Ahlak, belli bir dönemde ve belli bir insan toplumunda oluşan, iyi/kötü, doğru/yanlış ölçütlerine göre bireylerce uyulmak gerektiğine inanılan, bireysel/toplumsal/evrensel vicdanda kaynağını bulan davranış kurallarının bütünüdür.
Bu tanımdan da anlaşılacağı gibi, ahlak, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen kurumlardan biridir. Tıpkı hukuk gibi.
Gerçekten toplum yaşamı olmasaydı, birbirinden bağımsız insanlar ve insanlar arası ilişkiler olmasaydı, ne ahlak olurdu ne de hukuk.
İnsan yaşamının biyolojik yasaları “olan alan”la ilgilidir. Bu yüzden “nedensellik yasası”na tabidir.
Ahlak ve hukuk ise “olması gereken alan”la ilgili oldukları için, olması gereken insan davranışlarını düzenlemekte ve kodlamakta; hak ve ödevleri belirlemektedir. Bu yüzden ahlak da, hukuk da insana özgü kurallara (normlara) göre “değer biçici yorum”a tabidir.
Bu durumuyla ahlak, felsefenin en eski inceleme ve yorum dallarından biridir.
Kant öncesinde ahlaka amaççı bir temelde yaklaşılmıştır.
Eski Yunan’da, “güç” (daimon) ile “iyi” (eu) sözcüklerinin birleşmesinden oluşan “insan ruhuna özgü iyi/adil/doğru/uyumlu güç” (eudaimonia), son çözümlemede insan mutluluğuna vurgu yapıyordu. Platon, adil ve doğru olanı, böylelikle “iyi olan”ı yaşayan kişinin bu amacı, yani mutluluğu yakalayacağına inanıyordu. “Devlet” ve “Yasalar” adlı yapıtlarında bunlara değinmişti. Aristoteles de, Platon da, ahlakı “amaççı” (eudaimonist) açıdan irdeliyorlardı.
Her din de, özünde bir ahlak dizgesidir.
Dinler, genelde sürekli iki tutum izler.
Birincisi, kurumsal olarak, her din, insan ilişkilerini buyruklarla, yasaklarla düzenler.
İkincisi, yöntemsel olarak, her din, ölümsüzlük vaat eder. Ölümsüzlük her insanın değişmez amacıdır. Dinlere göre bu ölümsüzlük iki biçimde ve mutlaka gerçekleşecektir. Ya insan, buyruklara ve yasaklara uyacak, cennette sonsuza dek kesinlikle mutlu yaşayacak, ödüllendirilecek; ya da uymayacak, cehennemde sonsuza dek acılar içinde mutsuz yaşayacak, cezalandırılacak.
Ne var ki, “iyi, doğru” kavramlarının içerikleri bireysel ve toplumsal açıdan kişiden kişiye, toplumdan topluma, zamandan zamana değişip dururlar.
Ancak acaba bütün zamanlar ve herkes için geçerli bir ahlak kurulamaz mı?
İşte bu soruya “evet, kurulur” diyen düşünür, Kant’tır.
Kant, ahlakı değişmez bir temele oturtmayı başarmıştır.
Kant, her şeyden önce, esin kaynağı ne olursa olsun, insana özgü mutluluk amaçlı ahlak anlayışlarına karşı çıkar.
O, ilkin “insan özgürlüğü” sorunsalına el atar. Hem de daha önce rastlanmayan bir biçimde.
Kant, bu sorunsalı çözmek için “varlıklar dünyası”nı ikiye ayırır.
Birincisi, doğa olaylarıyla ilgili ve nedensellik yasalarının
geçerli olduğu doğal alandır (phaimenon).
Bu alanda hiçbir canlı, dolayısıyla insan da özgür değildir. İnsanın iradesi bağımlıdır. Kendi dışında gelişen “dışa bağımlı, başka (yad) erkli” (heteronom) yasalara göre davranmak zorundadır.
İkincisi ise, doğa yasalarının etkisi dışındaki alandır (noumenon).
Bu alanda doğa ve nedensellik yasaları egemen olamaz.
Zira insan, doğrudan doğruya “pratik aklı”nın, “vicdan”ının yönlendirdiği “özgür iradesi”ni ortaya koyan bir canlıdır; “bağımsız”dır, “özerk”tir (otonom).
