütülmesini sağlamak için gerekli tedbirleri almakla yükümlüdür.

Sözleşmenin yasakladığı en önemli husus şudur ki; sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddet olayıyla ilgili olarak, arabuluculuk ve uzlaştırma da dahil olmak üzere, zorunlu anlaşmazlık giderme alternatif süreçleri yasaktır. Görüldüğü üzere İstanbul Sözleşmesi, Türkiye’de çok tartışılan kadına yönelik şiddet vakalarında arabuluculuk ve uzlaştırma da dahil olmak üzere zorunlu alternatif süreçleri yasaklamıştır. Taraf devletler bu konuda da her türlü yasal ve diğer tedbirleri almakla yükümlüdür.

İstanbul Sözleşmesi hükümleri ülkemizde ne kadar etkin uygulanıyor?

Öncelikli olarak, sözleşmenin ilk imzacısı olan Türkiye’nin genel politikalarında kadın erkek eşitliğinin esas alınmaması ve kadına karşı şiddet vakaları üzerinde bu tutumun ne kadar etkili olduğu konusunda ayrıntılı bir çalışma yapılmaması İstanbul Sözleşmesi’ne aykırı olduğu gibi, kadına karşı şiddet vakalarının ne yazık ki gün geçtikçe artmasına sebep olmaktadır.

Yine her ne kadar İstanbul Sözleşmesi hükümleri göz önünde bulundurularak 2012 yılında 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun yürürlüğe girmişse de bu kanun kapsamındaki araştırma, soruşturma, cezalandırma verileri kapsamlı olarak tutulmamaktadır. Burada sözleşmenin etkin olarak uygulanması için devletin kapsamlı politikalarını etkin bir şekilde izlemesi ve verilerin ayrıntılı şekilde toplanması, analiz edilmesi ile sonuçlarının takibinin yapılması şarttır. Yine ülkemizde kadına karşı şiddetle mücadelede önemli bir yeri olan sivil toplum kuruluşlarının etkin şekilde desteklenmesi ve devlet aygıtlarıyla iş birliğine teşvik edilmesi de devletin bir yükümlülüğüdür.

Kadına karşı şiddet vakalarında zorunlu alternatif süreç yasağı ülkemiz mevzuatında etkili şekilde yer alıyor mu?

Her ne kadar İstanbul Sözleşmesi, kadına karşı şiddet vakalarında arabuluculuk, uzlaşma gibi zorunlu anlaşmazlık giderme alternatif süreçlerini tamamen yasaklamışsa da yasalarımızda bu hükme aykırılık teşkil eden birçok açık bulunmaktadır. Bu konuda birkaç örnek vermek gerekirse, Türk Ceza Kanunu’nun 86. maddesinde yer alan kasten yaralama suçunun 1. ve 2. fıkrası uzlaştırmaya tabiyken, 3.fıkrası olan bu suçun nitelikli halleri uzlaşma kapsamına girmemektedir. Bu madde hükümlerini İstanbul Sözleşmesi ve kadına karşı şiddetle mücadele kapsamında incelediğimizde ilginç sonuçlar çıkmaktadır.

Şöyle ki uzlaşma kapsamına girmeyen 3.fıkradaki kasten yaralama suçunun ‘’üstsoya, altsoya, eşe veya kardeşe karşı’’ işlenmesi, suçun nitelikli hallerinden biridir. Bu madde kapsamında, failin eşi, kardeşi, çocuğu ya da anne babası olmayan bir kişiye karşı işlediği suç uzlaşma kapsamında kalmaktadır. Kanun koyucunun bu hükmü, İstanbul Sözleşmesi’ne aykırı olarak eski eşe, flörte, uzaktan akrabaya, evde birlikte yaşanan başka bir bireye ya da evlilik dışı partnere karşı herhangi bir koruma sağlamamaktadır. Ülkemizdeki işleyişte kadınlar maruz kaldıkları şiddet vakalarında uzlaşmaya teşvik edilmekte, bu yolla faillerin cezalandırılmasının önü ‘’uzlaşma’’ alternatif yolu ile tıkanmaktadır. Kadınlar, bu uzlaşma tercihiyle karşı karşıya kaldıklarında baskı, zorlama, tehdit gibi başka şiddetlerle karşı karşıya kalmakta, cezaların caydırıcılık özelliği yitip gitmektedir.

Yine aynı durum tehdit suçu için de geçerli olup Türk Ceza Kanunu’nun tehdit suçuna ilişkin 106.maddesinin 1.fıkrası da uzlaşma kapsamında olan suçlardandır. Yine bu suçun nitelikli halleri olan silahla, failin kimliğini gizlemesi yoluyla, birden fazla kişi tarafından ya da bir suç örgütünü aracı kılarak korkutmak suretiyle işlenmesi durumlarında ise suç, uzlaşma kapsamına girmemektedir.

Yasamızda tehdit eden kişi, ‘’bir başkasını, kendisinin veya yakınının hayatına, vücut veya cinsel dokunulmazlığına yönelik bir saldırı gerçekleştireceğinden bahisle tehdit eden kişi’’ olarak tanımlanmış olup bu suçun basit halinin uzlaşma kapsamında olması yine kasten yaralama suçunda olduğu gibi İstanbul Sözleşmesi’ne aykırılık teşkil etmektedir. Bir kadının yalnızca kadın olduğu için maruz kaldığı şiddet ve ayrımcılık vakalarında, tehdit ya da kasten yaralama gibi suçların cezalandırılmasının kamu otoritesinin yetkisi dışında bırakılarak zorunlu bir alternatif sürecin insafına terk edilmesi, daha ağır suçların önünü açmakta ve büyük zararlar doğurabilmektedir.

Sonuç olarak, İstanbul Sözleşmesi hükümlerinin yalnızca görünürde değil etkin şekilde uygulanması ülkemiz için bir tercih değil, zorunluluktur. Özellikle ülkemizin de etkisi altında olduğu coronavirüs kaynaklı zorunlu karantina koşullarında kadına karşı şiddet vakalarının artmakta olduğu ne yazık ki bilinen bir gerçektir. Yukarıda belirtilen hususlara ek olarak, kadına karşı şiddetle mücadele için ve kadın erkek eşitliğinin sağlanması amacıyla çalışan sivil toplum kuruluşlarının, özellikle içinde bulunduğumuz zor dönemde devlet tarafından destek görmesi son derece önemlidir. Aksi halde destek alamayan ve iş birliği içinde olunmayan bu kuruluşların etkili çalışmalar yapamayacakları, hatta bir süre sonra geçici ya da kalıcı olarak faaliyetlerini durdurmak zorunda kalabilecekleri göz ardı edilmemelidir.

Unutulmamalıdır ki İstanbul Sözleşmesi yaşatır; ancak etkin ve bütüncül şekilde uygulanması şarttır.