Ülkemiz depreme gebe topraklar üzerine kurulmuş ve bu bakımdan geçmişten günümüze çok acı tecrübeler yaşamıştır. Deprem Bölgeleri Haritasına göre yurdumuzun %92'si deprem bölgeleri içerisinde yer almakta, ülke nüfusumuzun % 95'i deprem bölgelerinde yaşamakta, ayrıca büyük sanayi merkezlerinin % 98'i ve barajların % 93'ü yine deprem bölgelerinde bulunmaktadır. Hal böyleyken deprem hepimiz için kaçınılmaz bir gerçektir. 6 Şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş’ta meydana gelen 7,7 ve 7,6 büyüklüğündeki iki deprem de müktesebatımızı genişleten en acı felaketlerden biri belki de en büyüğü olmuştur.
Yaşanan tüm bu olumsuzlukların telafisi maalesef mümkün olmasa da en azından maddi zararın giderilmesi bakımından yapılabilecek birkaç husus üzerinde özellikle idarenin sorumluluğu bakımından durmak gerekmektedir. İdarenin sorumluluğuna cezai bakımdan gidilemeyecektir zira hukukumuzda tüzel kişilerin cezai sorumluluğu kabul edilmemektir. İdari faaliyetlerin yerine getirilmesi esnasında bir suç işlendiği takdirde ise bizzat suçu işleyen personel sorumlu tutulur. Ancak idarenin mali sorumluluğuna gitmek hususunda hiçbir beis bulunmadığı açıktır. İdare hukukunda idari sorumluluğun iki alt başlık altında toplanır; bunlar “kusurlu sorumluluk” ve “kusursuz sorumluluk” tur
İdare hukuku bakımından asıl olan kusurlu sorumluluktur ve bu kavram hizmet kusuru şeklinde vücut bulur. Hizmet kusuru öğretide “idarenin kuruluşunda, düzenlenmesinde ve işleyişinde ortaya çıkan bir ‘bozukluk’, ‘aksaklık’ veya ‘boşluk’ olarak tarif edilmektedir. Hukukumuzda hizmetin “hiç işlememesi”, “geç işlemesi” veya “kötü işlemesi” hizmet kusuru olarak değerlendirilmekte idarenin ortaya çıkan zararı tazmin etmesi gerekmektedir.
İdari sorumluluğun bir diğer alt başlığı “kusursuz sorumluluk” tur. Kusursuz sorumluluk, idarenin herhangi bir kusuru aranmaksızın, faaliyetleriyle zarar arasında nedensellik bağı kurulabildiği hallerde idarenin oluşan zararı tazmin etme yükümlülüğü olarak tanımlanabilir. Asıl olan kusur sorumluluğu olup kusursuz sorumluluk istisnai nitelikte bir sorumluluktur. Belirtmekte fayda vardır ki aynı anda hem kusur hem de kusursuz sorumluluğa dayanılması mümkün olamaz. Kusursuz sorumluluk ilkesi bugün genel anlamda risk ilkesi ve kamu külfetleri karşısında eşitlik ilkesine dayanmaktadır.
Makale konusu olan depremzedelerin idareden talep edebileceği zararları ise idarenin hangi türdeki sorumluluğuna girdiği konusunda farklı yargı kararları bulunmaktadır. Aşağıda üzerinde durulan asıl sorumluluk idarenin kusurlu sorumluluğu olan hizmet kusurudur. Ancak bazı Danıştay kararlarında depremin “beklenmeyen hal” mücbir sebep kabul edildiği ve davanın reddedildiği kararlarının da bulunduğunu ifade etmek gerekir. Ancak deprem kuşağında yer alan bir bölgede yürütülen faaliyetlerde idarenin depreme karşı hazırlıklı olması gerektiği; gereken denetim, araştırma, kontrol, geliştirme, onarım ve projelerin yapılması mecburiyetinde olduğu ve bu durumlar göz önünde bulundurularak mücbir sebep bahanesine sığınılmaması gerektiği açıktır. Ayrıca nadir de olsa gerekli denetim ve projelerin yapıldığı belediyelerde zararın ne kadar hafif olduğu ve tehlikenin neredeyse zararsız atlatıldığı da görülecektir. Hal böyle iken depremin bir mücbir sebep oluşturmadığı, ülkemizin bir gerçeği olduğu ve uzmanlarca bu gerçeğin her fırsatta bölge isimleriyle altının çizildiği; bu sebeplerle idarenin sorumsuzluğu değil, hizmet kusuru bakımından sorumluluğu doğması gerektiği bir gerçektir.
İdare hukuku bakımından kesin süreler öngörülmüş olup bu süreler aylarla dahi ifade edilmeyen kısa sürelerdir. Bu sebepten bu makalede depremzedelere rehberlik etmek amacıyla pek önemli hususların altı çizilecektir.
