Yahya Kemal’den mi okudum bu notları hatırlamıyorum şimdi: Bir adam görür, kışın yalınayak. Paltosuna sarınmış şairimiz, üşüdüğüne üzülür bu adamın önce. Sonra... yoldan geçen ayaksız bir adamı görür. Der ki, ‘yalınayak adama hiç üzülmedim artık’.
Yokluklarımızı saymak yerine... elimizdekilerin kıymetini bilmektir... tam da bahsetmek istediğim.
Bizler babalarımıza göre daha konforlu bir hayatı bulduk yanı başımızda, çocuklarımız ise bize göre daha da konforlusunu. Bazen bakıyorum sanki biz daha mutluyduk gibi. En azından daha kolaydı gülümsememiz.
Bir gazoz kapağı bulunca sevindiğimiz çocukluk günleri... Plastik top parası biriktirdiğimizde bakkaldaki heyecanımız. Bayramlık elbiseler alındığında o geceyi o elbiselerle yatağımızın yanıbaşında geçirmemiz. Yeni ayakkabılarımızdan gözlerimizi alamayışımız.
İlk okul son sınıfta ilk fotoğrafıma verdiğim para. Hala atmaya kıyamadığım bilyelerim. Nihayet liseye ilk gittiğimde aldığım ilk paltom. Ben o yıl artık bu dünyada hiç üşümeyeceğimi düşünmüştüm.
Ne üç tekerlekli bisikletim oldu ne de iki tekerleklisi. Otuz yaşında öğrendim düşe kalka bisiklete binmeyi oğlumun bisikleti ile. Laf aramızda çok da sevdim.
Aslında hayat bize ne kadar cömerttir... Yağmur düşer saçlarımıza, kar uçuşur ellerimize. Mevsimler bir renk cümbüşü sunar. Hepsinden öte, kulaklarımız duymaktadır, dilimiz hala dua mırıldanabilmektedir... Ve ellerimiz hala sıcak elleri tutabilmektedir.
Bir dilim ekmekle de doyabilmektedir karnımız ve hala dişimiz vardır bir elmayı ısırabilecek kadar. Hepsinden öte, hala adaleti hissedecek kadar diridir kalplerimiz ve doğruyu bulabilecek kadar yıpranmamıştır duygularımız.
Bir kış gecesinde bu saatte, soğuğu hissettiğim için mutluyum, yağmuru gördüğüm için sevinçliyim. Sarayım da yalım da yok ama bir sıcak yuvam var en azından. Halen cebimde benden sadaka isteyenlere verecek üç beş kuruşum ve misafirime ikram edecek bir tas çorbam var.
Mehmet Akif Ersoy der ki, ben kuru fasulye yemeye razı olduktan sonra, dünyaya eyvallah mı ederim? İşte tam da gençliğimin ilk yıllarında ben de karar vermiştim kanaat etmeye. Yokluğa da varlığa da. Ve inanın, hayatımda kimsenin elindekinde gözüm olmadı.
Melali anlamayan nesle aşina değiliz der ya Ahmet Haşim. Yokluğu bilmeyen ya da yokluktan anlamayan nesil tanıdık gelmiyor bana da. Ben bugün küçücük dertlerle boğuşanları gördüğümde ya da insanların ellerinde olmayan daha lükse üzüntülerini... Yokluğun ve yetinmenin çemberinin ne de öğretici olduğunu görüyorum ve ne de az kanaate sahip olduğumuzu.
‘Biz varlıkta sabrederiz, bulduğumuzda ise şükrederiz’ diyen dervişe karşı, ‘Biz yoklukta şükrederiz, varlıkta ise elimize geçenleri dağıtır, paylaşırız’ diye cevap veren ermiş kişi, kanaat çizgisini daha da yukarıya taşımış gibidir.
Kanaat bitip tükenmek bilmeyen bir hazinedir. Akıllı olan kişi ne dünyadan kazandıklarına sevinir ne de kaybettiklerine üzülür der büyükler.
Sevgili öğrencilerim ve dostlarım.
Bir kez daha söylesem çok mu tekrar etmiş olurum: Yokluklarımızı saymak yerine... elimizdekilerin kıymetini bilmektir kanaat.