İkiz Tutuklama

Abone Ol

1. Giriş

Uygulamada; kişiler hakkında uygulanan tutuklama tedbirine son verildikten sonra aynı tutuklama sebebi esas alınarak ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nun “Tutuklama nedenleri” başlıklı 100. maddesinde öngörülen şartlar sağlanmadan ikinci kez tutuklama tedbiri tatbik edildiği görülmektedir ki, “ikiz tutuklama” adı ile de bilinen bu uygulama “hukuk güvenliği” ilkesine aykırılığa ve hukuka duyulan güvenin toplumda zayıflamasına yol açmaktadır.

Aynı şüpheli veya sanık hakkında yürütülen soruşturma veya kovuşturma kapsamında verilen tutukluluk kararının kaldırılmasından önce veya özellikle kaldırılmasından hemen sonra, fakat fiili tahliyeden evvel, ilk tutukluluğun dayanağı olan suçun konusu ile aynı veya çok benzer veya aynı olaydan neşet etmiş suçlamadan dolayı yapılan tutuklama taleplerine ve verilen tutuklama kararlarına “ikiz tutuklama” veya “ikiz dosya tutuklaması” adı verilebilir. Belirtmeliyiz ki, bu tür tutuklamalar hukuka aykırıdır.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın “Cumhuriyetin nitelikleri” başlıklı 2. maddesine göre; “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir”. Şüphesiz ki normlar hiyerarşisinin tepesinde olan Anayasanın belirlediği bu niteliklerin bir anlamı olabilmesi için, Milleti ve Devleti temsil eden organların veya bu organlar adına hareket edenlerin, Cumhuriyet’in Anayasada sayılan niteliklerine bağlı kalması zorunludur.

Anayasanın 2. maddesinden de anlaşılacağı üzere Türkiye Cumhuriyeti, “hukukun üstünlüğü” ilkesini benimsemiş Devletidir. “Hukuk devleti” ilkesi de; her durumda ve mümkün olduğu kadar hak sahibinin hakkını elde etmesini, kullanmasını, borçlunun borcunu ödemesini, emir ve yasakları ihlal edenin cezasını çekmesini, varsa tasarruf ve kararlarda hataların düzeltilmesini, ancak kamu otoritesi arasında bir çatışmanın ve müdahalenin yaşanmamasını öngörür. Dolayısıyla; “hukuk devleti” ilkesinin temel amacı, bireylerin temel hak ve özgürlüklerini, hem birbirlerine, topluma ve hem de Devlete karşı korumaktır.

Temel hak ve hürriyetlerinden birisi, kişi hürriyeti ve güvenliği hakkıdır. Bu hak; bireyin diğer birçok hakkını kullanabilmesi için de gerekli olduğundan, bireyin tutuklanması tedbiri Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 100. maddesinde son çare olarak düzenlenmiş ve katı şartlara bağlanmıştır. Nitekim “Kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı” başlıklı Anayasa m.19/3’ün birinci cümlesinde de, tutukluluk tedbiri sıkı şartlara bağlanmıştır.

Anayasa m.19/3’ün birinci cümlesine göre; “Suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan kişiler, ancak kaçmalarını, delillerin yokedilmesini veya değiştirilmesini önlemek maksadıyla veya bunlar gibi tutuklamayı zorunlu kılan ve kanunda gösterilen diğer hallerde hakim kararıyla tutuklanabilir”.

CMK m.100/1 uyarınca; “Kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin ve bir tutuklama nedeninin bulunması halinde, şüpheli veya sanık hakkında tutuklama kararı verilebilir. İşin önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik tedbiri ile ölçülü olmaması halinde, tutuklama kararı verilemez”.

Anayasa ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nda gösterilen bu ölçütlerle birlikte, Anayasa m.19/3’de ve CMK m.101/1’de tutuklama kararının hakim tarafından verilme zorunluluğu, bireye tanınmış ayrı bir güvence olarak kabul edilmelidir.

