İfade özgürlüğü öylesi sihirli bir hak ve başlıktır ki demokratikleşme namına neredeyse tüm süreç, bu sihirli kavramdan başlamaktadır. Fakat önemine binaen bu sihirli kavram, ülkemizde maalesef yıllardır sorunludur, kanayan bir yaradır.
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM), bir kararında ifade özgürlüğünü “demokratik toplumun vazgeçilmez, asli unsuru” olarak niteler (Lingens/Avusturya, Başvuru No: 9815/8224, Karar Tarihi: 24.06.1986).
Türk Ceza Hukuku’nun en büyük isimlerinden, Ord. Prof. Dr. Sulhi DÖNMEZER hoca da 1958 yılında yayınladığı Basın Hukuku adlı kitabının önsözünde “Basın hürriyeti konusu politik olan cephesinden tamamiyle sıyrılmak suretiyle, sırf ilmi bir görüş ile tahlil ve izah edilmek lazım gelir” demiştir. Yine devamında “basın iktidarlara gölge etme başka ihsan istemem diyebildiği halde, günümüzde her türlü maddi ihtiyaçlarının tatminini iktidarlardan bekleyen bir basına ait hürriyet anlayışının bambaşka şart ve unsurlara tabi tutulması mecburiyeti ortada bulunmaktadır” cümlelerini kurmuştur. Sulhi Hoca’nın bu görüşleri, günümüzde hala güncelliğini korumaktadır.
Son yıllarda da ifade özgürlüğü, dillerden düşmeyen bir kavramdır. Hem bireylerin hem de basının üzerinde inanılmaz bir baskı bulunmakta. Tabiidir ki hakaret, tehdit ifade özgürlüğü olarak kabul edilemez. Fakat iktidar mensuplarının açtığı sayıları on binleri geçen hakaret davaları, ardından yüksek rakamlı manevi tazminat talepleri, ifade özgürlüğünün iktidar tarafından zedelendiğinin somut göstergesidir.
İfade özgürlüğü hem Anayasamızda (25 ve devamı maddelerde), hem İHAS (İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi) madde 10’da yer almaktadır.
Anayasamızda açık hükümdür, “Basın hürdür, sansür edilemez” “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir”. Aynı şekilde İHAS “herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve vermek özgürlüğünü de içerir” demektedir.
Basın Objektifliği
Ülkemizde hem ulusa hem de yerel basına baktığımızda müthiş bir kutuplaşma ve kavram karmaşası olduğunu görüyoruz. Kutuplaşma ulusal basında iktidara yakın olmak ile uzak olmak noktasında. Yerel basında ise yerel iktidara yakın olmak ve uzak olmak noktasında. Yani aslında bir kısım medya organları -hatta çoğunluk- ilkeleri ve objektifliği bir yana bırakmış, hemen tüm sayılarında yayınlarında bir/birkaç kişi över hale gelmişlerdir. Bu durum, basının olması gerektiği objektiflikten ne kadar uzaklaştığını göstermektedir. Ayda 30 sayının 20’sinden fazlasında bir/birkaç yöneticiye methiyeler yağdırılması, o basın organının ne kadar politize olduğunun ispatıdır. Bu hal ve şartta da basının objektifliğinden, tarafsızlığından söz edebilmek mümkün değildir.
Oysaki basın, tabi bir görüşe yakın olabilir. Yayın organın bir çizgisi olacaktır, bundan daha doğal bir şey olamaz. Fakat objektiflik asgari ölçüde korunmalı, doğruya doğru yanlışa yanlış denilebilmeli. Bu tutum, basının yöneticileri doğru yönlendirebilmesine vesile olur, halkın çıkarına hizmet noktasında fayda sağlar. Aksi halde yöneticinin hiçbir şekilde eleştirilmemesi, her yapılanın doğru olduğunun ifade edilmesi hatalıdır.
Genelgeler ve RTÜK Cezaları
Anayasa ve İHAS’taki açık hükümlere rağmen basın, iktidarlarca hemen her dönemde baskı altına almaya çalışılmış, sansüre maruz kalmıştır.
Anayasa ve İHAS’taki net hükümlere rağmen tüzüklerle, yönetmeliklerle, genelgelerle ifade özgürlüğüne ket vuran düzenlemeler hukuka aykırıdır. Çünkü tüzükler yönetmelikler genelgeler, Anayasa’ya ve İHAS’a uygun olmak zorundadır.
Ülkemiz, Anayasamızın 90.maddesinin 5.fıkrasında “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” Maddesini kabul etmiştir. Yani uluslararası andlaşmalar ile ulusal mevzuatlarımızda çatışma olursa, uluslararası andlaşma metinlerini esas alacağımızı taahhüt etmişiz. Bu yüzden İHAM kararlarını, İHAS hükümlerini yok saymak gibi bir tutum içine girmemiz Anayasa’ya aykırıdır.