Öncelikle deprem nedeniyle yıkılan binanın enkazında kalarak yaşamını yitirenlerin yakınları tarafından maddi ve manevi tazminat davası açılmalıdır. Bu davanın idare hukukunda görünümü tam yargı davasıdır. Davalı olarak ilgili belediye ve bakanlığın bir arada gösterilmesi faydalı olacaktır. Deprem nedeniyle zarara uğranılması halinde zarar görenin açacağı dava ise İdari
Yargılama Usulü Kanunu madde 13 kapsamına gireceğinden dava açmadan evvel idareye başvurulması şarttır. Başvurudan itibaren 30 gün boyunca idarenin suskun kalması zımnen ret anlamına gelir bu durumda 30 günlük sürenin bitimden itibaren 60 gün içinde dava açılması gerekir, bu süre kaçırılırsa bu dava bakımından hak kaybına uğranılır. Başvurunun reddi halinde ise ret tarihinden itibaren yine 60 günlük süre başlar ve bu süreye riayet edilerek dava açılması gerekir. Sürenin hak düşürücü süre olduğunun altını çizmek gerekir.
Davanın nerede açılacağı hususu da önem teşkil eder. Zira depremzedeler afetin ardından hasarlı binalara girmek istemez veya zaten girecek bir binaları kalmamıştır, bu durumda çoğu zaman mümkünse şehri terk ederler. Ancak açılacak davalar bakımından kesin yetki hali söz konusu olup; yetkili mahkeme taşınmazın bulunduğu yer idare mahkemesidir. Bu doğrultuda yeni ikamet adreslerindeki idare mahkemesinde dava açmaları gibi bir durum söz konusu olamayacaktır.
Deprem nedeniyle yıkılan binanın enkazında kalarak yaşamını yitirenlerin yakınları tarafından açılan davalarda davalı idarelerin hizmet kusurunun bulunduğundan bahisle uğranıldığı ileri sürülen zararlara karşılık olmak üzere destekten yoksun kalma tazminatı ile manevi tazminat istenebilecektir.
Ayrıca yıkılan binadan dolayı zarar gören ev eşyalarının bedeli, aracın enkazda kalması durumunda araç bedeli ,bağımsız bölümün yeniden yapım maliyeti ve benzeri zararların tazmini istemi de mümkündür.
Davacı olmak bakımından taşınmaz maliki yani konutun, işyerinin vb. sahibi olmak zorunluluğu olmayıp yıkılan binada kiracı olmak da tam yargı davası açmak bakımından davacı sıfatına haiz olabilmek için yeterli bir şarttır. Özetle yıkılan bir binada kiracı olarak bulunan kişiler de tam yargı davası açabilir. Burada ayrıca açılanması gereken husus dava açma ehliyeti bakımından doğrudan zarar gören kişi dava açma hakkına sahipse de evini kiraya veren yapı sahibi de başka sebeplere dayanarak tam yargı davası açabilecektir.
Binanın iskanı olmasa dahi hizmet kusurunun varlığı kabul edilmiştir. Hatta, onaylı mimari projesine ve yapı ruhsatına aykırı yapılaşma olması halinde dahi hizmet kusurunun bulunduğu kabulü gerekecektir zira sadece yıkım kararının alınmasın yeterli olmayıp ilgili binanın yıkılmasıyla idarenin sorumluluğu biter. Bu sorumluluk 3194 sayılı kanunun 32 ve ilgili maddelerinden kaynaklanan bir sorumluluktur.
Son olarak yaşanan depremler sonuca yapıda meydana gelen hasar durumunu ortaya koymak amacıyla ilgili idarece hasar tespit raporu hazırlanmaktadır. Hasar gören yapı hakkında düzenlenen hasar tespit raporunun gerçek olmadığını, hatalı düzenlendiğini düşünenler bulunmakta ise söz konusu raporun iptali istemiyle idare mahkemesinde dava açması gerekecektir. Bu davada yaptırılacak keşif ve bilirkişi incelemesi sonucu karar verilmektedir.
Hasar tespitinin bina enkazları kaldırılmadan yapılması gereklidir. Yoksa hukuki sorumluluğun ispatı zorlaşacaktır. Bu şiddette ve büyüklükte, bu kadar geniş çapta bir coğrafyayı etkilemiş bir afetin her bina bakımından detaylıca ve özenle rapor hazırlanması mümkün olmayabilir. Bu anlamda en azından binanın fotoğraf ve videoların talepte bulunacak tarafça kayda alınması ispat bakımından yararlı olabilecektir. Aziz milletimizin başı sağ olsun.