Her ne kadar tutuklama tedbiri için birçok koşul aranmışsa da, bu koşulların uygulamaya yansımadığı, yargılamaya konu suçun CMK m.100’de sayılan katalog suçlardan olması halinde kişinin suçluluğu hakkında kuvvetli belirtilerin bulunduğunun varsayıldığı, yani incelenmeksizin varlığının kabul edildiği ve diğer şartlar somut bir şekilde ortaya koyulmaksızın tutuklama kararlarının verildiği görülmektedir. Tatbikatta tutuklulukla ilgili yaşanan en önemli iki sorun; ilk tutukluluk, tutukluluğun devamı veya uzatılmasında ortaya çıkan çifte standart ve gerek tahliye ve gerekse tutukluluk yerine adli kontrol veya tutukluluk kararlarında somut hukuki ve özellikle fiili gerekçe yokluğu veya eksikliği ile birden fazla tutuklunun bulunduğu dosyalarda bilhassa tutukluluk kararlarında bireyselleştirilmeye gidilmemesi ve bu konuda CMK m.101’in amir hükmü ile Anayasa m.138/1’e rağmen hakim ve mahkemelerin, tutuklama kararında soyut genel geçer, basma kalıp ve hükümleri tekrarlayan ifadelere yer verilmeye devam edilmesinden kaynaklanmaktadır.

Uygulamada tatbik edilmeye başlanan yeni bir yöntemde ise, kişiler hakkında iki veya daha fazla dosya oluşturularak, fiilen tutuklama tedbirine son verilmesinin önüne geçildiği, diğer bir ifade ile dosyaların birinde tutuklama tedbirine son verildiğinde, oluşturulan veya oluşturulacak olan diğer bir dosya ile tutukluluk tedbirinin devamının sağlandığı görülmektedir.

2. Anayasa Mahkemesi ile İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin Görüşü

Anayasa Mahkemesi[1] ile İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi[2] bu konu hakkında görüşlerini Atilla Taş başvurusunda açıklamıştır. 31 Ağustos 2016 tarihinde, gazete yazılarından ve sosyal medya paylaşımlarından oluşan ifadeleri nedeniyle gözaltına alınan başvurucunun, İstanbul 1. Sulh Ceza Hakimliği tarafından, terör örgütüne bilerek ve isteyerek yardım suçunu işlediği iddiasıyla tutuklanmasına karar verilmiştir. Ancak bu kararda, başvurucunun hangi yazısının, sosyal medya paylaşımının veya elde edilmiş diğer bir delilin terör örgütüne yardım kapsamında olduğu değerlendirilmemiştir. Anayasa Mahkemesi; başvurucunun tutukluluğunun hukukiliği ile ilgili iki değerlendirmede bulunmuş, bu değerlendirmelerden ilkinde tutukluluk bakımından ihlal kararı vermemiş olup, ikinci tutukluluk bakımından ihlal başvurusunu kabul etmiştir. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi ise, başvurucu hakkında uygulanan ilk tutukluluk tedbirinin de kişi hürriyeti ve güvenliği hakkını ihlal ettiğinden bahisle karar verdiği görülmektedir.

Anayasa Mahkemesi; ilk tutuklamaya dayanak olan delillerin, başvurucunun gazete yazılarından ve sosyal medya paylaşımlarından oluşan ifadeleri olduğunu, bunların FETÖ/PDY yapılanmasını övücü, bu yapılanmanın faaliyetlerini meşru göstermeyi ve yapılanmaya yönelik yürütülen soruşturmaları sonuçsuz bırakmayı hedefleyici nitelikte görüldüğünü ve bu hususların başvurucu ile FETÖ/PDY arasındaki ilişkiyi ortaya koyan bir olgu olarak değerlendirilmesinin keyfi olduğunun söylenemeyeceğini, bununla beraber başvurucunun yazıları ve paylaşımlarıyla ortaya koyduğu bu tutumunu darbe teşebbüsüne kadar devam ettirdiğini, dolayısıyla paylaşımların, suçun işlendiğine dair kuvvetli bir belirti olarak değerlendirilmesinin de temelsiz ve keyfi bir yaklaşım olarak görülemeyeceğini ifade ederek Anayasanın “Kişi hürriyeti ve güvenliği” başlıklı 19. maddesinin 3. fıkrasının ihlal edilmediğine oy çokluğuyla karar vermiştir.

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi ise; başvurucunun hangi yazı veya paylaşımlarının veya hakkında elde edilmiş olan diğer delillerin tutuklama kararında gerekçe olarak gösterilmemesini, Anayasa Mahkemesi’nin hak ihlali bulmadığı kararında, Sulh Ceza Hakimliği’nin kararında açıklanmayan olgulara itibar etmesini, başvurucunun tutuklanmasına gerekçe olarak gösterilebilecek şüphenin mevut bilgi veya olaylardan ulaşılamayacak olmasını ifade ederek, ilk tutuklama bakımından İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin “Özgürlük ve güvenlik hakkı” başlıklı 5. maddesinin 1. fıkrasının ihlal edildiği sonucuna varmıştır.

