‘Bilmez şimdikiler ‘hemdem’ nedir? Demi benimle bir olan kim kaldı ki zaten!’ Ece Temelkuran, Devir
HEMDEM OLMAK! HEMDEM OLAMAMAK!
DEM ALMAK! DEM ALAMAMAK!
Hemdem olmak demek, canciğer arkadaş olmak demektir. Dem; soluk, nefes, zaman anlamına gelmekle, hemdem olmak, yani canciğer arkadaş olmak demek, aynı nefesi, aynı soluğu almak, aynı zamanı yaşamak demektir. Hani Aşık Veysel ‘Ademden bu deme neslim getirdi’ der ya, ademe, yani insana ait olan o deme, yani o soluğa, o nefese, o zamana her insanı kendi nesli getirir. Onun için arkadaş olmayı, giderek bazı arkadaşlıkları dostluğa dönüştürmeyi, pek çok kişi gibi, ben de kendi neslimden, kendi kuşağımdan öğrendim. Öğrendim diyorum, çünkü arkadaşlık olsun, onun çok daha tahkim edilmiş, çok daha soylu biçimi olan dostluk olsun, bu tür duygular ve beraberlikler öğrenilen, öğrenilebilen şeylerdir. Aristoteles’e göre arkadaşlığın en rafine şekli ve ‘iki ayrı bedende tek ruh’ demek olan dostluk, bir erdem arkadaşlığıdır ve sadece erdemli insanlarda bulunur. Zira Mafya babalarının veya Mafya ruhlu insanların adamları, tetikçileri, erdemli insanların ise arkadaşları, dostları vardır. Dostluğun çok daha ötesinde, çok daha ilerisinde bir şey olan aşk ise, iki yalnızlığın değiş tokuş edilmesi, yani paylaşılması, yani hayatın ve kişisel varoluşun tepeden tırnağa hissedilmesi ve bilfiil yaşanmasıdır.
Hızlı sanayileşmeyle, çarpık ve kirli kentleşmeyle birlikte, Alvin Toffler’in, Ernest Gellner’in ifadesiyle ‘modüler insanı’, yani ‘elden çıkarılabilir insanı‘ yarattık ve hemdem olmak gibi, arkadaşlık gibi, dostluk gibi, aşk gibi özel duyguları ve hasletleri ne yazık ki çok büyük ölçüde yitirdik. Sürekliliğin yerini geçicilik alınca, ekonomide olduğu gibi ‘kullan at’ kültürü kişiliğimizin ve hayat felsefemizin ayrılmaz bir özelliği olunca, tam da Murathan Mungan’ın söylediği gibi bir şeyler oldu dünyada, yani ‘Biz büyüdük ve kirlendi dünya.’ Onun için nasıl mekanlar, eşyalar hayatımızdan hızla akıp gidiyor ya da geçiyorsa, insanlar da bu işleyişe uygun olarak hayatımızdan hızla geçip gidiyorlar. Günümüzde insan ilişkilerindeki ortalama sürekliliğin kısalması, buna karşın kullanmaya dayalı ilişkilerin, kişiliksiz, niteliksiz ilişkilerin sayısının artması bundan dolayıdır.
Gelelim deme; siz, demi ister soluk veya nefes, isterseniz zaman veya devir olarak anlayın, artık ne o demler, ne de Ece Temekkuran’ın dediği gibi ‘demi benimle olan’ pek fazla kimse kalmadı. Ne mi oldu o deme, o demlere? Zaman, hızla akıp giden ve değişen zaman, o demi, o demleri, yani o soluğu, o solukları, o nefesi, o nefesleri, o zamanı, o zamanları, o devri, o devirleri hem eskitti, hem de eksiltti. Dem ve demler eskiyince, dem ve demler eksilince hemdemlikte, yani arkadaşlıkta bitti, gitti ve sadece nostaljisi kaldı geriye.