Tüzük yönetmelik genelge gibi, normlar hiyerarşisinde Anayasa’nın altında bulunan metinlerindeki Anayasa ile çelişmeler, hukuka aykırıdır. Alt norm, üst norma uygun olmak zorundadır. Alt norm ile üst norm delinemez, çelişemez. Aksi haldeki çelişki, Anayasa’ya aykırılıktır. Ayrıca bu Anayasa’ya aykırılıklar hakkın özüne dokunmakta, Anayasa gibi temel normu ve normlar hiyerarşisindeki en üst metni adeta önemsiz hale evirmektedir.
Genelgelerle basına yüksek cezalar verilmesi, basın mensupları hakkında tazminat ve ceza davaları açılması, yurttaşlarda ve basın kurumlarda, sansür ve otosansür etkisi yaratmaktadır. Çünkü keyfilik ile her türlü yorumun yapılabileceği, muğlak yasal düzenlemeler (tüzük yönetmelik genelge gibi) çok ciddi sorunlar yaratır olmakta.
Oysaki “hukuk devleti” ilkesinin temelinde “öngörülebilir” vardır. Temel hak ve özgürlükler noktasında çizilen çerçevenin nasıl sınırlanabileceği, yine normlar hiyerarşisine uygun şekilde mevzuatlarda belirtilir.
Bu çerçevede içerisinde RTÜK’ün muhalif basın/yayın organlarına çok yüksek ve bazı basın/yayın organlarına nazaran görece yoğun olarak kesilen para cezaları ve yayın yasakları, sıkça şikayet konusu yapılan “hakaret” suçu iddiaları ve yüksek rakamlı “manevi tazminat” davaları, basın özgürlüğüne vurulan büyük darbelerdir.
Muhalif olan basın/yayın organlarının, büyük para cezaları ile karşı karşıya kalmaları ciddi bir sorundur. Sansür ve otosansür olarak bu cezalar geri dönüşü olmaktadır.
Yargı Kararları Işında Hukuk Devleti ve İfade Özgürlüğü
Devlet büyük bir güçtür. Devlet gücünün yetkileri ile donatılan kamu görevlileri, bu gücü birtakım kurallar çerçevesinde kullanabilir. Bu gücün denetlenemediği ve sınırlanamadığı noktada keyfilik, kontrolsüz bir güç oluşur. Bu da temel hak ve özgürlüklere büyük zararlar verir.
Anayasa Mahkemesi’nin bir kararında (2013/67 E. 2013/164 K. ,26.12.2013) “Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyulabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar” demektedir.
İHAM bir kararında (İncal/Türkiye, 22678/93 Başvuru No, 09.06.1998 Karar Tarihi) “Hükümet bakımından kabul edilebilir eleştirinin sınırları, sıradan bir kişiye, hatta politikacıya oranla daha geniştir. Demokratik bir sistemde, hükümetin eylem yada ihmalleri sadece yasama ve yargı organlarının değil, aynı zamanda kamuoyunun da titiz bir denetimi altında bulunmalıdır. Ayrıca, özellikle muhaliflerinin eleştiri ve saldırılarına karşı başka türlü cevap verme yolları mevcutsa, hakim bir mevkiyi işgal ettiği göz önünde tutulan hükümet, cezai yaptırım yolunu kullanırken ölçülü hareket etmek durumundadır.” demektedir.
Yani İHAM der ki “denetleme ayrıca ve tabiidir ki yurttaşın görevidir, yurttaş bu görevinin kullanırken ağır ve sert bir dil kullanabilir”.
Tutuklama Sorunsalı
Ülkemizdeki ifade özgürlüğüne ilişkin kararlar ile İHAM kararlarını ve ölçütlerini karşılaştırdığımızda ise, orada büyük farklar olduğunu görüyoruz. Ülkemizde hakaret suçu iddialarının soruşturulması sırasında polislerin gece yarısı evlere baskın yaparak gözaltı uyguladıkları, sulh ceza hakimliklerinin “gerekçe” adı altında gerekçesiz ve dayanaksız kararlar verdiklerine şahit oluyoruz.
Maalesef gece yarısı polis baskınları, kaçma şüphesine dair ortada hiçbir emare yokken tutuklama gerekçesi olarak “kaçma şüphesine” de yer verilmesi, son derece hatalıdır ve abestir. Ortada hiçbir emare yokken dahi “ama kaçabilir” diye cümleye başlanır ve tutuklama kararı verilirse, o kararda hukukilik olamaz.
Oysaki tutuklama, şartları CMK’da detaylı olarak belirtilmiştir. Kanundaki gerekçelerden ve maddenin özünden saparak, adeta sopa gösterircesine tutuklama kararları verilmesi hukuka aykırıdır. Bu tarz hukuk kararları demokratikleşme sürecine büyük bir ket vurmaktadır.
Bir yargılama yapılacaksa “ibret olsun” diye tutuklama kararı verilmemeli. Hiçbir saik ve amaçla, kanun dışına çıkılmamalı.
Bilhassa ifade özgürlüğüne ve basın mensuplarına yönelik yargılamalarda hukukun titiz işlemesi, İHAM içtihatları noktasında ve kanunun ruhuna uygun yorumlar yaparak, baskı altında kalmadan kararların yazılması elzemdir. Tutuklama cezalandırma aracı değildir.