Belirtmeliyiz ki; ilk tutuklama bakımından Anayasa Mahkemesi kararının karşı oylarında da, kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiği ifade edilmiştir. Karşı oy yazısına göre; “terör örgütüne yardım (TCK m. 220/7, 314) suçlamasını içeren tutuklama kararında başvurucuya ilişkin bir bireyselleştirme yapılmaksızın aynı dosyada tutuklanmaya sevk edilen tüm şüpheliler yönünden toptan bir değerlendirme yapılmış, başvurucunun hangi eylemi, söz veya yazısının kuvvetli suç şüphesine neden olduğu belirtilmemiştir”.

İlk tutuklama kararının ardından başvurucu Atilla Taş hakkında 31 Mart 2017 tarihinde, İstanbul 25. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından tahliye kararı verilmiş, ancak aynı gün kendisi hakkında Anayasal düzeni ve Hükumeti cebren değiştirme ve yıkmaya teşebbüs suçlarından dolayı yeni bir soruşturma dosyası oluşturulmuş ve tekrar gözaltına alınmıştır. Buna yönelik verilen 14.04.2017 tarihli ikinci tutuklama kararında da, ilk tutuklama kararı ile aynı doğrultuda olarak, bireyin sosyal medya paylaşımları ile gazete yazılarına dayanılmış, yani her iki tutuklama kararında da temelde aynı olgular esas alınmıştır.

İkinci verilen bu tutuklama kararı hakkında Anayasa Mahkemesi; tutuklama amacıyla yakalama yapılabilmesi için kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin bulunması gerektiğini[3], 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 91. maddesinin 6. fıkrası uyarınca, “gözaltı süresinin dolması veya sulh ceza hakiminin kararı üzerine serbest bırakılan kişi hakkında yakalamaya neden olan fiille ilgili yeni ve yeterli delil elde edilmedikçe ve Cumhuriyet savcısının kararı olmadıkça bir daha aynı nedenle yakalama işleminin uygulanamayacağını”, bu hüküm nedeniyle aynı fiil sebebiyle ikinci kez yakalama yapılabilmesi için yeni ve yeterli delil elde edilmesinin zorunlu olduğunu, bu delilin CMK m.100’de belirtilen nitelikte olması gerektiğini, dolayısıyla yakalama yasağının tutuklama tedbiri bakımından da uygulanması gerektiğini, tutuklama kararının aynı olgulara dayanılarak verildiği takdirde bu kararın evleviyetle Kanuna aykırı olacağını, bu nedenle somut olayda ilk tutuklama ile ikinci tutuklama kararlarında suç nitelemesi farklı yapılmış olsa dahi, temelde aynı olgulara dayanıldığını ve bu suç tasnifine varılabilmesi için yeni bir delilin de elde edilememiş olduğunu ifade ederek, ikinci tutuklama kararının kanuni bir dayanağı olmadığından, Anayasanın 19. maddesinin 3. fıkrasının ihlal edildiğine oybirliğiyle karar vermiştir. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi de, ilk verilen tutuklama kararının fiilen ortadan kaldırılmadığından İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin “Özgürlük ve güvenlik hakkı başlıklı” 5. maddesinin ihlalinin devam ettiğini belirtmiştir.

3. Değerlendirme

Aynı olgu ve olaylar nedeniyle bireyler hakkında yeniden tutuklama tedbirine başvurulmasının talep edilerek kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının kolay bir şekilde sınırlandırılması; kanun koyucunun, hakim kararına bağlı tutmak suretiyle güvence altına aldığı kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı ile bu hakka ilişkin usuli güvencelerin bertaraf edilmesini gündeme getirmektedir.