Demek Kant, iki anlayışı, yani yazgıcılığa (fatalizm) teslim olan belirlenimciliği (determinizm) ve kargaşaya sürükleyen belirlenmezciliği (indeterminizm) bütünüyle dışlar. Çünkü bunlar insan yapısıyla uyuşmamaktadır.
Gerçi Kant da bir tür belirleyiciliğe, nedenselliğe dayanır. Ancak bu belirleyicilik, doğadan, nedensellikten ve başka bir dış etkenden değil, insanın bağımsız pratik aklından, özgür vicdanından, nesnel iyiye yönelik özerk iradesinden kaynaklanır.
İnsan davranışlarını düzenleyen işte bu iradedir.
Kant, insanın amaç ve irade ortaya koyabilen bir varlık olduğunu vurguladıktan sonra şunları söyler: “Bir insanın eylemlerinin başkasının iradesine bağımlı olmasından daha korkunç bir şey yoktur.”
Görülüyor ki Kant, su katılmamış bir özgürlükçüdür. Ona göre, evrende değer üreten, dolayısıyla ahlak yasaları kotaran ve bu arada özgürlüğü yaşayabilecek olan biricik varlık, özgür iradesiyle davranışlar sergileyebilen insandır.
Bu saptamalardan sonra elbette geriye herkes ve bütün zamanlar için geçerli bir ahlak yasası oluşturmak kalıyordu.
Kant işte bunu başardı.
Gerçekten kimi ahlak kuralları ve davranışları vardır ki, hiçbir dönemde ve hiçbir yerde hiç değişmemiştir. Sözgelimi, “kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapmamalısın” biçimindeki evrensel ahlaki buyruğu, Tevrat’ta da, İncil’de de, Kur’an’da da, Konfüçyüs’te de, Taoculuk’ta da, Budacılık’ta da, kısaca her dizgede bulmak olanaklıdır. Yine “dürüst ol” gibi kişisel, “yoksullara yardım et” gibi toplumsal ahlakın “altın kural”ları da tarihin her döneminde, her yerde geçerli olmuştur; evrenseldir. Acımasızlık, kurnazlık, çıkarcılık, bencillik, ikiyüzlülük her yerde ve her dönemde ahlaka aykırı, kötü ve yanlış; acıma, özveri, cömertlik, elcillik, ilkelilik yine her yerde ve her dönemde ahlaka uygun, iyi ve doğru görülmüştür.
Nitekim Kant, ahlak öğretisini, Ulpianus’tan esinlendiği üç hukuksal ödev-kuralına dayandırır: “Onurlu yaşa” (honeste vive), “kimseye zarar verme” (neminem laede), “herkese hakkını ver” (suum cuique tribue).
Bu üç kuralın da temelinde evrensel ve uyulması zorunlu bir buyruk vardır: “Kesin/koşulsuz buyruk” (mutlak emir, impératif catégorique, imperativo categorico).
Ahlak alanında çığır açan bu kavram, kuşkusuz yalnızca ahlak değil, aynı zamanda bir hukuk ilkesi ve yasasıdır da. Bu ilke/yasa da şudur: “Öyle davran ki, senin davranışının yasası, bütün insanların davranışları için de geçerli evrensel bir yasa olabilsin ve seçiminin özgürce yansıması, bu evrensel yasaya uygun olarak herkesin özgürlüğü ile birlikte bulunabilsin” ve de “insan(ca)lık, ister senin, ister bir başkasının kişiliğinde, yalnızca araç olmasın, aynı zamanda bir amaç olsun”.
İşte bu “kesin/koşulsuz buyruk”, nerede olursa olsun, insanı gökyüzündeki yıldızlar gibi izleyen, görüp gözeten evrensel bir yasadır; ahlakın da, hukukun da bütün buyruklarını şemsiyesi altında toplar.
Kant, özgür iradeli her insanı, dolayısıyla kendisini de doyuran iki şey olduğunu söyler: “ÜZERİMDEKİ GÖKYÜZÜ VE İÇİMDEKİ AHLAK YASASI”.
Ahlak da, hukuk da, dolayısıyla devlet de bu “kesin/koşulsuz buyruğa”, evrensel yasaya uymak zorundadır.
Uymayan ahlak, toplumu çürütür.
Uymayan hukuk, kullanımdan düşer; uygulanamaz olur.
Uymayan devlet, meşruluğunu yitirir; zorbalaşır.
(Sayın Sami SELÇUK\'un Star Gazetesinde yayınlanan yazısıdır.)