Ece Temelkuran’da ‘Devir’ isimli romanında, hayata, hayatına, Türkiye’nin kaybedilmiş yıllarına, iki küçük çocuğun, Ali’nin ve Ayşe’nin gözüyle bakıyor, bugünün Türkiye’sine daha o yıllarda nasıl şekil verildiğinin, unuttuğumuz hatırlamadığımız şeylerin, masumiyetimizi ve beraberinde özgürlüklerimizi yitirmemizin hikayesini, ‘iyi kötü bir hayal olarak kurulmuş başkent Ankara’nın, Ankara’nın tam ortasındaki bir parkın, Kuğulu Parkın, o parktaki dilsiz kuğuların, her şeyi bilen ve gören o dilsiz kuğuların’ hikayesini anlatıyor. Yani aslında anlattığı şey, elimizden kayıp giden bir demin, bir zamanlar var olan ama şimdilerde pek kalmayan bir demin, bir soluğun, bir nefesin, bir zamanın, bir devrin hikayesidir.
Benim zaman zaman kendimi alıp kırlara, ağaçlara, dağlara, çiçeklere götürmemin, günlük yaşamın kirliliğini ve curcunasını bunlarla değiştirmemin ve böyle yaparak tek başına olmanın yapıcılığını kullanma becerimi geliştirmeye çalışmamın nedeni budur. Yani demi benimle olan, hemdem olduğum, olabildiğim çok fazla kimsenin olmaması, fazlasıyla birlikte olduğum bir dünyada, alıp başımı bir yerlere gitmeyi, gittiğim o yerlerde, yani doğanın kucağında sessiz kalmayı sevmemdir.
Bu tam da bizim buralarda çok fazla bilinmeyen ve tanınmayan Alman şair Dagmar Nick’in ‘Yalnız’ isimli şiirinde yazdığı gibi bir şeydir. Yani ‘Biz hepimiz tarifsiz yalnızlıklar içindeyiz, / Çünkü derinliğimiz bilinmez başkasınca, / Duyulmaz sesimiz seslensek de bir dosta, / Büyür içerlere doğru benliğimiz. / Çoktan bırakılmış tanıdıklar gecemizde / Yürürüz bu dar çevrenin ortasından. / Soluk yüzleri düşlerimizde ağaran / Onlar ki kuytu sokaklar gibidir çok zaman / Bilmeyiz sırlarını o kadar geçeriz de. / Başkaları ne halde bilmeyiz hiçbirimiz. / Sayan kim komşusunun dilsiz gözyaşlarını? / Gören kim gecede pencereye dayalı, / Dalgın kendi aleminde sessiz ağladığını? / Biz hepimiz tarifsiz yalnızlıklar içindeyiz.’ gibi bir şeydir.
Her sabah uyandığımda, Roma’nın bilge hükümdarı Marcus Aurelius’un MS 171-175 yılları arasında çıktığı Almanya seferleri sırasında Tuna Nehri’nin Budapeşte yakınlarındaki kolu olan Gran Irmağı’nın kenarında yazdıkları, yani ‘Gün ışıyınca kendi kendine şöyle de: bugün meraklılarla, vefasızlarla, kaba, kıskanç, bencil kişilerle karşılaşacağım’ dedikleri aklıma gelir. Böyle insanlarla karşılaşmamak, bu tür insanlara muhatap olmamak, bu suretle insana, insanlara dair olan sevgimi ve saygımı hepten yitirmemek, ruhumu ve zihnimi daha da kirletmemek için uzağa, uzaklara, tanımadığım, bilmediğim insanların olduğu yere, yerlere, kimi zaman da doğanın kucağına giderim. Ve hem giderken, hem de akşam olduğunda evime dönerken Marcus Aurelius’tan ödünç alarak kendime şunları söylerim: ‘O halde sana ait olan bu ufak zaman diliminden doğayla uyum içinde geç ve memnuniyetle tamamla yolculuğunu. Tıpkı olgunlaşan bir zeytinin, yere düşerken kendisini yaratan doğaya/Tanrı’ya ve üstünde büyüdüğü ağaca şükran duyması gibi.’
Dün böyle yaptım, bugün de ve eğer yaşarsam yarın da böyle yapacağım. Bittecrübe sabit olduğu için biliyorum zira, ‘Hepimizinki günübirlik hayatlar; hatırlayanın hatırlanandan farkı yok ve herkesin seni unutacağı günler yakın.’
Kim ya da kimler tarafından hatırlandığımı ya da unutulduğumu bilmiyorum, bunu merak da etmiyorum. Ama pek çok şeyi ve kişiyi unuttuğumu, hatırlamadığımı biliyorum. Bir de kimseyle, kimselerle hemdem olmadığımı ve dahi olmayacağımı biliyorum, hem de çok iyi biliyorum…!