Her ne kadar bazı dosyalar siyasi içerikli olsa veya kamuoyunun tepkisini çekse de, bu hususlar hakimi etkilememeli, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı buna izin vermemeli, tutukluluk kararları üzerinde kamu otoritesinin gölgesi bulunmamalıdır. Şüphesiz ki; siyasi olgular hukuk alanını etkilemeye başladığında, yürütme ve yasama organları ile yargı organı arasında olması gereken mesafe kapanacak, kamu otoritesinin dosyalar üzerinde etkisi ortaya çıkacak veya doğrudan bir etki olmasa bile toplumda bu yönde bir algı oluşacak, bu durumda yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı örselenecektir. Yargıya yönelik benzer etkilerin, kamuoyunun ilgi ve merakını çeken dosyalar yönünden toplumun bazı kesimlerinden ve özellikle sosyal medya üzerinden geldiği, yargıya özellikle tutuklama tedbirinin tatbiki ve nispeten daha az olarak da tahliye yönünde telkin ve taleplerde bulunulduğu, bu yönde “#hashtag” olarak bilinen sosyal medya etiketleri oluşturulduğu bilinmektedir. Yargı mensuplarının bunlardan etkilenmemesi gerektiği, önlerinde bulunan somut olayın özelliklerine ve delillere bağlı kalarak, Anayasa ve Kanunlar çerçevesinde hareket edip karar vermesi gerektiğinde tartışma bulunmamaktadır. Sosyal medya üzerinden oluşturulan bu tür baskı yöntemleri, yargı görevini layıkı ile yerine getirdiğine duyulan güvende bir kayıp olmaksızın, sırf arzu ettikleri sonuca ulaşmak isteyenlerin talepleri ise, yargıya duyulan güvende ve inançta bir sorun olmadığını bizlere gösterecektir ki, toplumdan ve sosyal medyadan gelen bu tür taleplerin önemi ve etkisi olmayacaktır. Ancak bu talepler; yargıya ve kararlarına duyulan güvensizlik algısı ve kabulü ile oluşturulup, adaletli bir karara ulaşılması gerekçesiyle yapılmakta ise, yargıya duyulan toplumsal güven ve inanç yönünde oluşmuş bu algının azaltılması veya tümü ile bertaraf edilmesi için her türlü önlem alınmalı, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı her bakımdan güçlendirilmelidir.

Erkler arasında bulunan bağımsızlığın ve ayırımın zayıflamasının yanı sıra, Anayasa ve kanunların bireylere tanıdığı güvencenin, çeşitli hükümler gerekçe olarak gösterilerek ortadan kaldırılması, esasında normlar hiyerarşisinin tepesinde bulunan Anayasayı da ihlal etmektedir. Bu ihlal, hem müdahalenin kanuni bir dayanağının olması gerektiğini öngören Anayasa m.38/1 ve hem de müdahaleye maruz kalan temel hak ve hürriyeti koruyan Anayasa m.13 bakımından gündeme gelecektir.

Yargı erkinin bağımsızlığını ve tarafsızlığını güçlendirilmesinin gündemde olduğu bu günlerde, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararların uygulanmaması, yasal güvenceleri gözardı eden ve “keyfi” olarak nitelendirilebilecek kararların verilmesi kabul edilemez. Hakimin verdiği bir kararın, cumhuriyet savcısı tarafından aynı konuda yeni bir dosya oluşturulmak suretiyle ortadan kaldırılması, yani hukuk güvenliği hakkı ve “kanunilik” ilkesi gözardı edilerek, hakim ve mahkemelerce verilen tahliye kararlarının tatbik edilememesi, hukuk düzeninin bireylere sağladığı öngörülebilirliğin ve güvenin zedelenmesine, mevcut kanuni düzenlemelerin dahi yeterince tatbik edilmemesine, bu nedenle de yeni kanuni düzenlemeler getirilse dahi, uygulamada mevcut olan sorunlar giderilmedikçe, hukuki öngörülebilirlik, bilinirlik ve hukuk güvenliği hakkı konusunda yaşanan sorunların bertaraf edilmeyeceği riskine sebebiyet verir.

Yargılamalarda; yasallığın, şeffaflığın, “hukuk devleti”, “hukuk güvenliği” ve “hukukun üstünlüğü” ilkelerinin, bir başka deyişle hukukun evrensel ilke ve esaslarının önemi inkar edilemez.

Yukarıda yer verdiğimiz kararlara konu dosyada; yargı makamının yalnızca davaya konu fiil ve faille bağlı olduğu, fakat hukuki tasnifle bağlı olmadığı, başka bir suça ilişkin yeni bir delil bulunmadan tutuklama tedbirinin tatbikinin istenemeyeceği ve “Duruşmanın sona ermesi ve hüküm” başlıklı CMK m.223/7’de[4] öngörülen “aynı fiilden dolayı iki kez yargılama yapılamaz ve ceza verilemez” ilkesi uyarınca tutuklama talebinin ve davanın reddinin gündeme geleceği, aynı şekilde devam eden bir dava ile aynı veya çok benzer konuda açılmış soruşturmada talep edilen tutukluluğun hukukiliğinin olmadığından bahisle tutuklama talebinin reddinin gerekeceği tartışmasızdır.

İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin kararında geçen; Atilla Taş hakkında verilen tahliye kararı sonucunda bu kararı talep eden Cumhuriyet Savcısı ile tahliye kararı veren İstanbul 25. Ağır Ceza Mahkemesi hakimleri hakkında, Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun 3 Nisan 2017 tarihli kararı ile verilen 3 ay uzaklaştırma cezasının “yargı bağımsızlığı” prensibi karşısında savunulabilecek hiçbir yanı yoktur.

Sanık hakkında iki farklı dosya oluşturulacaksa, bireyin diğer dosyadan tahliye veya beraat kararı alması beklenmemelidir. Her iki dosya aynı olmasa da, benzer zamanlarda yürütülebilir ve her ikisi açısından da tutuklama tedbirine başvurulması istenebilir, bu şekilde herhangi iki dosyadan birinde beraat veya tahliye kararına hükmedildiğinde, mükerrer olan tutuklama kararı mevcudiyetini koruduğundan, tutuklama tedbirine hukuka uygun şekilde devam edileceği açıktır. Tutuklama tedbirinin devamını sağlamak için gerçekleştirilen ani uygulamalar, toplumun hukuk düzenine duyduğu güvenin zayıflamasına ve hukuk güvenliği hakkının zedelenmesine neden olur. Bu nedenlerle; gerek tutuklama taleplerinin ve gerekse de taleplere ilişkin incelemelerin ayrıntılı yapılması, somut olayın özellikleri ile yasal güvencelerin birlikte ve karşılaştırmalı olarak değerlendirilmesi, şüphelinin veya sanığın tekrar tutuklanma talepleri ile tahliyeye yapılan itirazların ve yakalama kararı çıkarılması yönünde taleplerin, kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının hassasiyeti ve bu hakka getirilecek kısıtlamanın ağırlığı da dikkate alınmak suretiyle ayrıntılı incelenmesi isabetli olacaktır.

Prof. Dr. Ersan Şen

Stj. Av. Mehmet Vedat Ervan

(Bu köşe yazısı, sayın Prof. Dr. Ersan ŞEN tarafından www.hukukihaber.net sitesinde yayınlanması için kaleme alınmıştır. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısının tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan köşe yazısının bir bölümü, aktif link verilerek kullanılabilir. Yazarı ve kaynağı gösterilmeden kısmen ya da tamamen yayınlanması şahsi haklara ve fikri haklara aykırılık teşkil eder.)

-------------------

[1] Anayasa Mahkemesi, Atilla Taş Başvurusu, Başvuru no: 2016/30220, karar tarihi: 29.05.2019. Başvurucu Atilla Taş ile ilgili bu kararda, her iki tutukluluğun hukuki olup olmadığı incelenmiştir.

[2] İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, Atilla Taş v. Türkiye, Başvuru no: 72/17, karar tarihi: 19.01.2021.

[3] CMK m.98/1’de “tutuklama amacıyla yakalama” kavramına yer verilmemekle birlikte, m.98/1’in son cümlesinde yer alan bir hüküm Yüksek Mahkemeyi bu şekilde bir nitelendirmede bulunmaya yönlendirmiştir. CMK m.98/1’in ikinci cümlesine göre; “Ayrıca, tutuklama isteminin reddi kararına itiraz halinde, itiraz mercii tarafından da yakalama emri düzenlenebilir”. Çünkü Anayasa m.19’da da, “tutuklama amacıyla yakalama” kavramına yer verilmediği ve madde metnin yalnızca yakalama tedbirinden bahsedildiği görülmektedir. Böylece; “tutuklama amacıyla yakalama” tedbirinin, yakalanan kişinin mutlaka tutuklanacağı anlamına gelmesi sebebiyle kullanılmasında isabet olmadığını, hakkında yakalama kararı verilen ve yakalanan kişinin hukuki durumunun serbestçe değerlendirilmesi gerektiği ve CMK m.98/1’in son cümlesinde öngörülen yakalama tedbirinin de itiraza tabi olduğu gözardı edilmemelidir.

[4] Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 223. maddesinin 7. fıkrası uyarınca; “Aynı fiil nedeniyle, aynı sanık için önceden verilmiş bir hüküm veya açılmış bir dava varsa davanın reddine karar verilir”.